Bolivarcı Devrim söylemi, 19 yıllık siyasi iktidar sürecinde bir söylem olarak kaldı ve kredisini büyük ölçüde tüketti
Bolivarcı Devrim söylemi, 19 yıllık siyasi iktidar sürecinde bir söylem olarak kaldı ve kredisini büyük ölçüde tüketti. Pek çok dönüştürücü girişim ve büyük kısmı bir “ikili iktidar” olarak yaşanan süreç, Venezüella’da Chavez’in örgütlediği karşı-hegemonyanın karşısına dikildiği “yapı”yı parçalayamadı
Rivayet odur ki Çin Halk Cumhuriyeti’nin sabık başbakanlarından Zhou En-Lai’a “Fransız Devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorduklarında, En-Lai “Bir şeyler söylemek için çok erken” cevabını vermiştir. Venezüella’da 1998 yılında Hugo Chavez’in devlet başkanlığına seçilmesiyle başlayan ve sonradan “Bolivarcı Devrim” olarak adlandırılan radikal dönüşüm projesi neredeyse 20. yılını dolduracak. Bu anlamda, En-Lai’ye kulak verirsek, Venezüella üzerine kalem oynatmak, hele ki kapsamlı bir değerlendirmeye yeltenmek için çok erken. Fakat hayatın ritmi hızlı, bir değerlendirme yapamasak da bir bilanço çıkarabiliriz.
Yekten söyleyelim: Venezüella’da son yapılan ve seçmenlerin sadece yüzde 41’inin katılım sağladığı Kurucu Meclis seçimlerinin ne zaferle ne de devrimci dönüşümle en ufak bir ilgisi var. Seçimler çok açık bir yenilgi. Öyle sağcılar sokaklarda polisle çatıştığı vs. gibi nedenlerle de değil. Basit bir nedenle: Bolivarcı hükümet, 2015’te sağın çoğunluğu kazandığı meclisi tasfiye etmek için bir ölüm kalım hamlesi olarak görülebilecek bu kadar hayati bir Kurucu Meclis seçimine kitleleri seferber edemedi. Venezüellalı seçmenlerin yüzde 59’u, ister sağın boykot çağrısına uyarak isterse herhangi başka bir nedenle olsun, oy vermeye gitmedi.
Bunun anlamı şu: Bolivarcı Devrim söylemi, 19 yıllık siyasi iktidar sürecinde bir söylem olarak kaldı ve kredisini büyük ölçüde tüketti. Binlerce neden sayabiliriz fakat en vurucu olanları sıralayalım: En temeli, kapsamlı bir toprak reformu yapılamadı; petrol gelirine bağımlılığa çare olacak sürdürülebilir bir üretim ekonomisi kurulamadı, karar alma mekanizmaları ve üretim, tüketim ve bölüşüme ilişkin kararlar bürokratik mekanizmalardan kurtarılamadı; yolsuzluk, istifçilik, karaborsayı ortadan kaldırabilecek makro-ekonomik yapı inşa edilemedi; “emperyalizm ve iç düşmanlar” söylemiyle yaratılan sürekli seferberlik hali insanlarda metal yorgunluğu yarattı; Bolivarcı bir vurguncu burjuvazi oluşması engellenemedi, vb.
Hugo Chavez, iktidarı, ülkenin gidişatından çok farklı nedenlerle memnun olmayan toplumsal kesimleri bir karşı-hegemonya projesi dahilinde bir popülist liderlik altında eğreti de olsa birbirine teyellenmiş bir ittifak olarak bir araya getirmesi ve bu bir aradalığı oy verme davranışına tahvil edebilmesiyle aldı. 2002’de, açıkça Amerika ve yerleşik rejimin elitlerinin ortak yapımı olan darbeyi atlattığında, tarih, Allende’ye vermediği şansı Chavez’e vermiş oldu. Yapılan pek çok dönüştürücü girişim ve büyük kısmı bir “ikili iktidar” olarak yaşanan süreç, Venezüella’da Chavez’in örgütlediği karşı-hegemonyanın karşısına dikildiği “yapı”yı parçalayamadı.
Bolivarcı Devrim, oldukça karmaşık bir süreç olması nedeniyle kendini solda gören birçok kesimin bu süreci olumlu karşıladığı ve dahası sahiplendiği de bir gerçek. Bir yanda Venezüella deneyiminden ulusal bir kurtuluş hareketi, bir halk devrimi ve bir sosyalist devrim teorisi çıkaranlar, diğer yanda deneyimi “reformist” ya da “revizyonist” olarak mahkum edenler mevcut. Sağcıları geçiniz. Onlar engerekler ve çıyanlardır, onlar ekmeğimize aşımıza göz koyanlardır. Belki sonradan tartışılmak üzere “bizim mahalle”deki üç farklı görüşe biraz racon keselim. Bu görüşlerden ilki, Venezüella’da yaşanan ve Bolivarcı Devrim olarak adlandırılan süreci aslında devrimci olmadığı, reformist olduğu gerekçesiyle reddetme, görmezden gelme ya da önemsememe hali. İkincisi, içinde “devlet” geçen bütün hikayeleri kafadan kirli görerek reddeden “başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta” hali. Üçüncüsü ise Venezüella’nın toplumsal mücadeleler tarihine bir göz gezdirme gereksinimi bile duymaksızın kişi kültünün kuyruğuna takılan “Düşman çoktu silah yoktu, Chavez geldi düşmanı yendi” olarak özetlenebilecek biçimde Venezüella’daki radikal dönüşümün ve Chavez’in yumurtadan çıktığını düşünme hali.
Bu üç görüşe yekten bir cevap verelim: Venezüella’da yaşanan radikal dönüşüm süreci, dünya tarihindeki bütün radikal dönüşüm girişimleri gibi devrimcilik ile reformizmi, müzakere ile mücadeleyi, radikallik ile ılımlılığı, aklın kötümserliği ile iradenin iyimserliğini, dahası, özveri, yalakalık, cesaret, korkaklık, karşılıklı yardımlaşma, ihanet, çoklu özneler, kişi kültü, umut, siniklik vs. insana ve gündelik hayata dahil olan her ne varsa hepsini içeriyor.
Dünyayı değiştirmenin yolu, çamurunda yuvarlanmak pahasına bu sokaklardan yürümekten geçiyor. Bu anlamda Venezüella’nın Bolivarcı Devrimi’ni ne kutsamak ne yok saymak; orada denenen şeyden dersler devşirmemiz gerekiyor. Hayatın bütün o kırkyama yeşilini kafa göz yaran gri ikilikler üzerinden anlamaya çalışmak hiçbir işe yaramıyor, eğer siyaset “yapmak” istiyorsak tabii ki.
Venezüella’da 1998 yılında Hugo Chavez’in devlet başkanlığına seçilmesiyle başlayan ve sonradan “Bolivarcı Devrim” olarak adlandırılan radikal dönüşüm projesi, 2015’te yapılan genel seçimlerde sağ bloğun meclis çoğunluğunu ezici sayılabilecek biçimde kazanmasıyla ve son seçimlerde halkın sadece yüzde 41’inin seçimlere katılmasıyla büyük bir darbe aldı. Bu sonuç, yüreğinin bir kısmı Venezüella’da olan fakat uzaktan takip edenler açısından şaşırtıcı sayılabilirken, ülkeye arada bir de olsa yakından göz atanlar için beklenen bir durumdu.
Sebepler muhtelif fakat bahane az. Hugo Chavez 1998 yılında iktidara yirmiden fazla siyasi partinin, toplumsal hareketlerin ve ülkede genel olarak değişim isteyenlerin desteğiyle geldi. İçinde sağcı unsurların ve önceki rejimle arası bozulmuş burjuvazinin de yer aldığı bu hassas ittifak, sol popülist iktidarın ilk yıllarında radikal adımların atılabilmesinin önündeki en önemli engeldi.
2002-2003 yılları Bolivarcı rejim açısından bir tür eşikti. 2002’de ABD’nin Chavez karşıtı sermayedarlar ve ordunun Amerikancı kanadı eliyle düzenlediği darbe girişimi, kitlelerin başkanlık sarayını kuşatması ve ordunun geri kalanının darbe hükümetine karşı savaşacağını açıklamasıyla püskürtüldü. 2003’te ise halen petrol sektörünü elinde tutan sermayedarlar ile bürokratlar çok güçlü bir lokavt gerçekleştirdi. Aylar süren lokavtın amacı, Venezüella ekonomisinin şah damarı olan petrol üretimini engelleyerek hükümeti düşürmekti. Sürece petrol işçileri müdahale etti ve üretimi tekrar başlattılar. Darbe sonrasında sağcı Amerikancı muhalefetin elebaşları ve onlara bağlı siyasi bürokratlar, lokavt sonrasında ise ekonomi alanındaki sağcı bürokratlar ve neoliberal sağcı sermayedarlar büyük ölçüde tasfiye edilebildi.
2003-2007 yılları, Venezüella’nın sol popülist hükümetinin radikal adımlar attığı bir dönem olacaktı. Eğitim ve sağlık alanında yoksullardan yana güçlü reformlar yapıldı; dış politikada ABD’ye karşı Güney Amerika ülkeleriyle çok yönlü ittifak önünde adımlar atıldı; Küba’yla çok yakın ilişkiler kurularak fiilen ambargo boşa çıkarıldı; stratejik fabrikalar kamulaştırıldı, bir kısmında işçi denetimine geçildi; yabancı tekeller ülkeden kovuldu ya da çok yüksek vergi oranlarıyla kalmaya zorlandı; ordudaki ve polisteki ABD yanlıları tasfiye edildi; petrolden elde edilen gelirin ciddi bir kısmı sosyal yardım ağını geliştirmeye ayrıldı. 2005 yılına gelindiğinde, Hugo Chavez hedefledikleri rejimin “21. yüzyıl sosyalizmi” olduğunu açıklıyordu. 2007 yılında ise bütün solu aynı çatı altında buluşturma hedefiyle Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi, Chavez’in başkanlığında kuruldu.
2007’den Bolivarcı Devrim’in büyük darbe yediği 2015 yılına kadar geçen süre, 2013’te Chavez’in hayatını kaybetmesi de dahil olmak üzere yavaş fakat ciddi bir gerileme dönemi olarak yaşandı. 2008’de etkisini göstermeye başlayan küresel ekonomik kriz ve petrol fiyatlarındaki ciddi düşüş, sol popülist hükümetin ekonomik gücünü önemli ölçüde kısıtladı. Yoksul mahallelere dönük sosyal yardımlar ve programları sürdürmek bütçe üzerinde ciddi bir yük oluşturmaya başladı. Bu dönemdeki kritik olaylardan biri de (Metin Yeğin’in sürekli vurguladığı gibi) Honduras’ta sol popülist Başkan Zelaya’nın ABD işi bir darbeyle devrilmesiydi. Bu tarihten sonra kıtadaki sol popülist hükümetlerin bir kısmı seçimleri kaybetti ya da neo-liberal programlara dönerek yerlerini korudular fakat ruhlarını sattılar.
Venezüella’da kendisini sosyalist olarak tarif eden bir siyasi irade 19 yıllık yönetimi boyunca petrole bağımlı ekonomik modelin yerine alternatif bir üretim ekonomisi kuramadı; işçi yönetimine geçen fabrikaların büyük kısmı da dahil olmak üzere bir işçi yönetimine geçilemedi, bunun yerine devletin bürokratlarının kararlarına bağımlı bir üretim süreci devam etti; bu damarlarda akan kirli kan Bolivarcı bir burjuvazinin ve bir bürokratik kastın oluşmasına ve pıhtılaşmasına neden oldu; sosyalizm ve devrim gibi güçlü kavramlara dayanan retoriğin altını dolduracak biçimde üretim ilişkileri ve özel mülkiyet rejimi dönüştürülemedi.
2015’e gelindiğinde, sokakta gizli bir hiper-enflasyon ile neredeyse yarı kıtlık koşullarında bir yaşam ortaya çıkmıştı. Bütün bunlarda emperyalist ayak oyunlarının ve sağcı burjuvazinin ekonomik sabotajlarının payı büyüktü fakat hükümetin işi bunları boşa düşürebilecek güçlü ve radikal politikalar üretmekti. Güçlü devrimci retoriğe rağmen gündelik hayatın ve geçimin örgütlenmesinde yaşanan ve yer yer trajik boyutlara ulaşan sıkıntılar, hem karşı-devrimci muhalefete muazzam bir karşı-siyaset alanı yarattı hem de Bolivarcı Devrim’e inanan kitleleri giderek hayal kırıklığına ve sinizme sürükledi.
Venezüella’daki süreç, Latin Amerika’daki genel gidişattan çok da bağımsız değil. Bir ek olarak, Arjantin ve Brezilya’da yaşanan süreçlerin en kaba özetini buraya bırakalım.
Sosyal demokrasinin sınırı: Arjantin
Arjantin’de taban desteğinin artık pekiştirilmiş olduğu ve ekonomide görece istikrarın sağlandığı 2008 yılında küresel ölçekte belirginleşen ekonomik krizle birlikte Kirchner hükümetinin politikaları da hızla sağa kayacaktı. Öte yandan 2001 krizi sırasında ve öncesinde ortaya çıkan radikal toplumsal hareketler de Kirchner hükümetleriyle girilen akçeli ilişkiler üzerinden yarılacak ve bu hareketlerin birer yarısı radikal niteliğini koruyarak taban örgütlenmesi üzerinden hükümetle mesafesini korumayı başarıp bağımsız bir hat izleyebilirken, birer yarısı ise hükümetin sosyal-liberal politikalarına eklemlenecek ve siyasi angajman üzerinden düzene yedeklenecekti.
Kircher hükümetleri, yoksul mahallelere ve bu yerellerde faaliyet yürüten aktivistlere / örgütlenmelere düzenli ödenekler sağladı fakat bu toplulukların kendi üretimleri üzerinden kendi kaynaklarını yaratmasının zeminin oluşturmak yerine onları devlet yardımına bağımlı hale getirdi. Enflasyon, işsizlik, geçim derdi ve gizli devalüasyonların yarattığı tahribat, kitlelerin on üç yıldan bu yana iktidarda olan “sol hükümet”e haklı olarak giderek sırt çevirmesine yol açtı. Üretimden doğan zenginliğin bölüşümündeki adaletsizliğin sürmesi, yoksullardan yana bir toprak reformunun hayata geçirilmemesi ve aşırılıkları kısmen törpülenen neoliberal reçetenin halka dayatılmaya devam etmesi ile birlikte, Arjantin’deki sol popülist hükümet yoksul kitlelerin desteğini giderek kaybetti ve sağ, kendisini bir alternatif olarak sunabilecek zemini kazandı.
Brezilya’da İşçi Partisi, ağır neoliberal politikalar sonucunda halkın aşırı derecede yoksullaştırıldığı, kamu kaynaklarının yağmalanarak işsizliğin çarpıcı biçimde patlama yaptığı, güvenlik aygıtları eliyle devlet baskısının kontrolsüzce ağırlaştığı ve yolsuzlukların ayyuka çıktığı bir dönemin ardından, Topraksızlar Hareketi gibi radikal toplumsal hareketlerin başını çektiği güçlü bir sokak siyaseti sonucunda iktidara gelmişti. İşçi Partisi, iktidara gelme sürecinde, özelleştirmelerin iptal edileceği, geniş ölçekli kamusal yatırımlar yapacağı, siyasetin tıkanmış olan katılımcı kanallarını açacak yapısal reformlar yapacağı, çalışma rejimini insanileştireceği ve ülkenin birkaç zenginin cebine akan kaynaklarını sosyal programlara yönlendireceği vaatlerinde bulunmuştu.
İşçi Partisi, parti başkanı Lula da Silva’nın 2002 yılında devlet başkanı seçilmesinden sonraki birkaç yıl içinde, hızla kendisini iktidara taşıyan Topraksızlar Hareketi gibi toplumsal hareketlerden, örgütlü işçi sınıfından ve yoksullardan koptu. Bir toprak reformu yapmak bir yana, topraksız köylüleri asker zoruyla tahliye etti, muhalefet gücü yüksek sendikaları klientalist ağlarla kendilerine bağladı ve toplumsal hareketlerin bir kısmını devlet fonlarıyla bürokratlaştırdı.
Nihayet Arjantin, Venezüella ve Brezilya’da yaşanan bu tehlikeli değişimler, kendini solda tanımlayan Latin Amerika hükümetlerinin, gerçekten sosyal adaleti sağlayacak daha radikal sol politikaları hayata geçirmemeleri halinde daha fazla iktidarda kalamayacağını gösteriyor. Sağcı adayların kirli, mafyatik bağlantıları, kendilerini solda tanımlayan hükümetlere dönük komplolar ve dezenformasyon tabii ki var. Sağcıların işi bu. Fakat uzun yıllardır iktidarı ellerinde bulunduran ve kendilerini solcu olarak tarif eden hükümetlerin sistemi yapısal olarak dönüştürmedikleri takdirde kitle desteğini kaybedeceği ve nihayet kaybetmekte olduğu gerçeğini hiçbir komplo teorisiyle açıklamak mümkün görünmüyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.