Onların Anısı’nda yer alan dört yüz arkadaşımızın öyküsü… THKP-C’nin uğradığı yenilgiyi, cesaret ve adanmışlıkla yeni bir devrimci duruma çevirmişler, bir değer yaratmışlar, bu uğurda ölmek gerektiği için ölmüşlerdir Keşanlı Ali Destanı’nı biliriz: Keşanlı Ali, işlemediği bir cinayet nedeniyle nam salar. Bir süre sonra gerçek katil ortaya çıkar ve Keşanlı’nın evinin önüne dayanır. Ali’yi öldürerek namı […]
Onların Anısı’nda yer alan dört yüz arkadaşımızın öyküsü… THKP-C’nin uğradığı yenilgiyi, cesaret ve adanmışlıkla yeni bir devrimci duruma çevirmişler, bir değer yaratmışlar, bu uğurda ölmek gerektiği için ölmüşlerdir
Keşanlı Ali Destanı’nı biliriz: Keşanlı Ali, işlemediği bir cinayet nedeniyle nam salar. Bir süre sonra gerçek katil ortaya çıkar ve Keşanlı’nın evinin önüne dayanır. Ali’yi öldürerek namı elinden alacaktır. Ali dışarıya çıkmak ister. Lakin Zilha, Ali’nin öldürüleceğini düşünür, “gitme” der. Ali’nin yanıtı nettir: “Maalesef mümkünsüz Zilha. Kaderim beni çağırıyor. İnsanlar ölür, destanlar kalır. Ben gidiyorum.”
Devrimci Yol davasını biliriz: Dava tutukluları Mamak Cezaevi’nde savunma siyaseti üzerine kendi aralarında tartışır. Tartışma, “siyasi savunma” yapılıp yapılamayacağı noktasında yoğunlaşır. Örgütün, eylemlerin kabul edilip edilmeyeceği üzerine farklı görüşler vardır. Devrimci Yolculardan biri, örgütün ve eylemlerin kabul edilmesi yönünde görüş bildirip Keşanlı Ali Destanı’nı hatırlatır ve “bizi destan çağırıyor” der.
Savunmanın nasıl seyrettiğini biliriz: Örgüt reddedilir, eylemler kabul edilmez. Bugünden geriye dönerek, ahkâm kesmek hakkımız değil elbette. Ancak bu tavrın, politik sonuçlar bir yana, inanç yitimine ve güven ilişkisinin zedelenmesine yol açtığı sır değildir.
Devrimci Yol’un, nasıl oldu da Türkiye’nin kitlesel, militan bir halk hareketi haline geldiği de sır değildir. Devrimci Yol’un sırrı, ölen arkadaşlarımızın öykülerindedir. Bu nedenle “destanımızda yalnız onların maceraları” olmalıdır. Çünkü, İzdüşen Yayıncılık tarafından basılan “Onların Anısına” isimli kitap, bir yönüyle herkesin malumu olduğu sırrımızı ifşa etmektedir.
Herkesin malumudur bu. Lakin, yine malum olduğu üzere, destanın yaratıcılarının güzelim hatıratına uygun bir hayat sürülmemiştir. Onların tereddüt etmeden, uğruna ölmeyi göze aldıkları değer korunamamıştır.
Yarattığı değeri savunamamak kadar yıkıcı ne olabilir? Bu, yenilginin hüznüyle açıklanabilecek bir duygu değildir. Öyle olsaydı, cesaret ve adanmışlıkla yaratılan tarihi tekerrür ettirmek mümkün olurdu. Tarihin tekerrürü denilen şey, halkın yeniden umudu olmayı başarmaktır. Tarih tekerrür edebilir bu noktada, sakıncası yok. Tarih tekerrür eder ve ebedi galibiyet için çıkılır sahaya.
Bu mümkün mü peki? İşte, Onların Anısı’nda yer alan dört yüz arkadaşımızın öyküsü bunun kanıtıdır. THKP-C’nin uğradığı yenilgiyi, cesaret ve adanmışlıkla yeni bir devrimci duruma çevirmişler, bir değer yaratmışlar, bu uğurda ölmek gerektiği için ölmüşlerdir.
Acımasız bir tespittir bu: Eğer dört yüz insan ölmeyi göze almasaydı, başkası olur muydu, olan nasıl olurdu bilinmez ama Devrimci Yol olmazdı.
Dile kolay, dört yüz arkadaşımız, dört yüz insan, dört yüz genç… Dört yüz sönen ocaktan söz ediyorum. Dört yüz parçalanan ciğerden; dört yüz aileden, artık hiç gülmeyecek olan. Dört yüz katmerli acıdan, tarifsiz hüzünden; dört yüz anneden, artık hiçbir şeyden zevk almayacak olan. Hep bir yanı eksik kalan kardeşlerden, yüzündeki çizgilerden acısını ele veren dört yüz babadan söz ediyorum.
Bakın, ne acının ağırlığıyla yaşamaya alışmış ailelerin yükünü hafifletmek mümkündür ne de yeni bir devrimci hareket yaratılmasını kendisine dert edenlerin, ölüm yıldönümleri düzenleyerek dertlerine derman bulması.
Kimseye, ama hiç kimseye “boşuna ölmüşler” dedirtmemektir asıl olan. Bu, az biraz olsa da acıyı hafifletebilir. Bu, az biraz olsa da derde derman olabilir. Bunu yapamadık işte. Ne acılı ailelere, “arkadaşları onların bıraktığı yerden yürüyor” dedirtebildik ne de yenilgiyi devrimci bir atılımla etkisiz kılabildik.
Dört yüz arkadaşımızın ölümü üzerinden kaç gün geçti? Dört yüz mü, dört bin mi? Ağır geçtiği, her geçen günün yükümüzü ağırlaştırdığı kesin. Hadi dürüst olalım kendimize: Ölmeyip de yaşayanların başka bir hayat sürmesi değil mi, günleri ağırlaştıran.
Ağır günlerin ağılında, yani arkadaşlarımızı emanet ettiğimiz yıldızların halesinde, cesaret ve adanmışlıkla sınanan, yani destanın yaratıcılarının yolunu yol bilen bir ruha bürünemedik, hadi dürüst olalım kendimize.
O gün Mamak’ta, bilmem kaçıncı koğuşta, destanın çağrısına kulakları kapatmak, aileleri acılarıyla baş başa bırakmaktı, arkadaşlarımızı ise yıldızlara emanet verip rahata ermek.
Oysa bilinir ki, Keşanlı Ali, destana kulak verip indi sokağa, kendisini vuruşmaya davet eden Cafer’i öldürdü, tarihi yeniden yazdı. Keşanlı Ali’nin kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa akmasının nedeni budur işte.
Onların Anısı’na kitabını alınız, öyküleri okuyunuz, siyah beyaz fotoğraflara dikkatlice bakınız, gözlerinizi arkadaşlarımızın gözlerinden ayırmayınız. Sonra aynanın karşısına geçiniz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.