İktidarın krizlerinin, kısıtlarının ve bunlarla başa baş giden saldırılarının bitmeyeceğini, herhangi bir “durgun” an yaşamayacağımızı görüyoruz. Büyük kırılmalarla, krizlerle dolu bir süreçteyiz
Sadece son 15 günde yaşananlar, hatta sadece eğitim alanında yaşananlar bile iktidarın krizlerinin, kısıtlarının ve bunlarla başa baş giden saldırılarının bitmeyeceğini, herhangi bir “durgun” an yaşamayacağımızı gösteriyor. Büyük kırılmalarla, krizlerle dolu bir süreçteyiz
16 Nisan referandum süreci ve arkasından Adalet Yürüyüşü, Türkiye’de diktatörlüğe karşı direnişin ülke nüfusunun yarısını aşan potansiyel bir toplumsal tabanı olduğunu ve bu tabanın OHAL ve sistematik baskı koşullarında da direniş refleksini koruduğunu herkese gösteren iki gelişme oldu. Ancak bu toplumsal tabanda var olan direniş eğilimlerinin örgütlenmesi, direnişin sürekliliğinin sağlanması ve politik iktidar mücadelesinin en dar anlamı ile diktatörlüğü yıkmayı hedefleyecek bir politik düzleme taşınması sorunu da bir diğer gerçeklik olarak sürekli kendisini gösteriyor.
Direniş eğilimi çeşitli an ve düzlemlerde kendisini açığa vursa da açığa çıktığı hızla geri çekilebiliyor. Halk örgütsüz. Direnişlerin ufku da fiilen ancak diktatörlüğü sınırlama hedefi ile çiziliyor. Elbette bu sorunun kaynağı, kitlelerin kararsızlığı, tutarsızlığı, cesaretsizliği değil. Bu hedefle yol alacak, yol açacak politik özne eksikliği. Politik özne sorununun sarmal biçiminde büyüdüğü Adalet Yürüyüşü’nün sonrasında da bir kez daha görüldü. Kılıçdaroğlu’nun “Yürüyorum” sözü ve eylemde kararlılığını göstermesi ile yürüyüşe akmış olan yüz binler ve mitinge katılan milyonlar, duruyor, yok olmadı. Ancak Kılıçdaroğlu ve CHP, 25 gün ülke gündemini belirledikleri yürüyüş, Erdoğan’ın “millet iradesi benim” iddiasını görkemiyle sarsan ve onu ekranlarda sayı gevelemeye mecbur bırakan milyonluk miting sonrasındaki 20 gün boyunca kelimenin tam anlamı ile hareketsiz durumda. Yürüyüş ve miting sürecinde alınan ve Erdoğan’ı hareketsiz kılan inisiyatifi 15 Temmuz’un yıldönümüne, 20 Temmuz OHAL ilanının yıldönümüne, iç tüzük değişikliği sürecine ve basın özgürlüğünün simge davalarından biri olan Cumhuriyet gazetesi davasına taşıma ve büyütme iddiasını göstermedi.[1]
Eylemsiz kalmak, inisiyatif almamak bir yana miting sonrası “CHP, artık eski CHP olmayacak” sözü ile bitirilen il başkanları toplantısından çıkan 10 temel maddenin yaygınlaştırılmasına ilişkin karara dair de somut bir adım atılmış değil. Sosyalistlerin ise Adalet Yürüyüşü sırasında, hareketi ilerletmeye yönelik tutumlarını, gerek “adalet meclisleri, forumları” ile hareketlenen kitlelerin özne haline geldiği örgütlenmeleri yaratmak gerekse CHP’nin hareketsiz kaldığı noktada “kitlesel katılım şartı” aramaksızın inisiyatif alarak bir direniş çizgisini açığa çıkarmak yönünde ilerletmeye dönük yeterince çaba harcadığını söylemek mümkün değil. Anlaşılan toplumun politizasyonu, Adalet Yürüyüşü’nün yükselttiği çıta sosyalistlerde bu sürecin gerektirdiği yeni görevlere ilişkin atılganlık yaratmak yerine bağımsız hareket refleksini baskılayan bir durum da yaratıyor. Elbette sorun ortada ise yapılacak olan sadece sorunu analiz etmek değil, sorunu gidermeye yönelik iradi adımlar atmaktır.
Adalet Yürüyüşü’nün yarattığı bir diğer baskılanma ise HDP üzerinde oluştu. Adalet Yürüyüşü sürecine etkili bir müdahalede bulunmakta ve inisiyatif almakta geç kalan HDP üzerindeki bu basıncın sonucu ise olumludur. Yandaşların ve Aydınlık-Perinçek çizgisinin “CHP, sokağa çağırarak HDP’yi harekete geçirdi” diye yazılar yazması boşuna değil. Uzunca bir süredir Türkiye siyaseti üretmeyen, Selahattin Demirtaş gibi bir lider figürünü dahi işlevlendiremeyen HDP “Durmayalım, dur diyelim, faşizmi durduralım” adıyla 9 maddelik bir deklarasyon ve halk buluşmalarını, direniş nöbetlerini içeren bir aylık eylem programı açıkladı.
Politik bir merkezden ve sürekli bir direniş çizgisinden yoksun olan muhalefetin şansı ise Erdoğan iktidarının başarısızlığı. Bir yılını 15 Temmuz darbe girişimini halkın durdurduğu iddiası etrafında yeni bir “kurtuluş destanı” yazmaya vakfeden ve tüm devlet olanaklarını, tüm medyayı, tüm camileri, hatta tüm cep telefonlarını 15 Temmuz seferberliğine katan Erdoğan Türkiye’de çapında bir kitle seferberliği yaratamadı. Adalet yürüyüşünün “rövanşını” alamadı. Belli ki AKP tabanı 15 Temmuz darbe girişimini kendisinin durdurmadığını da ortada kendilerine ait bir dava olmadığını da yandaş kalemlerden daha iyi biliyor. Ortada olan ise geçen bir yılda hala Cemaat’in yurtdışı lobilerinin önünü kesemeyen, “dünyayı inandıramayan”, darbe girişimi sürecinde olayların akışını, kimin nerede olduğunu tutarlı bir biçimde açıklayamayan, tasfiye ede ede Cemaati bitiremediği gibi elleri kelepçeli darbecilerle mücadelenin yolunu “tek tip” kıyafette bulan ve sokakta Hero tişörtü giyen sevgililerin peşine düşen bir iktidarın başarısızlığıdır.
Bugüne kadar kendisini hem emperyalist güçlere hem de tekelci sermayeye dayatma başarısını kitle desteğini süreklileştirme ve alternatifsizlikle sağlamış ve şimdi Adalet Yürüyüşü ve CHP’nin çıkışının bu zeminde yarattığı tehdidi görmüş olan Erdoğan’ın “iç dış düşmanlar”, “komplolar”, “ajanlar” söylemlerini tırmandırıp, paranoya siyasetini örgütlemesi boşuna değil. Bu bir tercih, ama siyaset yapma aralığının daralmasının da yarattığı bir tercih. Karşımızda uzun süredir dış politikada da elinde şantaj ve rehine siyaseti ve provokasyon dışında bir enstrümanı kalmamış bir iktidar var.
Almanya gerilimi ise “rehine ve şantaj” siyasetinin de bir sınıra dayandığını göstermiş oldu. Erdoğan, AB ile ilişkilerini son 2 yıldır Suriyeli sığınmacıları sınır kapılarına dökme şantajı üzerine kurmuş ve bunun karşılığını da üstelik 7 Haziran–1 Kasım gibi kritik bir süreçte Merkel’in ziyareti ve sırtının sıvazlanması ile almıştı. Erdoğan, 15 Temmuz sonrasında gazeteci Deniz Yücel’i tutuklayarak, İncirlik ve Konya Üslerine Alman parlamenterlerinin ziyaretini engelleyerek el arttırdığı şantaj siyasetini Büyükada’da insan hakları aktivistlerine yönelik operasyonda bir Alman vatandaşını da “silahlı terör örgütüne yardım”, “ajanlık” suçlaması ile tutuklayarak tırmandırdı. Alman gazetelerinin deyimi ile Cemaat bağlantılı generallerin iadesi karşılığı giriştiği bu rehine siyaseti ise bardağı taşıran damla oldu. Bu görünür gerekçenin arka planında ise MİT’in Diyanet kadrolarını da kullanarak Almanya’da yürüttüğü istihbarat çalışmalarının[2], 3.5 milyon Türkün yaşadığı Almanya’nın kendi istihbarat dengesini bozması ve Türkiye’nin İnterpol aracılığı ile yolladığı teröre destekle suçlanan 681 şirkete ilişkin listede aralarında Mercedes’in de olduğu Alman şirketlerinin yer alması bulunuyor.
Kendisi de Ekim ayında seçime gidecek olan Almanya’nın bu defa “yeter” diyerek Türkiye’deki yatırım güvenliği, yakın gelecekteki Gümrük Birliği Anlaşması ve ardından savunma sanayi işbirliği konularında sopasını eline alıp somut yaptırımlar gündeme getirmesi, Erdoğan’ın hareket kapasitesinin sınırını da gösterdi. İktidarın süngüsü hızla düştü.[3] Süleyman Soylu Alman şirketlerini içeren listeyi “iletişim kazası” olarak tanımlayıp geri çektiklerini açıkladı. Ne talihsizlik (!) ki Erdoğan o sırada başka bir çökmüş dış politika arenasını toparlamak, arabulucu rolü oynarken asıl olarak kendisini Suudi Arabistan ve BAE karşısında garanti altına almak için Körfez gezisindeydi. Ve kulağına 6 yıldır desteğini esirgemediği Nusra liderliğindeki cihatçı çetelerinin bizzat kendi hegemonyasındaki Ahrar el Şam’ı İdlip’te silmeye başladığı çalınıyordu. İslam dünyası liderliği hedefinden El Bab’ta cami inşa etmekle ile övünmeye gerileyen Erdoğan’ın adı bugün İdlip kırsalındaki camilerde kendisini “kafir” olarak tanımlayan hutbelerde geçiyor. Erdoğan’ın işi zor. Neredeyse zamanın akışını değiştirmesi gerekiyor. Yalnız dışarıda değil içeride de. Yalnız muhalifleri ile değil kendi kısıtları ile boğuşuyor.
16 Nisan referandumu sonrası ilk bakanlar kurulu toplantısında ilan ettiği yol haritasında 2017’i değişim, 2018’i icraat, 2019’u seçim yılı olarak ilan eden Erdoğan, 2017’nin yarısını tamamladı bile. Referandum sürecinde parti kadrolarındaki etkisizlik ve atıllığı “metal yorgunluğu” olarak tarifleyen ve 2019’a bu kadro ile gidemeyeceğini tespit eden Erdoğan’ın “değişim” konusundaki ilk adımı kabineden başladı. Bu değişiklikle altı bakan kabine dışında kalırken beş bakanın da bakanlıkları değişti. Tüm kararları tek adamın verdiği bir düzende hangi bakanın ne anlama geldiği tartışması anlamını yitirse de sadece motivasyon ve yenilenme girişimi olarak dahi kabineden başlattığı değişimi sivil[4] ve askeri bürokrasiye ve oradan aşağıya doğru parti kademelerine yaymak zorunda olan Erdoğan’ın asıl kısıtı elinde kadro olmaması. Gülen’e övgüler sıraladığı twitter hesabını sahiplenemeyen ve ilk icraatı halka yalan söylemek olan yeni çalışma bakanı bu kısıtın sembolüne dönüşmüş durumda. Kısıtın bir diğer yüzü ise gülen Cemaati’nden boşalan kadroların farklı cemaatler arasında pay edilmesi. En son yeni Sakarya Valisi’nin makamına İsmailağa Cemaati mensuplarının tekbirleri ile oturmasında görülen vaka devlet bürokrasisine doldurulan cemaat kadrolarının emri örneğin İçişleri Bakanı ya da Erdoğan’dan mı yoksa müridi olduğu şeyhten mi alacağı sorusunu (hatta atamasının kimin emri ile yapıldığı) doğurduğu gibi devlet yönetiminde olası parçalanma ve yeni kriz emarelerini de işaret ediyor.
İşin diğer tarafı ise elbette iktidarın elinde para pul makam dağıtmada bir kıstas, farklı cemaat, tarikatlardan alınan kadrolar için bir tutkal, toplumu biat ettirmede temel araç olarak dinci gericiliğin kalması. Diktatörlüğünü kurma ve sürekliliğini sağlama konusunda bugünkü kadro krizinin “temelden” çözümü ise eğitim alanında dinsel gericiliğin örgütlenmesi. En son açıklanan eğitim müfredatında evrimin kaldırılması ve cihatın ise ibadet olarak eklenmesi öne çıktı. Buna her okula mescit açılma zorunluluğunu ve kamuya ait arazilerin 49 yıllığına kuran kurslarına, dini amaçla açılan yurt ve pansiyonlara bedelsiz verilmesi kararını ekleyelim. Anlaşılan odur ki Erdoğan kısa vadeli hedeflerine, uzun vadeli hedeflerine varmanın garantisi olarak bir “eğitim” seferberliğini katmış durumda. Karşısında yapılması gereken de bir başka seferberliktir. Çocuklarımızı alıp kaçırmayacağımıza göre, bu gericiliğe de teslim etmeyeceğiz. Bilimsel ve laik bir eğitim mücadelesi ister Erdoğan’ın kısa vadeli ister uzun vadeli hedeflerini ele alın, bugün açıkça diktatörlüğe karşı bir direniş ekseni olarak öne çıkmaktadır, elbette en baştan bu politik nosyonla örgütlenirse. Mesele çocuklar olduğunda, “bir mücadele edelim sonucuna bakarız” deme şansımız da yoktur. Bu mücadelenin bir parçası da hemen bugün çocukları bilimle, evrimle, düşünceyle, sorgulamayla tanıştırma seferberliğine katılacak üniversiteliler, akademisyenler ve eğitimcilerin aktive edilmesidir.
Sadece son 15 günde yaşananlar, hatta sadece eğitim alanında yaşananlar bile iktidarın krizlerinin, kısıtlarının ve bunlarla başa baş giden saldırılarının bitmeyeceğini herhangi bir “durgun”, an yaşamayacağımızı gösteriyor. Büyük kırılmalarla, krizlerle dolu bir süreçteyiz. Mücadele etmek isteyen için “gündemden” bol bir şey yok. Bugünün direniş çizgisinde ana halka diktatörlüğe karşı direnişse, artık bu ülkede elimizi uzatıp sıkıca tuttuğumuz her halkanın da ister KHK’lar, basın özgürlüğü, eğitim ya da kadın mücadelesi, ona bağlı olduğunu/bağlanması gerektiğini bileceğiz.
Yazıyı Adalet yürüyüşü ile başlattık. Öyle bitirelim. Adalet Yürüyüşü’nün de açığa çıkardığı gibi harekete yön vermek herkes aynı “şeyi” söylerken eylem ve araç önerip öne geçmekle mümkün. Aynı zamanda fiili olarak sosyalistler için kendileri dışında yaratılmış hareketin verili sınırlarını ve hareket biçimini kabul ettiklerinde, ileri hedeflerle verili harekete müdahale etmeye ve halk kitlelerini özneleştirmeye yönelik adımlar atmadıklarında hareket bittiğinde hareketsiz kalma tehlikesinin hep güncel olduğunu da.
O zaman, mesele halkayı sıkıca kavrama, ilerleme zamanı.
Dipnotlar:
[1] Cumhuriyet gazetesi davasının, toplumsal bir dava görünümüne bürünememesi de bir özne ve araç sorunudur. Cumhuriyet davasının “sahibi” kim? Önerdiği eylem aracı nedir? Bu soruların yanıtsız bırakılması nedeniyle Adliye önü eylemi dahil dava hak ettiği önemi görememiştir.
[2] Mart 2017’de MİT Alman İstihbarat örgütü BND’ye yaklaşık 300 Türkiye vatandaşının ayrıntılı bilgilerini içeren bir liste vermiş, Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere de, “Alman topraklarında casusluk faaliyetleri yürütmek yasalar kapsamında ceza gerektirir ve buna asla müsamaha gösterilemez” açıklaması yapmıştı. Bu süreçte Almanya içinde MİT kadrolarına yönelik operasyonlar gündeme geldi.
[3] Almanya’ya ve Almanya’nın hegemonik güç olduğu AB ülkelerine ekonomik bağımlılığı açık olan Erdoğan’ın bu dönüşü anlaşılır. Ancak ne Almanya’nın Cemaatçi askerleri Türkiye’ye teslim etmesi ne de cemaatin etkinliğindeki uluslar arası lobi karşısında diktatörlüğüne destek için elindeki tek güç olan yurtdışında yaşayan Türkler üzerindeki nüfuzunu korumak isteyen Erdoğan’ın Almanya’da MİT faaliyetlerinden geri durması beklenebilir. Her an yeni krizlerin açığa çıkması muhtemeldir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.