“O imza bir çığlıktı aslında, kralın yüzüne karşı çıplaksın, biz her şeyi görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz diye bağırmaktı.”
“O imza bir çığlıktı aslında, kralın yüzüne karşı çıplaksın, biz her şeyi görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz diye bağırmaktı. Belli ki biz Erdoğan’ın bu kadar hiddetli bir tepkisini beklemiyorduk ama onlar da kendi devletlû sınıflarından böyle bir çığlık beklemiyorlardı. Atılmalarda Mersin ilk sıralardan birini aldı ama sanırım bir iki özel üniversite daha erken davrandı. Kamu üniversitelerinden ilk atılan olma onuru da bana düştü”
KHK ile görevinden ihraç edilen kamu emekçilerine dair hazırladığımız dosyada beşinci öykü kamu üniversitelerinden atılan ilk akademisyen olan Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener’in.
Mustafa Şener, 1968 yılında Tarsus’ta doğdu. İlk ve orta öğretimini bu şehirde tamamladı. 1985 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. 1994 yılında Mersin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak akademik hayatına başladı. Daha sonra yine Mülkiye’de Siyaset Bilimi doktorası yaptı. Doktorasını tamamladığı 2006 yılından 2016 yılına kadar Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde çalıştı. Ocak 2016’da Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzaladığı için üniversiteyle ilişkisi kesildi. Öğretim üyeliği sırasında Eğitim Sen üyesi ve temsilcisi olarak aktif sendikacılık da yaptı. Sosyal bilimler alanında akademik bir dergi olan Praksis’in kurucuları arasındaydı ve halen yayın kurulu üyesidir. Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset: YÖN, MDD ve TİP (Yordam Kitap) isimli bir kitabı ve çok sayıda makalesi vardır. Yine Yordam Kitap’tan geçen yıl çıkan Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat adlı kitabın ortak yazarları arasındadır. Türkiye’de çalışma imkanı kalmadığı için şu an akademik çalışmalarını Almanya’da sürdürmekte, en kısa zamanda memleketine ve öğrencilerine dönebilmeyi umut etmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şener anlatıyor:
Ben ilk ve ortaöğretimi Tarsus’ta tamamladım, liseyi endüstri meslek lisesinde. Lisede okuduğum elektronik bölümü beni pek sarmadı. Sosyal ve siyasal konulara daha çok ilgi duyuyordum. Bu yüzden üniversitede siyasal ya da hukuk okumak istedim. 1985’te SBF’ye girdim. İşletme bölümüne. Yanlış bölüm tabii! İhtiyaçlarıma pek de cevap vermiyordu. Ayrıca ben üniversiteye girdiğimde 12 Eylül darbesi tank gibi geçmişti gençliğin üzerinden ve Mülkiye hoca bakımından da çok kayıp vermişti. Pek çok hoca 1402’lik olmuştu. Gene de SBF’nin ortamı, darbe sonrası olmasına rağmen pek çok açıdan öğreticiydi. SBF’de o dönemde herkes bir şeyler okur ve tartışırdı. 1989’da mezun oldum.
SBF’ye girdiğimde öğrenci derneğinin kuruluş çalışmaları vardı. 12 Eylül’den sonra öğrenci hareketi yeniden yükselmeye başlamıştı. Her türden baskıya karşın öğrenciler örgütlenmeye çalışıyordu. Sanırım dernek 1986 yılında kuruldu ve üye oldum. Ama ilk iki yılımda çok aktif değildim. Daha çok öğrenmeye çalışıyor, bol bol okuyordum. İkinci sınıftayken bir gözaltı ve tutuklanma maceram oldu. 14-15 Nisan 1987’de İstanbul ve Ankara’da ilk kitlesel öğrenci eylemleri oldu. O zaman ANAP’lı bir milletvekili verdiği bir yasa önerisiyle öğrenci derneklerini tamamen siyasi iktidarın güdümüne sokacak bir düzenleme getirmişti meclisin gündemine. Bin bir çabayla kurulan bizim derneklerimiz kapatılıyor ve tamamen güdümlü bir örgütlenme yaratılmak isteniyordu, biz de o yasa önerisinin meclisten geri çekilmesini istiyorduk.
Önce 14 Nisan’da İstanbul’da büyük bir eylem-yürüyüş oldu. Ertesi gün de biz Ankara’da Sıhhiye Parkı’nda toplandık ve oradan Meclis’e yürümek istedik. Polis yürüyüşe izin vermedi, Sıhhiye Parkı’nın köşesinde, kitleye saldırdı ve sanırım benim de aralarında olduğum iki yüz kadar kişiyi gözaltına aldı. Çok acemiydim, gözaltı ne de demek, tutuklanma ne demek bilmiyordum! Sekiz- dokuz gün gözaltında kaldık. Ankara Emniyeti’nde, bir kısmımızı o zamanların ünlü DAL’ında işkenceye çektiler. Benim payıma o vakit işkence düşmedi ama altıncı katta daracık bir odada altmış yetmiş kişi alt alta üst üste bir hafta geçirdik, doğrudan işkence görmedim ama şartlar çok kötüydü. Nefes almakta bile zorlanıyorduk.
Ama aşağıda DAL’da bazı arkadaşlarımıza ciddi işkence edildiğini biliyorduk. Bu arkadaşlar genelde dernek çalışmalarında öne çıkan arkadaşlardı. Derneklerin kurucu ve yöneticileriydi. Sonuçta DGM’ye çıkardılar bizi. DGM’ye çıktığımızda da çoğumuzda bir acemilik vardı, ne yapacağımızı nasıl ifade vereceğimizi bilmiyorduk. Ama gözaltında beklerken aramızda konuştuk ve eyleme katıldığımızı kabul etmeye karar verdik: Parkta toplanmıştık ve gidip Kızılay Postanesi’nden Meclis’e faks çekmek istemiştik hepsi bu. Sonuçta savcıya ifade verdik. Tutuklanma talebiyle mahkemeye çıktık ve tutuklandık.
Ama herkes eylemi kabul eden ifade vermedi. Kimisi tesadüfen orada bulunduğunu söyledi ve onlar salıverildiler. Eylemi sahiplenenler ise tutuklandı. Sanırım 150’ye yakın öğrenci tutuklanmıştı. DGM’nin nezarethanesinde tutuklandığımızı öğrenince bir an çok tuhaf hissetmiştim. Hiç aklıma gelen bir şey değildi cezaevine girmek. En çok da bunu babama nasıl anlatırım diye kaygılandığımı hatırlıyorum. Tutukluluk bir aydan biraz fazla sürdü, Merkez Kapalı Cezaevi dördüncü koğuştaydık. Tutuklanmış olmanın benim için en kaygı verici tarafı babamın muhtemel tepkisiydi. Tutuklandıktan sonra bir görüş günü geldi babam, ben bu korkuyla gittim görüş yerine, “şimdi fena azarlanacağım” diye, ama aksine babam çok sevecen davrandı, ben onu teselli etmeyi düşünürken o bana teselli edici şeyler söyledi. Çok sevindiğimi hatırlıyorum. Çünkü klasik muhafazakâr bir ailedir benimki. Sünni, Türk, muhafazakâr bir köydü bizimkisi ve geleneksel anlamda sağcı bir adamdı babam. Fakat beni okutmak için çok çabalıyordu ve bu yüzden çok kızmıştı bu tutuklanma meselesine ama belli etmedi. Zaten çok tartışırdım babamla, siyasi ve dini meselelerde asla anlaşamazdık ama bir şekilde kabul ederdi beni o şekilde. Hatta benimle tartışmaktan hoşlanırdı biraz. Gerçi sonuçta mutlaka kavgayla biterdi o tartışmalar, hep kavgalıydık ama sanırım her zaman da sevdik birbirimizi. İşçiydi, kapitalizmi senin benim kadar eleştirirdi aslında, ama sosyalizmi hiç gerçekçi bulmazdı.
Cezaevinden çıktıktan sonra okulda solcu öğrenciler tarafından iyi karşılandık, sırtımız sıvazlandı. Okul idaresi de kötü davranmadı, içerdeyken giremediğimiz sınavlar için ek sınav hakkı tanıdılar. Fakat yurttan atıldım. Dekan sanırım Necdet Serin ya da Güney Devrez’di o zaman. Tipik 12 Eylül yöneticisiydi ikisi de, zaten Serin dekanlıktan sonra rektör yapıldı Ankara Üniversitesi’ne, yerine de yardımcısı Güney Devrez dekan oldu. Gene de cezaevindeyken giremediğimiz sınavların yerine ek sınav hakkı vermişlerdi. 4 kişiydik Siyasaldan tutuklanan, diğerleri Dil Tarih, Hukuk, ODTÜ, Hacettepeli arkadaşlardı. Çok az kişi “eskilerdendi”, büyük çoğunluk 17-18 yaşında yeni yeni politikleşen gençlerdi. Okulun son iki yılında siyaseten daha aktiftim. SBF Öğrenci Derneği’nde özellikle son sınıfta yöneticilik de yaptım. En ufak bir siyasi faaliyetin en ağır şekilde cezalandırıldığı yıllardı. Bize ek sınav hakkı veren okul idaresi, öğrenci derneğinin düzenlediği bir toplu film izleme etkinliğinden dolayı (Yılanların Öcü’ydü film) birkaç arkadaşımızı okuldan uzaklaştırmıştı mesela.
SBF yıllarını hatırlarken unutamadığım bir şey de okulun aşçılarıdır. O zaman yemekhaneler özelleştirilmemişti ve okulun aşçıları harika yemekler yaparlardı. O zamana kadar hiç görmediğim et ve balık yemeklerini o okulda yedim ben. Öyle ki sırf yemek için okula giderdik bazen ve belki de o kısıtlı bütçemizle bizi ayakta tutan şeylerin başında o yemekler gelirdi. Buradan selam göndereyim o aşçılara, öldülerse de toprakları bol olsun. Yoksullar için ne kadar önemliydi o yemekler. Uzun kuyruklar olurdu yemek saatinde. Birkaç defa boykot olduğunda yemekleri yemeden çıkarken çok zorlandığımı hatırlıyorum. Hatta o güzelim yemekleri kimse yemesin diye hep birbirlerine falan karıştırırdık!
Okul bitince tam anlamıyla sudan çıkmış balığa döndüm. Ne yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Bürokrat falan olmak istemiyordum, Maliye Bakanlığı’na ya da bir bankaya girip dirsek çürütmenin bana göre olmadığını çoktan anlamıştım. Ama ne yapacaktım bilmiyordum. Akademisyen olmak gibi bir hayalim de yoktu. Benim gibi bir taşralıya, annesi okuma yazma bilmez, babası ilkokul mezunu bir işçi olan birine akademik düşler kurmak fazla lüks görünüyordu. Üstelik meslek lisesi mezunu biri olarak yabancı dil de bilmiyordum.
Yine de şartları zorlayarak Ankara’da kalmaya çalıştım. Arkadaşlarla kirası nispeten uygun ortak bir evimiz vardı. Babama da “iş sınavlarına çalışacağım” deyip Ankara’da kaldım bir süre daha. İş sınavlarına da pek hazırlanamıyordum doğrusu. Marksist klasikleri okumak daha cazipti! Bol bol da roman okuduğumu hatırlıyorum o dönemde. O bir yıl içinde birkaç kez daha gözaltına alındım, polis sık sık evimizi basıyordu. Hâlbuki ortada bir şey de yoktu. Sadece okuyup tartışıyorduk. Daha önce görmediğim işkenceleri bu gözaltılar sırasında yaşadım, DAL’ın ne olduğunu yerinde gözlemledim!
Daha çok öğrenmeye çalışıyordum. O kadar çok parçalı bir solumuz vardı ki zaten tüm ömrüm ‘kim kimden niye ayrılmış’ı incelerken tükenecekti az daha! Ben örgütümü seçeceksem bilinçle seçmeli, her şeyi ıcığı cıcığına öğrenmeliydim! Ama polise bunu anlatmak kolay değildi tabi, her seferinde birkaç örgüt yamadılar bana, Allah’tan hâkimleri inandıramadılar!
Ve sonra tıpış tıpış memlekete, ailemin yanına döndüm. İş meselesini biraz daha ciddi düşünmek gerektiğini anlamıştım ve yavaştan da olsa ders çalışmaya ve sınavlara başvurmaya başladım. Bir iki yazılı sınavı da kazandım fakat sözlülerde eleniyordum, böyle bir solcuyu kim işe alırdı ki! Ünlü güvenlik soruşturmalarını geçmek kolay değildi, bir de askerlik sorunum vardı. İş bulamazsam askere gitmek zorunda kalacaktım ki bu benim en son isteyeceğim şeydi. İşte tam bu sırada, köyde, şehirden gelenlerin getirdiği gazeteleri karıştırırken gözüme bir ilan çarptı. Çukurova Üniversitesi yüksek lisansa öğrenci arıyordu. Ve yüksek lisans askerliği erteletmenin en bilinen ve meşru yoluydu. Üstelik ilandan anlaşıldığına göre sınavı kazananların yabancı dilleri yeterli değilse, bir yıl ücretsiz olarak İngilizce hazırlık sınıfı okumak mümkün olacaktı. Ee o zaman bir taşla iki kuş vurabilirdim. Hem askerliği erteletir hem de İngilizce öğrenebilirdim yani. Okulun Adana’da olması da büyük avantajdı. Tarsus’tan gidiş geliş yapabilirdim ya da Adana’da çok akraba vardı, birilerinde kalabilirdim. Ankara’da, İstanbul’da falan yüksek lisans yapma lüksüm yoktu. Böylece başladı yüksek lisans, İngilizce öğrenmek de zevkli geldi bana. Sıfırdan başlıyordum, çünkü o güne kadar lisede ve üniversitede yarım yamalak bir Almanca görmüştüm yabancı dil olarak.
Güzel güzel İngilizce öğrenirken garip bir şey oldu, bir ay kadar önce girdiğim Maliye Bakanlığı’nın bir sınavını kazandığımı öğrendim, Muhasebat Kontrolörlüğü diye bir şeydi. Okula devam etmekle işe başlamak arasında açmazda kaldım. Gönlüm okuldan yanaydı ama aileme daha ne kadar zaman yük olabilirdim ki? Karar vermekte çok zorlandım. Ömür boyu maliye memuru olarak çalışamayacağımı çok iyi biliyordum. Bu benim için hayatın bir işkenceden ibaret olması demekti, ama muhtemelen bana hiçbir şey kazandırmayacak bir master için de zaten yoksul bir aileye daha ne kadar yük olabilirdim. Sonuçta aile işten yana ağırlığını koydu, ben de ufak bir açık kapı olduğunu öğrendiğim için çok da direnmeden kabul ettim bunu. Açık kapı şuydu: Okuldaki kaydımı bir yıl süreyle dondurabiliyordum. Böylece bir yıl sonra istersem okula dönebilecektim. Maliye Bakanlığı Ankara’ya altı aylık bir kursa çağırıyordu sınavı kazananları ve 1991 yılının ilk günlerinde memuriyet hayatına başladım. Aslında bir nevi öğrencilikti bu da, tam zamanlı olarak mesleki eğitim görüyorduk. Gene de çok sıkıcıydı, çok yabancı hissediyordum kendimi. Altı ay sonra kurs bitti, sınavlar yapıldı, kazandım. Atama yapılacaktı kurs sonunda. Türkiye’nin dört bir yanına dağılacaktık. Ben Adana’daki yüksek lisans kaydımı öne sürerek tayinimin Adana’ya yapılmasını istedim. Tuhaf bir şeklide kabul edildi. Haklarını teslim etmek gerek, o zamanki eğitimi veren bürokratlar yüksek lisans ve doktora eğitimini teşvik etme yanlısıydılar.
Adana’ya yaptılar tayinimi, gittim başladım işe. Fakat okul açılınca defterdar dersler için izin vermedi, aslında sorun hazırlık sınıfı okuyacak olmamdı. Hazırlık sınıfı devam istiyordu ve benim derslerin en azından yüzde yetmişine girmem gerekiyordu. İlk bir iki ay biraz izinle, biraz raporla biraz kaytarmayla idare ettim. Ama böyle devam edemeyeceği açıktı, bir karar vermek zorundaydım. Ya işi seçecektim ya da okulu, ki bu meslekten istifa demekti. Çok zor bir karar oldu, bir taraftan artık deneyerek de görmüştüm ki memurluk bana göre değildi. Ömrümün 25 senesini böyle geçiremezdim. Öte yandan iyi sayılacak bir maaşım vardı, ailemin böyle maaşı olan bir işten vazgeçmemi anlayabileceği şüpheliydi. Epey tartıştık, sonunda istifa etmeye karar verdim. Ailem hoşnut olmadı bu karardan ama yekten de karşı çıkmadılar. Sevgili babam kendisine dini ve siyasi meselelerde hep karşı çıkmış oğlunun bu kararına karşı da saygılı davrandı. Defterdarın önüne istifa mektubumu koydum havalı bir şekilde. Dairedeki bütün arkadaşlar küçük bir şok yaşadılar, akılları pek almadı bu istifayı. Nasıl olurdu da hiçbir güvencesi olmayan birisi gül gibi işini bırakarak istifa ederdi.
Okula döndüm ve hazırlık sınıfını okudum. Fakat Çukurova Üniversitesi’nin benim için tam bir hayal kırıklığı olduğunu da söylemeliyim. Ankara’daki ortamdan sonra Adana tam bir köy gibi gelmişti bana. Adana’daki üniversiteyi ve üniversite öğrencilerini çok yadırgamıştım, kimse bir şey okumuyordu. Öğrencilerin elinde ne bir gazete ne bir kitap görmek mümkündü. SBF’de neredeyse bir şey okumadan boş boş oturanı döveceklerdi hâlbuki! Siyasalın ünlü alt kantininde her masada birkaç gazete ve kitap olurdu kesinlikle, koridorlardaki kalorifer peteklerinin üstünde de herkes bir şeyler okur, en azından ders çalışırdı, oysa Çukurova’da manzara tamamen farklıydı. Hocalarla bir şey tartışmak imkânsızdı. Konuşacak insan bulmakta bile zorlanıyordum. Dersler de çok sıkıcıydı haliyle, gene de yüksek lisans derslerini verdim bir yılda.
Hayatımda işsizlik ve parasızlık had safhaya varmıştı ama master yaparken, akademisyenlik konusunda “acaba” dedirten bir gelişme oldu. 1992 yılında birdenbire bir sürü yeni üniversite kuruldu. Merkez üniversitelere girme hayalini fazla lüks bulan benim gibiler için bir umut doğmuştu. Tamam, Ankara ve İstanbul bizi beğenmezdi ama belki bu taşra üniversitelerine girebilirdik. 1993 yılından itibaren bu üniversiteleri takip etmeye başladım. 4-5 üniversitede açılan sınavlara başvurdum. Bunların İngilizce ve yazılı bilim sınavlarını çok zorlanmadan geçmeme rağmen sözlü sınavlarında eleniyordum. Şimdi herkes AKP ile başladı sanıyor ama yurdum üniversiteleri o zaman da tarikatların ve faşistlerin yuvasıydı ve solcu birinin aradan sıyrılıp girmesi kolay değildi.
Üniversite çevreleriyle çok ilişkim yoktu ama Mersin’in diğerlerinden biraz farklı olduğu, orada tarikatların ya da faşistlerin değil de sosyal demokratların ağırlıkta olduğu söyleniyordu. Bu nedenle orayı da denemeye karar verdim, olmasaydı sanırım bir daha da hiçbir yere başvurmazdım. Epey yılmıştım çünkü. Sonunda Mersin Meslek Yüksekokulu’nda Öğretim Görevliliği için yapılan bir sınavı kazandım. Tam istediğim yer olmasa da, memnundum, memurluktan istifa ettikten tam iki buçuk yıl sonra yeniden bir işim olmuştu, hem de üniversiteye girmiştim.
1994 yazında işe başladım, eylül ayında yedi ay için İngiltere’ye gittim. YÖK meslek yüksekokulu hocalarını eğitim için Dünya Bankası desteğiyle yurtdışına eğitime gönderiyordu. Dönüşte 1998 yılına kadar yüksekokulda hocalık yaptım. Tabii siyasi arayışlar ve sendikal mücadele de devam ediyordu. O zamanlar bir ÖES (Öğretim Elemanları Sendikası) vardı. Hemen bu sendikaya üye olmuştum ve bir yıl kadar sonra da sendikanın yönetim kuruluna girdim. Kendi çapımızda epey etkili bir sendikacılık yapıyorduk.
Sonunda üniversiteye girmiştim ama çok mutlu değildim. Hep kurtulmak istediğim işletmecilikten kurtulamamıştım. Pazarlama ve ticaret hukuku dersleri vermek çok da istediğim şeyler değildi. Tarih, sosyoloji, siyaset falan okumak ve tartışmak istiyordum. Bu yüzden doktoramı siyaset biliminde yapmaya karar verdim. Fakat SBF’de siyaset bilimi doktorasına başvurmaya cesaret edemedim ilk yıl. Biraz yakın bir alan olması açısından gene kamu yönetimi ve siyaset bilimini anabilim dalı içinde yer alan yönetim bilimleri bölümüne başvurdum. Fakat bu sınavı, aslında gayet iyi de geçmesine rağmen kazanamadım, daha doğrusu o zamanki hocalar beni almadılar, aslında 10 kişilik bir kontenjan vardı, ben de üçüncü olmuştum ama ilk iki kişiyi aldılar sadece.
Hemen ardından Hacettepe’nin siyaset bilimi doktora sınavına girdim ve oraya alındım, ama hocaların bir şartı vardı. Yabancı bir alandan geldiğim için bir yıl bilimsel hazırlık sınıfı okumamı istediler. Doğrudan doktora derslerine başlamadan önce bir yıl boyunca lisans ve yüksek lisans düzeyinde siyaset bilimi dersleri alacaktım. Seve seve kabul ettim ve sonraki bir yıl Mersin’den gidiş geliş yaparak Hacettepe’de bu dersleri tamamladım. Bir yandan da Mersin’de haftada 15 saat ders veriyordum. Sonuçta çok yorucu ama yararlı bir yıl oldu. O bir yılın sonunda Hacettepe’nin de gönlümdeki yer olmadığı anlaşıldı. SBF’de bir kez daha şansımı denemeye karar verdim ve bu kez doğrudan siyaset biliminden başvurdum doktora sınavına ve kazandım. Doktora mülakatında özellikle rahmetli Yavuz Sabuncu hocanın şaşkınlığını hiç unutmuyorum. ‘Yahu’ demişti ‘şimdi herkes tersini yapıyor, yani herkes işletmeciliğe yöneliyor, para orda gelecek orda, sen niye tam tersini yapıyorsun? İşletmeciliğe devam etmek ve gelecekte muhtemelen büyük paralar kazanmak varken emin misin siyaset bilimi doktorası yapmak istediğine?’
Sonunda istediğim yerdeydim. SBF’de siyaset bilimi doktorası yapacaktım. Çok sevindiğimi hatırlıyorum. Hiçbir zaman pişmanlık duymamıştım Maliye’den istifa ettiğime, ama şimdi nihayet doğru yerde olduğum için daha da memnundum. İyi ki kalmamıştım o memurlukta. Memnuniyetim birkaç ay sonraki bir gelişmeyle doruğa çıktı. Mersin İİBF Kamu Yönetimi bölümünde siyaset bilimi anabilim dalında araştırma görevliliği sınavı açıldı. Hemen gidip oradaki hocalarla konuştum ve bu sınava girmek istediğimi söyledim. Sınavın en önemli şartı ilgili alanda doktora öğrencisi olmaktı ve ben de daha yeni de olsa bu şartı sağlamıştım. Böylece 1998 yılının Eylül ayında Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde siyaset bilimi araştırma görevlisi oldum. SBF’de de doktora yapacaktım, bundan iyisi can sağlığıydı.
SBF’de 1998 Ekim’inde siyaset bilimi doktorasına başladım. YÖK ve Mersin Üniversitesi de beni mecburi hizmet karşılığı epey borçlandırarak Ankara’ya gönderdiler. O zamanın parasıyla 3-4 milyar borçlandıran bir senet imzalamıştım, iyi paraydı. Bundan kurtulmak için doktorayı başarıyla bitirmek ve dönüp Mersin’de en az Ankara’da bulunduğum süre kadar çalışmam lazımdı. Epeyce stres yaratıyordu üzerimizde. Hadi dönüp çalışmaya gönüllüyüz diyelim ama bir de başarısız olma ihtimali vardı. Doktoranın herhangi bir aşamasında okulla ilişkimiz kesilse bu milyarlarca borcu faiziyle birlikte ödemek zorunda kalacaktık. Bu tür stres kaynaklarına rağmen Ankara’daki doktora yıllarımın keyifli geçtiğini söyleyebilirim. SBF’nin o her geçen gün her bakımdan yeni şeyler öğrendiğim koridorlarına geri dönmüştüm. Sadece açılan derslerden ve hocalardan değil, doktora arkadaşlarımdan da çok şeyler öğrendiğim beş-altı yıl geçirdim Ankara’da. Sendikal ve siyasal mücadelenin bir ucundan tutmaya da devam ediyordum.
Doktoranın ilk yıllarında belki yaptığımız en anlamlı iş Praksis dergisini çıkarmak oldu. Dergi hala çıkıyor, 50. sayıya yaklaştık. Dergiyi çıkarmamız şöyle bir saptamaya dayanıyordu: o yıllarda her telden “postçu” akım Türkiye’de çok popüler olmuştu: post-Marksizm, post-modernizm, post-yapısalcılık… Bunlara paralel olarak radikal demokrasi tartışmaları… Akademik yayınlar bu türden makalelerle doluydu, her gün bu türden bir kitap çevriliyordu. Böyle bir ortamda “Marksist” bir akademik derginin yokluğunu hissediyorduk ve bu boşluğu en azından bir parça doldurmaya aday bir dergi yapmak istiyorduk. Girişim önce Siyasal’da başladı, bir süre sonra ODTÜ’de de bu türden bir dergi çıkarmak isteyen bir grubun varlığından haberdar olduk ve onlarla bir araya geldik, frekanslar uyuşunca da 2000 yılının hemen başında Praksis birinci sayıyı çıkardık. Üç aylık sosyal bilimler dergisi olarak. Derginin kendisinden çok dergiyi çıkarma sürecindeki tartışmalarımız çok heyecanlıydı. İlk yedi-sekiz sayıyı çıkarana kadarki süreçte her makaleyi kılı kırk yararcasına tartıştığımız toplantılar çok zevkli ve öğreticiydi.
Doktoranın ilk yılında dersleri verdim, ikinci yılda artık tez konusunu seçmek gerekiyordu. Yeterlilik sınavını geçtikten sonra sol hareketler üzerine bir şeyler yapmaya karar verdim. Malum devrim falan yapamıyorduk, belli olmuştu. 1980’lerin sonunda bir süre yükselen dalga 90’ların ortasını bulmadan inişe geçmişti ve sürekli irtifa kaybediyorduk. O zaman biraz kendi tarihimize bakayım dedim. Nerden nereye, nasıl geldik? Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset: MDD, TİP, YÖN kitabı işte o doktora tezinden çıktı.
2006’nın sonunda tez bitti, 2007’nin Mart’ında Mersin’e döndüm. Ankara’ya gidişimden hemen sonra Mersin Üniversitesi’nde bir “darbe” gerçekleşmişti. Üniversitedeki sözüm ona solcu kadrolaşmadan rahatsız olan YÖK, 1998 yılında alelacele bir tıp fakültesi kurdurup onun dekanını rektörlük seçimlerine sokmuştu. Sonuçta kazanamamıştı bu kişi (Uğur Oral) ama ne gam, YÖK onu atamıştı hemen. ATA öğretim üyesi askeri tabip olan Uğur Oral güya Kemalist ya da sosyal demokrat ama gerçekte faşizan, baskıcı biriydi. Oral solcu ya da Kürtçü diye kodladığı öğretim elemanları üzerinde korkunç bir baskı kurdu. Kadro vermemeler, mesai baskıları, ıvır zıvır nedenlerden açılan soruşturmalar… Ben döndüğümde Uğur Oral dönemi sona ermişti. Doktoramın biraz uzun sürmesinin böyle iyi bir tarafı oldu.
Ondan sonra gelen Süha (Aydın) hoca gene GATA kökenliydi ama Oral’a göre daha ılımlı biriydi. Süha hoca kadro dağıtımında falan hep adaletli olduğunu ileri sürerdi ama bu doğru değildi. Belki Oral zamanındaki haksızlıklar biraz azalmıştı ama yine de kadrosu verilmeyenler oluyordu. Benim Ankara’dan döndükten sonra yardımcı doçent kadrosuna atanmam gerekiyordu ama bu atama tam üç yıl sonra gerçekleşti. Hep kadro ilanı bekliyordum ama bir türlü çıkmıyordu. Bir keresinde gidip bizzat rektöre sordum “Benim kadromu niye vermiyorsunuz” diye. Süha hoca çok da renk vermek istemedi ama bir taraftan da Anadolu’nun başka üniversitelerinde de bizim gibi yetişmiş elemanlara ihtiyaç olduğunu söyleyerek kendime başka yerde kadro aramam gerektiğini ima etti. Hiçbir yere gitmeyeceğimi, hayat planımı Mersin üzerine kurduğumu daha kendisi Mersin’de yokken Mersin Üniversitesi’ne emek verdiğimi söyledim. Unvandan öte işin bir de maddi boyutu vardı, gerçekten bu işi parası için yapmıyorduk ama sonuçta yanı başında aynı işi yaptığın kişiden çok daha az maaş almak da saçma geliyordu. Türkiye’de öğretim üyelerinin maaşı hep düşük kalmıştır. Örneğin hâkim ve savcılara, subaylara, teknik personele göre vs. Bu açığı piyasaya iş yaparak kapatan çok öğretim üyesi de olmuştur her zaman. Üniversitelerin ve eğitimin ticarileşmesini hızlandırmıştır bu süreç. Yaz okulları, ikinci öğretimler falan… Ben bu işlere hiç bulaşmadım, ne yaz okulu açtım ne de ikinci öğretime bulaştım. Bölüm olarak da rektörlüğün ikinci öğretim açmamız yönündeki baskılarına karşı direnmiştik.
Öğrencilerimle aram iyiydi. Sanırım fena bir hoca değildim. Ders anlatışımı genelde beğenirdi öğrenciler. Türk Siyasal Hayatı gibi bazı dersler çok zevkli geçerdi hem benim hem öğrencilerin açısından. Türkiye siyaseti hakkında konuşmak, güncel siyasete dair çözümlemeler öğrencilerin hoşuna giderdi. Bazıları önce küçük bir şok da yaşarlardı, ders sırasında resmi tarihin epeyce dışına çıkardık çünkü. Kürt meselesini, laiklik sorununu, Türkiye’nin sınıfsal yapısını vs. konuşmak çok şaşırtıcı gelirdi bazı öğrencilere. Sonuçta da derse ilgileri birkaç kat artardı. O dersin sonunda pek çok öğrenciden özel bir teşekkür almışımdır ufuklarının açılmasına yardımcı olduğum için. Rahat bir hocaydım sanırım, karışmazdım pek öğrencilere, her türlü görüşü tartışırdık. Şimdiye kadar okuttuğum tek bir öğrenci bile sınıfta taraflı davrandığımı şu ya da bu nedenle ayrımcılık yaptığımı söyleyemez.
O günlerde ben Eğitim-Sen’in Mersin Üniversitesi Temsilciliği’nin başkanlığını da yürütüyordum. Mersin Üniversitesi’nde Eğitim-Sen örgütlenmesi epey eskilere dayanıyor. Bu örgütlenmeyi bir şube ya da temsilciliğe dönüştürmeyi uzun zamandır hedefliyorduk. Bunu birkaç yıl önce başarabildik. 2013 yılıydı, şube açmak için yeterli üye sayısına sahip değildik ama temsilcilik açmak için genel merkeze başvurduk ve başvurumuz kabul edildi. Bir yıllık bir kuruluş döneminden sonra 2014 başında yapılan genel kurulla beş kişilik bir temsilciler kurulu oluşturduk. Görev bölüşümü sırasında da arkadaşlar benim “baş temsilci” olmamı uygun gördüler. Genel kurul sırasında verdiğimiz bir önergeyle temsilciliğimizde “eşbaşkanlık” uygulamasını hayata geçirmeye karar vermiştik. Eğitim-Sen tüzüğünde de olmayan bu uygulamayı ilk defa Mersin Üniversitesi’nde hayata geçirdik. Ben eşbaşkanlardan biri oldum, diğer eşbaşkan da kendisi de şimdi KHK’lı olan Bediz Yılmaz’dı.
Biz göreve geldiğimizde önümüzde sıkıntılı günlerin olacağı belliydi. Rektörlük seçimleri yaklaşıyordu ve AKP iktidarının artık Mersin Üniversitesi’ne “yandaş” bir rektör atayacağı çok açıktı. 2014 yılında yapılan yerel seçimlerde Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin MHP’ye geçmesiyle birlikte tüm Mersin’i ve üniversiteyi zor günlerin bekleyeceği iyice kesinleşmişti. Bu çevrelerin gözünde Mersin Üniversitesi solcuların kalesiydi ve dolayısıyla fethedilmesi gereken bir yerdi. Belediyenin el değiştirmesini takiben üniversitede ülkücü öğrencilerin görünürlüğü ve saldırganlığı artmaya başladı. Asıl değişim yapılan rektörlük seçimlerinde üçüncü olan ve aslında toplam üniversite öğretim üye sayısının ancak yüzde 12’sinin oyunu alan Ahmet Çamsarı’nın rektör olarak atanmasıyla yaşanacaktı. Rektör ilk atandığı günlerde rengini çok belli etmedi. Sendika temsilciliği olarak ziyarete gittiğimizde “Kendisinin de geçmişte hakları çiğnenmiş, kadrosu geç verilerek mağduriyet yaşamış birisi olduğunu, ama kendi döneminde asla bu türden mağduriyetler yaşanmasına izin vermeyeceğini, üniversite içinde çok seslilikten yana olduğunu, farklı görüşlerin üniversite içinde dillendirilmesinin kendisini rahatsız etmeyeceğini, hatta bunun bir üniversite için bir zorunluluk olduğunu, şiddete başvurulmaması kaydıyla radikal görüşlerin bile üniversitede tartışılması gerektiğini” ifade etmişti. Bu söylediklerinin bizim için inandırıcılığı baştan zayıftı. Siyasi ve akademik geçmişi herhangi bir özgürlük vaadini inandırıcı kılmıyordu. Çamsarı’nın Erdoğan’a özel bir hayranlık beslediği de konuşuluyordu. Kendisi de saklamıyordu zaten. Rektörlük koltuğuna oturur oturmaz odasına Erdoğan’ın portresini asmakta beis görmemişti. AKP, MHP’nin de desteğiyle artık Mersin Üniversitesi’ni fethetmeye kararlıydı ve Çamsarı’nın da bu iş için uygun adam olduğu anlaşılıyordu. Zaten Çamsarı’nın AKP’den çok MHP’ye yakın olduğu da konuşulan bir şeydi üniversite içinde.
Biz bu zihniyetin nasıl bir demokrasi ve özgürlük getireceğini tahmin edebiliyorduk!
Rektör ve yardımcılarının şu tavrı en baştan net olarak ortadaydı: bu üniversiteye demokrasi ve özgürlük gelecekse onu da biz getiririz, ne çalışanlardan ne de sendikalardan akıl ya da destek almaya ihtiyacımız yok.Tipik devlet aklı ya da bu topraklarda yüzlerce yılın yönetme pratiği yani. En iyisini zaten biz biliyoruz, ne gerekiyorsa biz yaparız…
Çok geçmeden emareler ortaya çıktı zaten. Öğrencilere açılan soruşturmalar artmaya başladı, idari personelin yerleri değiştirilmeye başlandı. İdari personelde büyük bir huzursuzluk vardı. Sendika olarak bu konuda defalarca görüştüysek de bir sonuç alamadık. Bir ara sendikamızın en etkin üyelerinden dördünü de ilçelere sürmeye kalktılar, biz buna direndik. Yemek boykotları basın açıklamaları vs. yaptık ve sonunda arkadaşlarımızın sürgününü durdurmayı başardık.
Barış imzalarının hazırlığını 2012’den itibaren kendilerine Barış İçin Akademisyenler diyen grup yaptı. Bu grup aslında öyle ciddi bir örgütlenmeye sahip değildi. Sadece Kürt illerinde sürüp giden savaşa karşı barışçıl bir çözüm arayışında olan bir grup akademisyenin bu amaçla bir araya gelerek çabalarını ortaklaştırmak istediği bir platformdu. Çok da aktif değildi doğrusu.
Çok ağır, kabus gibi günler yaşıyorduk o süreçte. 7 Haziran seçimlerinden sonra Erdoğan’ın ve aslında devletin barış sürecini sonlandırarak savaş politikalarına dönmesiyle birlikte bölgeden her gün çok acı haberler geliyordu. En son Cizre, Sur, Nusaybin gibi yerlerde yaşanan çatışmalar, sokağa çıkma yasakları, cesetleri buzdolabında saklanan çocuklar. Ve bütün bunları çaresizce seyretmek zorunda kalmak… Bütün bunlar çok ağırdı. İşte bu süreç doğurdu ‘Bu Suça Ortak Olmuyoruz’ bildirisini.
Gözümüzün önünde her gün korkunç suçlar işleniyordu ve en azından bu suçu gördüğümüzü haykırıyorduk o bildiriyle. 11 Ocak 2016’da o bildiri kamuoyuna açıklandı ve açıklanır açıklanmaz da Erdoğan bizleri hedef gösteren bir konuşma yaptı. Arkasından aleyhimizde medya kampanyaları, internet sitelerinden tehditler, kanımızda duş alma fantezileri kuran mafyöz tipler falan…
Barış imzalarını attığımızda bu kadar etkili olacağını düşünmüyorduk. Daha doğrusu bu kadar çok tepki çekeceğini, okullarımızdan atılacağımızı düşünmüyorduk! Şahsen o metni imzalarken attığım binlerce imzadan çok da farklı sonuçlar yaratacağını düşünmemiştim, biz solcular 12 Eylül’den bu yana imza toplamayı da mücadele yöntemlerinden biri olarak sürdürüyoruz, hatta kimi zaman artık işlevi kalmadığını, anlamsızlaştığını da düşünüyoruz ama gene de vazgeçemiyoruz. Hiçbir şey yapamıyorsam bir imzadan da niye imtina edeyim ki diye bakıyordum ben meseleye. Burada imzayı bu kadar önemli kılan Tayyip Erdoğan’ın özel ilgisi ve hiddeti oldu. Doğru zamanda doğru bir söz etmişiz demek ki, gerçekten de biraz özel bir andı o dönem, siyasi gelişmeler açısından. Türkiye Kürt siyasetinde ciddi sonuçları olacak bir makas değişiminin ortasındaydı. Kısa süreli bir ‘çözüm- müzakere sürecinden’ sonra 90’lı yıllardaki şiddet politikasına geri dönüyordu.
O imza bir çığlıktı aslında, kralın yüzüne karşı çıplaksın, biz her şeyi görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz diye bağırmaktı. Doğru yer ve zamanda atıldığı için de etkili oldu. Belli ki biz Erdoğan’ın bu kadar hiddetli bir tepkisini beklemiyorduk ama onlar da kendi devletlû sınıflarından böyle bir çığlık beklemiyorlardı.
Atılmalarda Mersin ilk sıralardan birini aldı ama sanırım bir iki özel üniversite daha erken davrandı. Kamu üniversitelerinden ilk atılan olma onuru da bana düştü yanılmıyorsam.
Henüz 15 Temmuz darbe girişimi de olmamıştı. Ocak ayındaydık. Bizim rektör imzacıları temizleme işinin yöntemi olarak sözleşmesi gelenlerin sözleşmesini yenilememeyi tercih etti, imzalar kamuoyuna duyurulduğunda benim sözleşmem tam da rektörün masasına yeni gelmişti imza için. 15 gün kadar sonra sözleşmeyi imzalamayacağını açıkladı. Yine o günlerde Tarsus’taki yüksekokuldan barış imzacısı Yasemin Karaca arkadaşımızın da sözleşmesi gelmişti, rektör onu da imzalamadı ve süreç böyle devam etti.
Bildiri bir anlamda yerini bulmuştu. Suç ifşa edilmişti. Suçüstü halinde yakalanmışlardı, ondan olmalıydı bu korkunç kin ve nefret dalgası… İsimlerimiz ve fotoğraflarımız çarşaf çarşaf gazetelerde teşhir edildi. Ee sevgili “özerk-demokratik” üniversitelerimiz de bu dalgaya bigâne kalamazlardı tabii! Hemen harekete geçtiler ve art arda soruşturmalar açılmaya başlandı.
Bazı vakıf üniversiteleri çok atik davranarak nasıl bir emir eri pozisyonunda olduklarını gösterme yarışına girdiler. Mersin Üniversitesi de geç kalmamaya çok kararlıydı, Erdoğan hayranı rektör baltayı aldı hemen eline ve kesip biçmeye başladı. Daha ilk günlerde tavrını açıkça ilan etti. İmzacıların bu üniversitede yeri yoktu. Reis ne derse kendisi fazlasıyla yapacaktı tabii ki, imzacı akademisyenler sözleşme ile çalışıyorlarsa sözleşmeleri uzatılmayacaktı, doçent ve profesörlere bir ceza kendisi kesemiyordu şimdilik ama onların hakkında da YÖK gerekeni yapacaktı nasıl olsa…
Benim sözleşmem 13 Ocak’ta sona eriyordu, imzalar 11 Ocak’ta açıklandı! Sözleşme uzatılması için gereken prosedürü çoktan tamamlamıştım. Dosyam hazırdı, gerekli koşulları yerine getiriyordum, bu üç profesörden oluşan jüri tarafından teyit edilmişti. İş sadece rektörün son imzasına kalmıştı. Bir-iki haftalık bir tereddütten sonra Ocak sonunda rektör sözleşmemin uzatılmayacağını bölümüme bildirdi. Ocak ayı sonunda atıldığım kesinleşti. Arkadaşlar arasında, fakültede ve özellikle bizim bölümde küçük bir şok yaşandı. O sırada bizim Yasemin (Karaca) de endişeliydi. Onun uzatma dosyasında da sorun çıkartmışlardı ve bekletiyorlardı. Çok geçmeden onun sözleşmesinin de uzatılmayacağı anlaşıldı.
Aramızda konuştuk, ilk olarak sanırım aramızdaki profesörlerden oluşan bir heyetin rektörlükten randevu isteyerek bu konuyu görüşmesine karar verildi. Fakat rektör o konuşmada tavrını açıkça koydu. Arkadaşlarımıza yardımcı doçent ve araştırma görevlilerinin sözleşmelerinin uzatılmayacağını, doçentlerin profesör yapılmayacağını falan söylemiş. Konuyu sendikaya da taşıdık, Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun gündemine de. Buralardan bir tepki geliştirilmeye çalışıldı, basın açıklamaları vs. yapıldı. Okulda bazı küçük protestolar yaptık. Yemekhanede konuyu gündemleştirmeye çalıştık, bildiriler dağıttık, küçük forumlar organize ettik falan… Ama büyük bir protesto eylemi örgütlemek mümkün olmadı. Büyük bir korku atmosferine teslim olmuştu üniversite.
Öğrencilerimiz sağolsunlar bize destek için bir şeyler yapmaya çalıştılar. Ama onlar için de çok zor zamanlardı. Neredeyse her gün yeni bir soruşturmayla karşılaşıyorlar, uzun uzaklaştırma cezaları alıyorlardı. Bir de dönem arasına denk geldiği için bu olaylar zamanında okulda öğrenci azdı zaten. Yine de öğrencilerin sevgi ve desteklerini sunmaları o zaman için en önemli moral kaynağıydı bizim için. Bir sabah geldiğimizde kapılarımızı kuş ve kelebek desenli destek mesajlarıyla dolu buluyorduk, ertesi gün bizim öğrencimiz oldukları için gurur duyduklarını söyleyen küçük afişler asıyorlardı. Üzüntüsünden gözleri dolan çok sayıda öğrencimiz olduğunu da söylersem abartmış olmam. Özellikle türbanlı bir öğrencimizin bizim kapılarımızın önünden her defasında ağlayarak geçmesini hiç unutamıyorum.
Aynı desteği maalesef meslektaşlarımızdan göremedik. Çok az sayıda akademisyen bizim yanımızda durmaya cesaret edebildi o süreçte. Çoğu yaşananları görmezden gelmeyi tercih etti. Bizimle birlikte görünmemek için koridorlarda yönünü değiştirenler, yemekhanede ya da kafeteryalarda yan yana görünmemek için kırk takla atanların sayısı, yanımıza gelerek en azından üzüntülerini bildirenlerin sayısından kat kat fazlaydı. On yıllardır aynı koridorları paylaştığımız fakülte arkadaşlarımızın da pek çoğu en ufak bir dayanışmayı esirgediler maalesef.
Beni attılar atmasına da ilk anda bu hukuksuzluğa kılıf bulmakta epey zorlandılar. Hatta acayip absürt işler yaptılar. Doğrudan imzacı olduğundan dolayı uzatmıyoruz sözleşmeyi diyemediler ilk başta. Onun yerine bir resmi yazının bizim fakülteden kendi rektörlüklerine geç iletilmesini gerekçe gösterdiler ki akıllara zarar bir gerekçeydi bu. Tamamen benim dışımda, idarenin kendi iç işleyişindeki bir aksaklıktan beni sorumlu tutup cezalandırmak gibi dünya saçma işler ansiklopedisine girecek bir gerekçe uydurup bunu da hiç yüzleri kızarmadan bir resmi yazıya dönüştürebildiler. O diplomalı hukuk müşavirleri de utanmadan bu saçmalığın altına uygundur yazısı yazabildi. Bu uyduruk gerekçe daha sonra idari mahkemeden döndü ve ben yürütmeyi durdurma kararı aldım Nisan ayında. Fakat rektörlük bir üst mahkemeye itiraz etti ve bu kez imza meselesini ortaya attı, hakkımızda açılan soruşturmalardan söz açtı ve zaten iyice siyasallaşmış olan mahkeme de bu gerekçeleri görünce alt mahkemenin yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Bu da ayrı bir hukuk garabetiydi. En temel hukuk ilkeleri ihlal ediliyordu açıkça. Masumiyet karinesi denen bir ilke vardır, aksi ispat edilene kadar herkes suçsuzdur diye ve bizim hakkımızda henüz ispat edilmiş hiçbir suç yoktu. Sadece soruşturmalar vardı. Daha trajikomik olan şey şuydu: Bu soruşturmalar rektörlük benim sözleşmemi uzatmamaya karar verdikten sonra açılmıştı. Yani ben önce atılmıştım, sonra hakkımda bazı uyduruk soruşturmalar açılmıştı ve buna rağmen benim atılma gerekçem olarak o soruşturmalar gösteriliyordu! Koskoca bir bölge idare mahkemesi de bunu hukuka uygun buluyordu…
Bu arada açılan o soruşturmalardan üçünün davaya dönüştürüldüğünü ve şu ana kadar sonuçlanan ikisinden beraat ettiğimi de belirteyim.
Bir de kendilerinin açtığı idari soruşturma var ki o da ayrı bir garabet. İmzadan dolayı bir soruşturma açtılar, ki ben gene o soruşturma açılmadan önce işten atılmama rağmen olay zamanını esas alarak beni soruşturmaya dahil ettiler. Ama o soruşturmada suç isnadının ne olduğu bile belli değildi. Bizi neyle suçlayacaklarını bilmiyorlardı. Zaten o sırada YÖK’ün geçerli bir disiplin yönetmeliği yoktu. Var olan yönetmelik bir yıl kadar önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. 657’ye sığdırmaya çalıştılar onu da beceremediler. Ve halen bekletilmekte o soruşturma. Sanırım açılan ceza soruşturmasının sonucunu bekliyorlar. Ama o ceza soruşturmasında da aynı belirsizlik ve keyfiyet var. Aradan bir buçuk yıl geçmesine rağmen orada da hangi suçtan yargılanacağımıza karar veremediler bir türlü!
Aslında sorun şu: O bildiride herhangi bir suç olmadığını bütün hukukçular gayet iyi biliyorlar. Siyaseten Tayyip’e rağmen bir beraat kararı da veremediklerinden oyalayıp duruyorlar. Bu süreçte birden fazla hukuk cinayeti işlendi ki böylesine artık hukuk katliamı denebilir kanımca. Herhalde ilerde memlekete azıcık bir demokrasi gelirse, hukuk fakültelerinde ‘hukuk nasıl katledilir’ başlığı altında örnek olay olarak okutulabilecek bir vaka oldu bizim durumumuz.
Barış imzaları için okulda soruşturma açıldığında rektörlüğün prosedüre göre bizden sözlü savunma da alması gerekiyordu fakat sadece yazılı savunmalarımızı istediler. Soruşturma komisyonu üç rektör yardımcısından oluşuyordu ve şahsen ben bu yardımcılara sözlü bir savunma yapmayı çok istiyordum. Çünkü bunlardan biri seçimlerde rektör adayıydı ve seçilemeyince, daha doğrusu atanamayınca Çamsarı’nın önerisini kabul ederek onun yardımcılığını üstlenmişti. Bu yardımcının adaylığı sırasındaki vaatleriyle şimdiki konumu arasındaki çelişkinin altını çizmek, adayken vaat ettiği akademik özgürlük vaatleriyle şimdi düşüncesinden ötürü en ağır yaptırımlara maruz bırakılanların soruşturmacısı olmak arasındaki yaman çelişkiyi kendisiyle biraz tartışabilmek isterdim ama ne yazık ki karşımıza çıkmadılar. Yazılı soruşturmamızı üniversite sekreteri ile hukuk müşavirliğinden bir avukat aldılar.
Atılmam biraz ani olduğu için sarsıldım doğrusu. İmzanın duyulmasından sonra yaşanan gelişmeler, sözleşmesi rektörün masasında olan biri olarak biraz kaygılandırmıştı beni. Fakat tuhaf şey, arkadaşlardan neredeyse hiçbiri rektörün o imzayı atmayacağına ihtimal vermiyordu. “O iş ayrı bu iş ayrı” diye düşünüyordu bizim arkadaşlar; rektör kimsenin özlük haklarına halel getirmeyeceğini defalarca ilan etmemiş miydi adaylığı boyunca? Galiba bizim tarafın hep böyle iyimser ve hatta naif bir tarafı oluyor bu işlerde. Zaten son iki yıldır hep böyle yaşamadık mı? Hep “bu kadarı da olmaz” dediklerimiz geldi bir bir başımıza. Faşizm kapımızda, hatta kapıyı çoktan açıp içeri adımını atmış, hala pek çoğumuz “bundan daha kötüsü olmaz” diye düşünüyoruz. Bu duygu üzerine biraz düşünüp tartışmamız gerekiyor bence, nasıl bu kadar naif olabiliyoruz böyle bir coğrafyada, böyle bir tarihe ve devlete sahipken? Gerçi bazen de düşünüyorum da, belki de bu naif tarafımız bizi hala insan tutabilen.
11 Ocak sonrası gelişen olaylardan ve Tayyip’in tehditlerinden sonra sözleşmemin yenilenmeyeceğini bekliyordum. Gene de bunun kesinleşmesi başka tabi. Şoka benzer bir duygu yaşıyor insan. Bir anda 22 yıllık mesleğinden, öğrencilerinden, arkadaşlarından koparılıyor olmak kolay bir şey değil. Bir de benim gibiler için akademisyenlik bir meslek değil ki, bir yaşam biçimi aslında. Kendimi onun dışında nasıl var edebileceğimi de çok bilmiyorum. Hocalık, bir sürü sorunlarının yanısıra kitap okuyup kendini geliştirerek, öğrenerek ve öğrendiklerini paylaşarak geçimini de sağlayabildiğin tek “iş”ti benim için. Hiçbir zaman da bu işten atılırsam başka ne yapabilirim diye bir B planım olmamıştı. Gene de bir gün bunun olabileceğini de düşünüyordum tabii. Çünkü Türkiye’yi tanıyoruz, onun üniversite geçmişini, demokrasisinin sınırlarını biliyoruz. Bizim gibi her zaman bütün iktidarlara muhalif olanların her zaman da bu kurumlardan dışlanma ihtimali vardı, bunu biliyorduk. Bizim muhalifliğimiz AKP ile başlamadı ki, ondan önceki yönetim tarafından da sevilmezdik…
Atıldığım kesinleşince önce üniversitedeki arkadaşlarıma ve sendikaya duyurdum. Ve hemen ne yapabiliriz, nasıl bir tepki gösterebiliriz konuşmaya başladık. Ama asıl zor olan bunu anneme nasıl söyleyeceğimi bilememekti. Yaşlı ve sağlık sorunları olan bir annem var ve bu tür haberler onun sağlığını daha da bozuyor. Kardeşlerime duyurdum hemen ama bir süre annemden gizlemeye karar verdik. Çok üzüleceği ve yataklara düşeceği kesindi. Gizlemek de bayağı zordu. Benim gibi imza yüzünden işten atılanların, soruşturma açılanların sayısı arttıkça olay medyada daha çok yansıma buluyordu, sağda solda epey haber oluyorduk. İlk atılanlardan olduğum içim gazeteler, televizyonlar falan küçük röportajlar yapıyorlardı. Annemin her an bunlardan birine denk gelme ihtimali vardı. Nisan ayında Mersin İkinci İdare Mahkemesi açtığımız davada yürütmeyi durdurma kararı verince, eh dedik artık söyleyebiliriz, nasıl olsa kısa sürede yeniden döneceğim işe! Annem tabii çok üzüldü. Ama işe dönüş davasını kazandığımı da aynı anda öğrendiği için en azından yataklara düşmedi. Çoğumuzun ana babasının yaptığı gibi “Ah oğlum ben sana hep demiyor muyum, bu işlerde en önde olma, bu çivisi çıkmış dünyayı bir başına sen mi düzelteceksin” şeklinde klasik serzenişlerde bulundu.
Yürütmeyi durdurma kararını aldığımızda büyük bir moral oldu tüm BAK’çılar için. Memlekette hala hukukun izlerinin kalmış olması bir sevinç yarattı arkadaşlar arasında. Hatta biz davayı kazandık diye sendika temsilciliği olarak üniversite kampüsünde lokma bile dağıttık. Fakat gelişmeler umduğumuz gibi olmadı. Mersin Üniversitesi yürütmeyi durdurma kararına üst mahkemede itiraz etti ve bu itiraz sonuçlanıncaya kadar da beni geri işe başlatmadı. Adana Bölge İdare Mahkemesi de alt mahkemenin verdiği yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. Dava bu aşamada tümüyle siyasallaşmıştı çünkü.
Biz de bunun üzerine yine kampüste bu kez akademinin ruhu için helva dağıtmayı düşündük ama bunu fiiliyata geçiremedik!
Sonraki dört beş ayı ben genelde BAK’çılarla dayanışma eylemlerinde geçirdim.
Mart ayında Diyarbakır Tabip Odası, her yıl verdiği Barış Ödülünü o yıl bir süre önce öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ile Barış İçin Akademisyenler arasında paylaştırmaya karar verdi. Bizi ödülü almak üzere Diyarbakır’a davet etti. Bu ödül gecesi hayatımın en unutulmaz anlarından biriydi. Hele de ödülü Tahir Elçi ile paylaşıyor olmak, ödülü onun adına alanlarla aynı sahneyi paylaşmak ve salondaki inanılmaz atmosfer… Aslında Tahir Elçi’nin mücadelesi yanında bizimki çok cılız bir şey olmasına rağmen o salonda Diyarbakırlıların barış akademisyenlerini ayakta alkışlaması tüylerimi diken diken etmişti. O bildirinin bölge insanı için ne anlam ifade etiğini yakından gözlemleme şansım olmuştu böylece ve bir kez daha ‘iyi ki imzalamışım’ diye düşünmüştüm…
Bu süreçte ekonomik olarak çok zorlanmadım diyebilirim. BAK içinde hemen dayanışma ağları kurulmaya başlanmıştı. Mersin’de de böyle bir dayanışma fonu oluşturdu arkadaşlar, bu fona üniversite dışından da katkılar oluyordu. Praksis dergisi yazı kurulu üyesiyim, oradaki arkadaşlar da böyle bir fon oluşturdular. Buradan gelen desteklerle ilk aylarda ciddi bir sıkıntı çekmedim.
Ocak ayında ilk işten atılmalar başladığında Eğitim-Sen atılanlara maddi destek/dayanışma konusunda hemen harekete geçmedi ne yazık ki. Bu konuda epey tereddüt ettiler ve epeyce sert tartışmalar yaşandı sendika içinde. Ben de epeyce zor durumda kaldım bu yüzden. Çünkü bir yandan sendikanın bu maddi dayanışmayı göstermesi gerektiğini ve bunu derhal başlatması gerektiğini düşünüyordum. Zor günlerdi sonuçta, herkes bir şekilde atılacağını anlamaya başlamıştı ve ekonomik kaygılar önemliydi. Çoluğu çocuğu olanlar, borcu harcı olanlar epeyce kaygılıydı gelecekten. Sendika dayanışması bu kaygıları azaltabilirdi. Bir yandan da iktidardan ve üniversite yönetimlerinden imzanızı çekin baskısı geliyordu. Bu ortamda sendikanın hemen maddi anlamda da üyeleriyle dayanışacağını açıklaması çok önemliydi. İnsanların kaygılarını önemli ölçüde giderebilirdi. Ne yazık ki sendika bu konuda çok geç kaldı. Üstelik de tüzüğüne göre bu dayanışma görevi olmasına rağmen.
Benim zor durumda kalışım da şu: Bir yandan bu dayanışma ödentilerinin hemen başlaması gerektiğini düşünüyordum ve Mersin Üniversitesi temsilcisi olarak da sendika genel merkezine baskı yapmaya çalışıyordum. Diğer yandan ilk atılan kişilerden biri olduğum için sanki sendikadan direk kendim için para istiyor gibi anlaşılmaktan korkuyordum. Bu ikilem beni epeyce zorladı o günlerde. Gene de defalarca genel merkezle, bizzat genel başkanla konuştum. Bunun sendikanın görevi olduğunu, böyle durumlarda üyeleriyle dayanışmayan bir kuruma sendika denilemeyeceğini anlatmaya çalıştım uzun uzun. Ankara ve İstanbul şubelerinden arkadaşlar da sendikayı harekete geçirmek için çok uğraşıyorlardı. Bu tartışmalar birkaç ay sürdü ve sendika nihayet Mayıs ayından itibaren işten atılan üyelerine dayanışma ödentisi yapmaya başladı. Şunu da söylemek gerek. Böyle bir şey sendikanın tarihinde bir ilkti, yani bu derece kitlesel işten atılmalar. Sendika böyle bir durumda nasıl hareket edeceğini çok da tartışmamıştı kendi içinde.
Gene de sendikanın tanımı gereği bu dayanışmada bulunması zorunluydu tabii, tarihte sendikalar bu amaçla kurulmuşlardı zaten. Bunu anlatmak için epey ter dökmek zorunda kalmak hazindi. Sendikanın bir dayanışma fonu kurmasıyla ilgili tüzük maddesi 2001 yılında kabul edilmişti, buna göre sendika gelirlerinin yüzde beşinin bu fonda biriktirilmesi ve dayanışma amacıyla kullanılması gerekiyordu. Ama o tarihten sonra iş başına gelen hiçbir yönetim buna uygun davranmamış, bu fonu aktif hale getirmemişti, bu sendikacılık açısından çok büyük bir eksiklik ve zaaf tabii.
Bir de Vakıf Üniversiteleri meselesi var. Onların çalışanları kamu sendikalarına yani KESK’e ve Eğitim-Sen’e üye olamadıkları için onlara dayanışma aidatı da ödeyemedi sendika. Hâlbuki o arkadaşların sendikaya üye yapılmasının bir yolu her zaman bulunabilirdi ama bu konuda KESK hep atıl kaldı, yeterince mücadele etmedi.
Gene de şunu söylemek lazım, başlaması zor oldu ama başladıktan sonra gerisi iyi geldi. Yani Mayıs 2016’dan itibaren sendika yardımları sayesinde gündelik hayatlarını sürdürebildi birçok arkadaşımız. Bu sanırım Türkiye’de ilk defa olan bir şey. Yani bir sendikanın işten atılan bu kadar çok sayıdaki üyesine bu kadar uzun süreli bir yardımda bulunabilmesi. Miktarlar giderek düşüyor maalesef, nasıl ve ne zamana kadar devam edebileceğini de bilmiyoruz. Gene de Eğitim-Sen’in bu konuda geldiği noktanın önemli olduğunu söylememiz ve hakkını teslim etmemiz lazım.
Dayanışma dışında genel anlamda KESK’in direnişinin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Ama bunun için sadece KESK yöneticilerini suçlamak da haksızlık olur kanaatindeyim. Genel olarak toplumsal muhalefet sürece hazırlıksız yakalandı. 7 Haziran seçimleri sonrasında gelişen savaş politikaları ve bunun Batı’daki yansımalarına her türden muhalefet üzerindeki baskılara hazırlıklı değildik. Bu hazırlıksızlığın çok daha derin bir analizinin ve eleştirisinin yapılması gerekir. Fakat durum buydu bence. Hızlanan faşizan gidişata karşı bir strateji geliştiremedik. Ne sendikal anlamda, ne siyasal anlamda… Şöyle bir benzetme yapıyorum ben arkadaşlar arasında konuşurken: 7 Haziran sonrası iktidarın savaş politikası karşısında hepimiz gözüne ışık tutulmuş tavşan misali kalakaldık yolun ortasında…
Bunun üstüne ‘Allahın bir lütfu’ olarak tecelli eden 15 Temmuz’u kullanmakta iktidarın gösterdiği maharet, OHAL vs. derken iyice bunaldı herkes… Tabii gene de KESK yöneticileri de biraz daha mahir olabilirlerdi, hiç değilse birkaç büyük miting denenmeliydi bu süreçte, hem işten atmalara karşı, hem OHAL’e karşı. Ama bunu deneyemediler bile. Bence burada biraz konformizm var. Ama kolay da değil tabii, bir yandan sürekli üye kaybediyorsun, sürekli mahkemelerle uğraşıyorsun, kapatılma tehlikesini sürekli ensende hissediyorsun. Ama son tahlilde denenmeliydi bence. Kitlesel bir karşı koyuşun koşulları tamamen yoktu denilemez. Uygun yöntemler bulma konusunda sendika yöneticilerinin biraz daha yaratıcı olmalarını beklemek de hakkımız. O koltuklara oturmak için verilen “büyük mücadeleler” sırasında iktidara karşı verilecek büyük mücadelelerin hesabı da yapılmalıydı…
Mesela Veli Saçılık soruyor Yüksel’de aylardır birkaç arkadaşıyla direnirken: “Üyesi olduğum sendikanın ve konfederasyonun başkanı bir gün olsun gelip benimle yan yana duramaz mıydı” diye… Sonuna kadar haklıdır. Bunu da mı yapamazdı konfederasyon başkanı?
Ama iğneyi kendimize de batırmamız lazım öte yandan. Biz akademisyenler de tarihin bu en büyük kıyımına karşı yeterince direnemedik. İşten atmalar ilk başladığında kitlesel eylemelere geçebilmeliydik. Tuhaf biçimde herkes sıranın illa da kendisine gelmesini bekledi. Hani yıllar önce özelleştirme karşısında işçiler bir türlü birlik olup direnemiyorlardı ya, her fabrikanın işçisi sıra ancak kendi fabrikasına geldiğinde “uyanıyordu”. Bizdeki durum da pek farklı olmadı.
Tamam, iyi yaptığımız işler de var. Tarihimizde olmayan türden dayanışma ilişkileri ördük. Dayanışma ve sokak akademileri son derece önemli ve güzel işler yapıyorlar. Fakat akademisyenler de bu kadar büyük bir kıyıma karşı geniş çaplı protestolar, boykotlar vs. örgütleyebilmeliydi. Bunları çok tartıştık aramızda ama maalesef bir yol alamadık. Gene de imzacıların hemen hepsinin, çok az istisnayla, imzalarının arkasında durmuş olmaları önemlidir. Bu konuda hep birlikte iyi bir sınav verdiğimizi düşünüyorum.
Benim hiçbir zaman yurtdışında yaşamak gibi bir hayalim olmamıştı. Geçen yıla kadar da en fazla birkaç haftalık turistik geziler, en uzunu yedi ay süren birkaç araştırma bursu… İşten atıldığımda da bir süre yurtdışını bir seçenek olarak görmedim. Ülkede kalarak işime geri dönmek için mücadele etmek istiyordum. Bu nedenle işten atıldıktan sonra birkaç ay hiç yurtdışına dönmedim yüzümü. Fakat işime dönmemi sağlayacak yürütmeyi durdurma kararının hukuken bir fecaat olan bir üst mahkeme kararıyla bozulmuş olması dönüş sürecinin uzun süreceğini göstermiş oldu. O sırada bir iki kısa süreli bursa başvurdum ve iki aylığına Fransa’da bir burs kazandım. Sonra da Almanya’da daha uzun süreli bir burs olanağı doğdu. Temel mesele işsizlik tabii, Türkiye’deyken dayanışma fonlarıyla hayatımı idame ettiriyordum ama sonuçta başkalarına yük olmanın da bir sınırı var. Ayrıca akademik çalışma yapmak o şartlarda imkânsız hale gelmişti. Bu durumda bu burslar bir fırsata dönüştü ve ben de yurtdışına çıkmış oldum. Şimdi Almanya’dayım. Buradaki bir üniversitede misafir araştırmacı pozisyonundayım.
Almanya’dayken, geçtiğimiz Nisan ayında çıkan 689 No’lu KHK ile zaten atılmış olduğum işimden bir kez daha atıldım. 15 aydır kamu görevlisi falan değilken KHK ile bir kez daha görevinden uzaklaştırılmış olmak ilginç bir duygu doğrusu, tarifi biraz zor! Bu KHK’nın benim için en önemli sonucu pasaportumun iptal edilmiş olması. Almanya’ya gelirken nasıl olsa istediğim zaman dönerim rahatlığındaydım, şimdi bu olanak elimden alındı. Bu benim için gerçekten zor bir şey. Tanıyanlar bilir, ben köyümü altı aydan fazla görmesem hayata zor katlanırım. Ailenden dostlarından koparılmış olmak da cabası…
Tam anlamıyla sürgünüm artık. Türkiye’ye dönebilsem bile bir daha geri çıkamayacağım ve orada beni nasıl bir hayatın beklediğini öngörmek de çok zor. Hala devam eden soruşturma ve davalar var. İktidar zaten bizleri “medeni ölüme” mahkûm etmiş durumda. Kamuyu bırakın özel sektörde bile iş bulmamızı engelliyor. Bu yaştan sonra akademik işler dışında ne yapabilirim ben de bilemiyorum…
Buradaki hayat bursunuz olduğu sürece ekonomik olarak rahat, burs bitince ne olur hiç bilmiyorum. Onun dışında burada zorunlu sürgüne dönüşünce anlıyor insan bütün o gurbet türkülerinin boşuna yakılmadığını…
Buradaki sol parti ve siyasetçiler, oturum izni almamızda ve bazı uyum problemlerinde yardımcı olmaya çalışıyorlar ama gene de sistematik bir dayanışmadan söz edemeyiz. GEW diye bir eğitimciler sendikası var, zaman zaman onlardan destek görüyoruz.
Almanya’daki BAK’çılar olarak burada da birlikteliğimizi korumaya çalışıyoruz, hem memleketteki arkadaşlarımızla hem burada zor durumda olan arkadaşlarımızla dayanışmaya çalışıyoruz. Bir dernek kuruyoruz, bu ilişkileri kurumsallaştırabilmek için.
Gurbetteki solcuların durumu başlı başına uzun bir söyleşi konusu olabilir. Ülkedeki parçalanmışlık, dağınıklık burada daha da katmerlenmiş vaziyette gördüğüm kadarıyla. Dolayısıyla oradan da sistematik bir destek söz konusu olamıyor ama kimi tekil girişimler oluyor tabi. Mesela biz burada Nuriye ve Semih’le dayanışma eylemi örgütlerken küçük bazı destekler aldık.
Nuriye ve Semih’in direnişi için aslında düşüncelerimi geçenlerde bir televizyon programında ifade ettim. Şöyle dedim: Ben kişisel olarak onlara hem bir teşekkür hem de bir özür borçluyum. Teşekkürün nedeni çok açık; onlar sadece kendileri için değil benim gibi işinden aşından edilmiş tüm KHK’lılar için direniyorlar. Bizim yapamadığımızı yapıyorlar. Özür de buna bağlı zaten. Biz direnemediğimiz için, işinden edilen on binlerce insan anlamlı bir direniş örgütleyemediği için onlar bu işe bedenlerini/yaşamlarını koymak zorunda kaldılar. Yani aslında hepimizin kolektif olarak vermemiz gereken mücadelenin yükünü tek başlarına omuzlamak zorunda kaldılar. Ben inanıyorum ki, on binlerce KHK’lının içinden hiç değilse birkaç yüz kişi bir direniş geliştirebilseydi; sendikalar, sol partiler, kitle örgütleri sokaklara çıkabilseydi o arkadaşlarımız da açlık grevine başlamazlar ya da bunu bir noktada sonlandırabilirlerdi… Ama yapamadık. O yükü bu iki güzel insanın omuzlarından alamadık. Bu yüzden de büyük bir özür borcumuz var diye düşünüyorum.
Hazırlayan: Ethem Dinçer & İlban Duyan
Diğer yazılar:
15 Temmuz ‘darbe girişimi’ sonrası pek çok insanın işinden atılacağı tahmin ediliyordu. Fethullah Gülen Cemaati’yle ilişkilendirilen binlerce kişiden ‘intikam’ alınacağını tahmin etmek güç değildi. Başlangıçta da öyle oldu. Silahlı kuvvetler ve emniyet başta olmak üzere pek çok kamu kurumundan on binlerce insanın işine son verildi. Ve elbette hükümet ‘Allah’ın lütfu’ saydığı bu darbeyi FETÖ konusuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan ‘solculara’ karşı kullanmaktan çekinmedi. Net bir rakam olmasa da başta Eğitim-Sen üyesi öğretmenler olmak üzere 4000 civarı ‘solcu’ kamu görevlisinin işine de son verildi.
Fethullahçı nitelemesiyle işinden atılan on binlerce insan (sayının 150 bine ulaştığı söyleniyor) ve bunların örgütlü olduğu kamu sendikaları nerdeyse hiç direniş göstermeden duruma rıza gösterirken, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde işlerinden atılan ‘solcu’ çalışanlar ve sendikaları işlerine geri dönebilmek için çaba göstermeye başladılar. Özellikle KESK’e bağlı sendikalar atılan üyeleriyle ekonomik dayanışma gösterdiler, haksız ihraçlarla ilgili -yetersiz de olsa- kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Özellikle görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bir yıla yaklaşan oturma eylemleri ve açlık grevleri, Veli Saçılık ve Acun Karadağ’ın her gün gözaltına alınma pahasına yükselttikleri ‘Yüksel Direnişi’ haksız ihraçların gündemde kalmasını sağladı.
İhraç edilen insanların sadece sayıdan ibaret olmadığını, günlük yaşamları, geçindirmek zorunda oldukları aileleri olduğu, bir kenarda beklemekle günlük yaşamlarını sürdüremeyecekleri Veli Saçılık ve onunla birlikte yerlerde sürüklenen annesi Kezban Saçılık’ın söyledikleriyle yeniden gündeme geldi.
Biz de Mersin’de bir kısmı arkadaşımız olan, bir kısmıyla uzaktan tanıştığımız, bir kısmını ise hiç tanımadığımız haksızlığa uğramış insanlarla konuştuk. İhraçların günlük yaşamlarına, aile ilişkilerine, ekonomilerine olan etkilerini öğrenmeye çalıştık. Dostlarının, akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının onlara nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştık. Örgütlü oldukları sendikaların süreci nasıl yönettiğini, yeterince dayanışma gösterilip gösterilmediğini, işlerine geri dönmeleri için nelerin yapılabileceğini tartıştık. Çabamızın işe dönmelerine küçük bir katkı olması dileğiyle…
Ethem Dinçer & İlban Duyan
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.