Adalet Yürüyüşü’nde de öykünün gidişatı yolda belirlenecek. Öyleyse yüce dağ başından aşan yollara, o yolda uzayıp giden katara bakalım
Bakmayın Dadaloğlu’nun “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” dediğine. Dağda çarpışırken falan değil, fermana uyup Sivas’ta yerleştiği köyde gözlerini yummuş hayata. Nasıl? Dağda gözü olmayan ya da günün mücadele çağırısına mesafeli duran için fiyakalı bahane, değil mi? Temkinli olmak başka, bahane üretmek başka. Adalet Yürüyüşü’nde de öykünün gidişatı yolda belirlenecek. Öyleyse yüce dağ başından aşan yollara, o yolda uzayıp giden katara bakalım
Kemal Kılıçdaroğlu’nun DİSK üyeleriyle birlikte yürüdüğü ve grup toplantısını yol üzerinde düzenlediği 20 Haziran gününde, Adalet Yürüyüşü’nün ilk iki etabına DİSK Basın İş’le birlikte katılan gazetecilerin arasındaydım. Aşağıdaki izlenimler, bu iki etap ve grup toplantısıyla sınırlı gözlemlerin ürünüdür.
Otobüslerle İstanbul’dan Ankara’ya doğru giderken mola verdiğimiz yol üstü dinlenme tesisinde sohbet konusu da doğal olarak yürüyüşün sonunun nereye varacağı üzerineydi. Her toplumsal başkaldırıda devletçi refleksleriyle halkı frenleyen CHP’ye bugün güvenilebilir miydi? Kemal Kılıçdaroğlu bu işi sonuna kadar götürür müydü? HDP ne yapacaktı? Sürece müdahil olmanın koşullarını mı zorlayacak yoksa müdahil olmamanın gerekçelerini mi sıralayacaktı?
Haklı kaygıları yansıtan, ama masa başında yanıtlanması güç bu sorulardan bunalmış olacak, uzun yıllar Kürt medyasında çalışmış bir arkadaş kestirip attı: “O adam 69 yaşında ‘adalet’ diye yola düşmüş yürüyorsa ben de gidip yürüyeceğim!”
Doğrusu, CHP’nin bu yürüyüşünü, başkaldırının eşiğindeki bir halkı frenleme çabası olmakla eleştirmek için somut herhangi bir verimiz yok. Sürmekte olan bir kitlesel mücadele olmadığı gibi, HDP dahil, CHP dışındaki aktörlerin ilan edilmiş bir pratik mücadele takvimi de yok. Dolayısıyla Adalet Yürüyüşü’nü bir “ön kesme” ya da “gaz alma” hamlesi olarak yorumlamak fazlasıyla zorlama olur. Aksine Kılıçdaroğlu’nun yoluna mesafeli durup başka yollara çıkmak isteyenler için dahi ön açıcı bir eylem söz konusu.
Kaçınılmaz olarak Adalet Yürüyüşü’nün belirleyiciliğinde yeni bir mücadele sürecine adım atarken temkinli olmak başka, bu sürece müdahil olmayı, Kılıçdaroğlu’nun yakınında ya da uzağında bu yola girmeyi reddetmek için bahane üretmek başka. Ne olursa olsun öykünün gidişatı yolda belirlenecek. Öyleyse yüce dağ başından aşan yollara, o yolda uzayıp giden katara bakalım.
Yürüyüş başladıktan sonra not defterime ilk yazdığım şey ses aracından çalınan şarkı oluyor. Önde giden araçtan Dadaloğlu çalınıyor, Cem Karaca’nın sesinden dinliyoruz: “Yüce dağ başından aşan yollar bizimdir…”
“Dadaloğlu kiiim, Kılıçdaroğlu kim?” diyecek oluyorum… Sonra birden, “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diye devrimci çağrılar yapan bu halk ozanının dağda çarpışırken falan değil, fermana uyup Sivas’ta yerleştiği köyde hayata gözlerini yumduğu şeklindeki yaşam öyküsünü okuduğumu anımsıyorum. Peki öykünün sonu, ferman karşısında dağlara yapılan çağrının değerini düşürüyor mu? Dadaloğlu’nun sonunu önceden tahmin edip, dağlara yapılan çağrının boşluğundan dem vuranlar olmuştur illa ki. Belki de sonra “Bakın biz haklı çıktık” da demişlerdir. Ama tarih onları değil Dadaloğlu’nu yazıyor.
Ses aracından çalınan bir ezgi üzerine bu kadar döktürmek abartılı görünebilir. Ama o ses aracında, Kürtlere mealen “Sen gelme” diyen, 12 Eylül’de hapis görmüş devrimcilere işkence altında geçen günlerini hatırlatan 10. Yıl Marşı da çalınıyor olabilirdi. Ama Cem Karaca’nın sesinden Dadaloğlu’nu, Hilmi Yarayıcı’nın sesinden Bekle Bizi İstanbul’u dinliyoruz.
Sonra ilk gün Maçka Parkı’ndaki Adalet Nöbeti’nde verdiği konserde Yarayıcı’nın birden fazla Kürtçe ezgi de seslendirdiğini, kayıttan sürdürülen müzik yayınında da Kürtçe şarkılar çalındığını anımsıyorum. Şarkıların çağrısını abartmamak ama aynı zamanda yok saymamak gerek. Çünkü bunların politik metin ve deklarasyonlara değen bir tarafı da var. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” mısralarını, Kılıçdaroğlu’nun “Adalet yoksa devlet yoktur, adalet olmadığı için yürüyorum” sözleriyle birlikte düşünmek; Kürtlerin kendilerini yabancı hissetmeyeceği şarkı seçimlerini, HDP’yi doğrudan çağırmasa bile artık kapı kapatmaktan uzaklaşan parti tutumu ve Kılıçdaroğlu’nun “Çağrımız herkesedir”, genel başkan yardımcısı Erdal Aksünger’in “HDP’li vekiller için de yürüyoruz” sözleriyle birlikte düşünmek gerek.
Sonra az ileride birinin yanındakilere şiir okuduğunu duyuyorum: “Geceleyin, karlı kayın / ormanında yürüyorum. / Karanlıkta etrafımı / gündüz gibi görüyorum. /Şimdi şurdan saptım mıydı, / şose, tren yolu, ova. / Yirmi beş kilometreden /pırıl pırıldır Moskova…” Okuyana bakıyorum; Bülent Tezcan bu. Hani şu dokunulmazlıkların kaldırılması için CHP yönetiminin “Evet” tavrını “Korkunç ama evet” vecizesiyle ilan eden; daha sonra AKP’nin OHAL’de çıtayı yükselterek sola da sopa gösterdiği bir dönemde bir kontrgerilla tetikçisi tarafından ayağından vurulan CHP yöneticisi. Ama işte burada Bolu’nun yokuşlu yollarında Nazım’dan şiir okuyarak yürüyor. Şiir faslından sonra denk geldiği önlüklü DİSK’lilere, “Emekçiler merhaba, işçi sınıfının örgütü merhaba” diye selam veriyor.
Mahmut Tanal’ın ayaklarının altı kan toplamış. Ali Şeker topallayarak ilerliyor. “Merhaba Şeker TV” diye elimi uzatıyor, tokalaşma esnasında soruyorum: “Neden yayında değilsiniz?” Şeker, özellikle bu etaplarda internet sorunu olduğunu, mobil baz istasyonu talep ettiklerini ancak bu talep karşılanmadığı gibi olanların da engellendiğini söylüyor. Canlı yayınlar, anlık video ve fotoğraf aktarımı engellenmese yürüyüşün heyecanına ortak olacak, en azından olan bitenden haberdar olmak için yürüyüşçülerin paylaşımlarına göz atacak milyonlar var.
Milletvekilleriyle sohbet ederken katılımcıların yaş ortalamasının yüksekliğinden söz ediyoruz. İtiraz ediyor, genç bir katılım olduğunu söylüyorlar. Gençlik izafi, beklenti eşikleri farklı… Yine de dışarıdan bakan bir göz açısından ihtiyar delikanlılar ve kadınlar kendini belli ediyor ancak CHP’li vekillerin dediğinin aksine görünür bir genç katılım yok.
Yürüyenlerin gerçek hissiyatını yakalamak için mikrofon uzatıp soru sormaktansa aralarındaki ikili sohbetlere kulak kabartmak bazen daha iyidir. Orta yaşlı bir çift yanlarındaki bir arkadaşlarıyla sohbet ederken, Abdurrahman Dilipak’ın kulakları çınlıyor: “Dilipak, ‘Kemal Kılıçdaroğlu kendi ayağıyla cezaevine gidiyor’ demiş.” Bu tür tehditlerin yürüyüşçülerin daha da bilenmesinden başka bir şeye yaramayacağını gösteren bir yanıt geliyor: “Biz de gideriz…”
Yanımızda orta şeritte pencere demirlerine topkek iliştirilmiş bir ejder (zırhlı araç) ve onun önünde kitleyi yolun sağ şeridinde tutmak için ileri geri koşturan jandarmalar… Jandarmanın “sağda dur” diye iteklediği bir yürüyüşçü sağa geçiyor ama esprili bir şekilde itirazını çevreye duyurmaktan da geri kalmıyor: “Ben solcuyum, solda dururum.”
Hem DİSK kitlesel bir katılım sağlamış hem de grup toplantısı olduğu için milletvekillerinin tamamı, danışmanları ve pek çok CHP örgütü orada. Halkevleri üye ve yöneticileri gün gün işbölümü yapmış, farklı ekiplerle yürüyüşe eşlik ediyorlar. Önceki günle kıyaslandığında yürüyüş kolunun daha kalabalık olduğu söyleniyor. Gün geçtikçe de katılım çeşitleniyor ve kitleselleşiyor. DİSK yöneticileri bu günübirlik ve sembolik katılımdan başka, Kocaeli ve İstanbul etapları geldiğinde çok daha etkin ve kitlesel bir katılım sergileyeceklerini söylüyor.
Kimi yerde yol bir inip bir çıkıyor ve geriden bir yükseltiye çıkıp bakınca bütün korteji tek karede görme şansını yakalıyoruz. Kortej uzayıp gitmiş, görüntü etkileyici, 1500 civarında bir katılımdan söz ediliyor.
İkinci mola yerinde grup toplantısı var. Orada katılım daha da artıyor. Katılımı bir görev bilenler, gözlemlemek isteyenler, heyecana ortak olmak isteyenler, bir de “Bu karede benim de poz vermem lazım” diyerek kendini göstermeye çalışan dahili ve harici şahsiyetler var.
Saat 13.30’da grup toplantısı başlıyor. Kitle “Faşizme karşı omuz omuza”, “Ne istiyoruz? Özgürlük! Vermeyecekler! Alacağız!” sloganlarıyla Kılıçdaroğlu’nu beklerken karşı yamaçta CHP’li gençler “Asla yalnız yürümeyeceksin!” yazılı bir pankart açıyorlar. Selahattin Demirtaş’ın üç kez “Seni başkan yaptırmayacağız” deyip bitirdiği grup toplantısından sonra muhalefet partilerinin gerçekleştirdiği belki de en etkili grup toplantısını dinleyeceğiz.
Kılıçdaroğlu’nun söylediklerinden bağımsız olarak, devletin kurucu partisi CHP’nin grup toplantısını TBMM dışına taşıması dahi yeterince kuvvetli bir politik mesaj. CHP yarın kendisine yönelik şüpheleri haklı çıkaracak bir geri manevra yapsa bile değişmeyecek bir durum bu. Devleti AKP’nin ele geçirdiği bir dönemde dahi AKP’den de devletçi kalmayı becerebilen CHP lideri Kılıçdaroğlu, artık “Adaletin olmadığı yerde devlet yoktur” diyor ve bu eylemiyle, Saray gölgesindeki TBMM’nin işlevsizleştiğini hem kabul hem ilan ediyor.
Kılıçdaroğlu konuşmasında üstüne basa basa ve defalarca Erdoğan’a “diktatör” diye sesleniyor ve meydan okuyor. Erdoğan’ın “Bizim lütfettiğimiz için yürüyebiliyor” sözlerine atfen, “Bunu tarihte firavunlar söylüyordu, şimdi diktatörler söylüyor” diyor ve ekliyor: “Ben de ona diktatörlüğünü hatırlatıyorum. Sen diktatörsün, diyorum.” Sözleri “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarıyla kesiliyor.
Anayasa Mahkemesi’nin OHAL sürecindeki uygulamalara ilişkin kendini yetkisiz ilan etmesini eleştirip, “Siz de Erdoğan’la birlikte çay toplamaya meylediyorsanız diyeceğim bir şey yok” diyor. Böylece yüksek yargıya da bel bağlanamayacağını kendi meşrebince ifade etmiş oluyor.
Kılıçdaroğlu, biri halkın diğeri de Saray’ın olmak üzere iki 15 Temmuz olduğunu söylüyor. Sonra da “En temel iki aktör komisyonlara gelmedi. Saray’ın 15 Temmuz’unu gerçekleştirenler ‘gitmeyeceksiniz’ dediler” diyerek Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı’nın da üstünü çiziyor.
Artık eskiden olduğunun aksine ne orduya ne yüksek yargıya güvendiğini ilan eden bir CHP var. Peki, bütün devleti karşısında alırken arkasına kimi alıyor?
Kılıçdaroğlu Adalet kavramını toplumun genelinin ama özellikle de demokratların yanı sıra İslami duyarlılıklara sahip kitlelerin sahipleneceği bir genişlikte bir çerçeveye yerleştirmeye çalışıyor. Erdoğan’ı “diktatör” diye tanımlarken sık sık “firavun” benzetmesine başvurması, “Adalet Allah’ın emridir”, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” demesi, peygamberlerin adil insanlar olduğundan söz etmesi, bu çabanın yansımaları. Açıkçası yürüyüşün bugüne kadarki seyrine bakıldığında bu çabanın başarısız olduğu da söylenemez.
Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısının sonundaki vurguları ise düşündürücüydü. Erdoğan’ın sürekli kendisine sataşmasının 2019’un korkusu nedeniyle olduğunu, “Ya koltuk giderse” diye korktuğunu söyledi. 2019’da yine bir mühürsüz seçim ayarlanmasına izin vermeyeceğini, 2019’un demokrasinin şaha kalktığı yıl olacağını söyledikten sonra konuşmasını “Firavun belli, Musalar da burada” diye bitirdi.
Bu sözde bir çelişki var. Devlet yok… Yasama hükümsüz… Yürütme dikta… Yargı diktatörün talimatıyla çalışıyor… YSK bir çetenin yönetiminde… Genelkurmay Başkanı diktatörün emir eri… İstihbaratın başı diktatörün sırdaşı… Bütün bunları dedikten sonra 2019’da, yani 2,5 yıl gibi Türkiye siyaseti açısından çok çok uzun bir süre sonra, Erdoğan iktidarı altında adil bir seçim yapılabileceğini ve bu seçimi bir başkasının kazanmasına izin verileceğini iddia etmek büyük bir çelişki değil mi?
Firavun’a karşı yürüyen Musa’nın ufku sahiden sadece 2019’la mı sınırlı? Yoksa Musa yere en sağlam bastığı anda, evvela kendisine karşı başlatılmış olan 2019 tartışmasını bitirmek mi istiyor? Sanki ikinci seçenek daha ağır basıyor. Hele de öngörülemezlikle malul Türkiye siyasetinin 2019’a kadar daha pek çok çalkantıya ve altüst oluşa gebe olduğu hesaba katıldığında.
Peki bu kaotik süreçte, iktidar cenahının bir felaket senaryosu olarak dillendirdiği gibi, ikinci bir “Gezi” yaşanabilir mi? O kadar naif, zararsız ve kolayca bastırılabilecek bir hareketi artık rüyalarında görürler. Bu koşullarda yeni bir halk isyanı gerçekleşirse Gezi’ye rahmet okutacaktır.
Öyle ya da böyle, öykünün gidişatı yolda belli olacak, yolun sonunun nereye çıkacağı, “Yüce dağdan aşan yollar bizimdir” diyenlere bağlı olarak değişecektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.