Bu kötülüğü hayatımızdan söküp attığımıza dair emareler, siyasal kültürümüzde belirleyiciliğini ilan edene kadar ne yazık ki “yapmayın” türü açıklamaların anlamsızlığı devam edecektir
Bu kötülüğü hayatımızdan söküp attığımıza dair emareler, siyasal kültürümüzde belirleyiciliğini ilan edene kadar ne yazık ki “yapmayın” türü açıklamaların anlamsızlığı devam edecektir
Daha önce birkaç defa yazdım; bıkıp usanmadan yine yazarım. Mevzu, solcuların birbirinin kafasını kırma kertesine kadar gelmesiyse, defalarca tekrarlamakta sakınca yok. Ne zaman bu kötülük saflarımızdan söküp atılır, o zaman susulur. Gına gelecekse gelsin; birimizin kafasından kan geleceğine, varsın gına gelsin.
Sol içi şiddetle ilgili yazıların hemen hepsinde hatırlattığım şuydu: KESK’in davetlisi olarak ülkemize gelen yazar Tarık Ali katıldığı konferansta, “Türkiye solu, Avrupa’daki en sert, en şiddetsever soldan biridir. Birbirleriyle çatıştılar, öldürdüler” demişti de, ne salondan ne de sonrasında iletişim kanallarından Allah için tek satır itiraz gelmişti. Yani “Olur mu öyle şey hocam” diyen çıkmadı. Mahcubiyetten mi sustuk yoksa suçumuzu bildiğimiz için mi? Yoksa “Biz haklıydık ama” mı dedik yanımızdakinin kulağına eğilerek?
Nasıl çıksın ki, gerçek gün gibi ortada. Solun tarihinde, TKP’lilerin son birkaç gündür aralarındaki kavgaya benzer o kadar çok örnek var ki. İşin kötüsü, son kavgadan kat be kat şiddetlisi yaşandı pek çok kez. Ölenler, ağır yaralananlar, sakat kalanlar oldu. Ebedi düşmanlıklar bile oluştu. İlk gerginlikte, hafızalar tazelendi, kılıçlar çekildi.
Örneğin 70’li yıllarda bazı sol gruplar arasındaki husumetlerin etkisini yitirmeden günümüze taşındığına bile tanık olduk. Geçmiş muhasebesine dair ikna edici olmaktan uzak solun hiç olmazsa kendi arasındaki şiddetle ilgili esaslı özeleştiriyi tercih etmemesi, sol içi şiddet kullanımını mahkûm eden devrimci bir kültürün yeni kuşaklar tarafından içselleştirilmesi doğrultusunda örgütlü çaba harcanmamasıdır asıl sorun. Anlaşıldı ki, nostaljik söyleşilerde, “hata yaptık” demek sorunu çözmüyor. Çözseydi eğer, örneğin pek çok sol geleneği bünyesinde toplayarak kurulan ÖDP’de bir süre sonra kılıçlar çekilmez, kafalar yarılmazdı. HDP’lilerle TKP’liler arası kavgada canlar yanmazdı, HDP-Halk Cephesi çatışmasında kan akmazdı. Arada irili-ufaklı kavgaları, miting alanlarında kitlesel dalgalanmalara yol açan arbedeleri, siyaset yapma yasaklarını, afiş astırmama despotluğunu, sosyal medya hesaplarından bir başka solcuya ya da sol gruba edilen küfürleri, tehditleri, yapış yapış bir hal alan lümpenliği ve benzerlerini saymıyorum bile.
TKP’liler arasında birkaç gün süren ve haddinden fazla canımızı sıkan kavga, son yıllarda yaşananları akla getirince ne yazık ki şaşırtıcı olmadı. En yalın soru ile: Ne bıraktık ki ne göreceğiz?
Değinmeden geçmek olmaz elbette. Sol gruplar arası şiddetten daha dramatik olan örgüt içi infazları yok saymak mümkün mü? Sayılıyor ama. Dağda, cezaevlerinde moral bozucu sayılarla ifade edilen infazlar tartışmaya dahi açılamıyor. Neden? Açanlar “meczup” muamelesine maruz kalıyor ve bir biçimde susturuluyor. Eğer, 1972 yılında örgüt içi infazla vahşi bir biçimde öldürülen Adil Ovalıoğlu cinayetini (sandık cinayeti) iliklerimizin her zerresinde mahkûm edebilseydik, bunu yapanları sol içine çıkamaz hale getirseydik, diğer cinayetleri engelleyebilir miydik acaba? Şüphesiz. Yapmadık ama. Görmezden geldik, yok saydık, umursamadık.
Parantez açıyorum. 1972’de örgüt içi infaza kurban giden Adil Ovalıoğlu’nun kardeşi Sami Ovalıoğlu, 1976’da faşistler tarafından öldürüldü. Ovalıoğlu ailesinin yaşadığı dramı hissetmeye çalışmak, kötülükten bir parça uzaklaştırabilir insanı. Parantezi kapatıyorum.
Sonra Ulaş’ın, Behzat’ın, Şehmuz’un, Devrim’in iç parçalayan öykülerini okuyup, sadece “ahh!” demekle yetindik. Gezici işkence timlerinin varlığını öğrendik, sustuk. Cezaevi içindeki cezaevlerini öğrendik, sustuk. Savunma hakkı bile tanınmadan suçlu ilan edilip infaz edilenleri öğrendik, sustuk. Mezar yerlerinin bile bilinmediğini öğrendik, sustuk.
Açıkça söylemekte fayda var. Susmak, yeni acıların asıl müsebbibidir.
TKP’liler arasındaki kavganın sona erdirilmesi doğrultusunda başka sol parti ve çevrelerden yapılan kınama ve sükûnete çağrı açıklamalarını ise fazlaca samimi ve sonuç alıcı bulmadığımı belirtmem gerekiyor. Bu açıklamaların, adet yerini bulsun kıvamının ötesinde anlam ifade ettiğini söylemek zor. Çünkü bir süre sonra bugün TKP’lileri kınayanların başka bir kavganın tarafı olmayacağının garantisi yok. Bu kötülüğü hayatımızdan söküp attığımıza dair emareler, siyasal kültürümüzde belirleyiciliğini ilan edene kadar ne yazık ki “yapmayın” türü açıklamaların anlamsızlığı devam edecektir.
Ne artık “karşıtına benzemek” kavramını hatırlatmak işe yarıyor ne de “küçük iktidarların” bile faşizanlığı körüklediğine dair tartışmaları yeniden açmak.
Son bir hatırlatma. 12 Eylül’de sol örgütlerle ilgili açılan davalarda, sol içi çatışmalar iddianamelere konu dahi edilmedi. Yani devletin, olandan bitenden son derece hoşnut olduğu anlaşılıyor.
Sol grupların birbirleriyle giriştiği kavgalar, öldürmelere varan şiddet “78 kuşağının” yarasıdır. Temennimiz, yaranın tekrar kanamamasıdır. Çünkü “bu kan denizi”nde boğulan gelecek tasavvurumuzdur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.