ABD öncelikle devasa Kaya Gazı yatırımlarının finansmanını sağlamak, sonra da bu sayede önüne açılan yeni ufku değerlendirebilmek için piyasaya yeni enerji tedarikçilerinin girmesini engellemek zorunda
ABD öncelikle devasa Kaya Gazı yatırımlarının finansmanını sağlamak, sonra da bu sayede önüne açılan yeni ufku değerlendirebilmek için piyasaya yeni enerji tedarikçilerinin girmesini engellemek zorunda. Süregiden küresel deflasyonist krizi aşmak ve yeni bir sermaye birikim modeline sıçramak için ABD bu olanağı sonuna kadar kullanacaktır
ABD 2016’da Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz zengini Sünni Arap ülkelerine LNG ihraç etmeye başladı. Yanlış okumadınız: Ortadoğu ABD’ye değil, ABD Ortadoğu’ya gaz ihraç ediyor.
Cheniere müdürü “LNG impressario” lakaplı Sharif Souki’nin teşekkür ve takdirlerle kovulmasından sonra Luisiana’daki Sabine gaz yükleme terminaline dev tankerlerin biri gidiyor biri geliyor… Bu tankerler Atlas Okyanusu’nu, Ümit Burnu’nu, sonra Hint Okyanusu’nu geçiyor, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi’ni de ABD donanmasının eskortluğunda geçerek yükünü Kuveyt’te boşaltıyor.
Kuveyt ve BAE dünya petrol rezervlerinin yüzde 12’sine, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 4’üne sahip. Öyleyse bu ülkeler neden iki okyanus öteden, ABD’den doğalgaz alıyor?
Çünkü ülke gibi değil bakkal gibi yönetilen bu Arap “ülkeleri” için ne olursa olsun bir iş yapmanın ya da yapmamanın tek kriteri var: maliyet. Birkaç yüz metre derinlikte “sıkışmış gaz” (tight gas) rezervlerini işletmek için gerekli teknolojinin maliyeti eğer Cheniere’in verdiği fiyatı aşıyorsa onlar için bu işe girmenin bir mantığı yok. Yani bu ülkeler, aslında sözcüğün gerçek anlamıyla “ülke” değiller, çünkü “beka” kaygıları yok. İçlerinde bizim anladığımız anlamda bir ulus, halk, devlet vb nosyonları barındırmıyorlar.
Aşağıdaki görsel, Kuveyt ve Irak’ın gece görüntüsünü gösteren bir hava fotoğrafı. ABD’den gelen tankerlerin yanaştığı Kuveyt Limanı’na sadece 150km mesafede Irak’a ait kuyularda yanan doğalgazı görüyorsunuz. Kuveyt’e Amerikan gazının maliyeti, navlun hariç 3 ila 5,5 dolar (milyon BTU) arasında değişiyor. Yani Cheniere Limanı’na yanaşan bir tankeri 9 ila 15 bin dolara dolduruyor. Resimde gördüğünüz gibi, 150 km ötedeki kuyularda yakılarak heba edilen gazın yıllık değeri ise bu hesaba göre 1,8 milyar dolar civarında.
Aşağıdaki tabloda da 2016 yılında Cheniere’den yüklenerek Kuveyt, BAE ve Ürdün’e tanker gemilerle teslimatı yapılan gaz miktarlarını görüyoruz:
İşte bu durum bize bölgenin siyasi coğrafyasında büyük bir göçük olduğunu da anlatıyor. Yönetici elit su alan bir gemide deliği tıkamakla uğraşmak yerine tahliye için zaman kazanmaya çalışır gibi… Günü geldiğinde arkalarında enkaz bırakıp Batı’ya kaçacaklar.
ABD’de Kaya Gazı devrimi ile birlikte bildik Ortadoğu jeopolitiğinin ters yüz olduğunu daha önceki yazılarımızda anlatmıştık. Özetlersek:
– ABD yönetici sınıfı geçtiğimiz 10 yılda dünyanın en büyük enerji rezervine sahip olduğunu fark etti. ABD enerji ithalatçısı iken geçtiğimiz 2 yılda enerji ihracatçısı oldu. Şimdi de Suudi Arabistan ve Rusya’yı da geride bırakarak dünyanın en büyük enerji ihracatçısı olmak üzere… Bu dönüşüm, ABD’nin iç ve dış politikasında bocalamalara, köklü değişimlere yol açıyor. Aşağıda GNR teknolojileri bağlamında ABD’nin yeni enerji devi olması bağlamında önüne açılan ufku inceleyeceğiz. ABD öncelikle devasa Kaya Gazı yatırımlarının finansmanını sağlamak, sonra da bu sayede önüne açılan yeni ufku değerlendirebilmek için piyasaya yeni enerji tedarikçilerinin girmesini engellemek zorunda. Süregiden küresel deflasyonist krizi aşmak ve yeni bir sermaye birikim modeline sıçramak için ABD bu olanağı sonuna kadar kullanacaktır.
– Rusya dünyanın ikinci en büyük enerji rezervine sahip olması yanında bütün Kıta Avrupası’nın ve Çin’in ana enerji tedarikçisidir. Coğrafi pozisyonu itibarıyla da boru hatlarıyla halihazırda altyapısını kurmuş, ekonomisini -silah satışı yanında- enerji ihracatı ile ayakta tutmaktadır. Piyasaya yeni bir tedarikçinin girmesine Rus ekonomisinin tahammülü yoktur. Rusya için de, halihazırda hakim olduğu enerji pazarını korumak ölüm kalım meselesidir.
– Gerek coğrafi konumları, gerekse askeri potansiyelleri dikkate alındığında, ABD’nin hazır altyapısıyla işleyen Rus enerji pazarına müdahalesi mümkün değildir. Benzer şekilde, Rusya’nın da ABD’nin tanker gemilerle okyanus ötesi doğalgaz ihracatına müdahalesi mümkün değildir!
– Ancak her iki süper gücün, üçüncü bir tedarikçinin ortaya çıkmasına engel olmaları hem ortak çıkarlarıdır, hem güçleri dahilindedir.
– Dünyanın üçüncü en büyük ve konvansiyonel (kolay işletilebilir, yüzeye yakın) petrol ve doğalgaz kaynakları Basra Körfezi çevresindedir. Bu rezervin üzerinde Sünni Arap devletleri, Irak Şiileri ve Şii İran oturmaktadır.
– Öyleyse, Ortadoğu denkleminde ABD – Rusya ortaklığı aklın gereğidir. Bu ortaklığın amacı da Basra enerji rezervlerini mundar etmektir.
– Çin faktörü bu denklemi değiştirmez, bilakis teyit eder: Rusya, Çin karayoluna hakimdir. ABD de Hürmüz Boğazı’ından Malaka Boğazı’na, Güney Çin Denizi’nde, Filipin Denizi’nde, Japon Denizi’nde, Çin’in tüm denizyollarına hakimdir. ABD Hürmüz Boğazı’nı tuttuğu sürece Çin’in bu deniz kuşatmasında bir ya da birkaç delik açması bile denklemi değiştirmez. Çin’e enerji akışı, ABD ve Rusya’nın denetimi altında kalmaya devam edecektir. Bu nedenle Çin’in kendi kaynaklarını işletmeye yöneldiği, devlet destekli Kaya Gazı teknolojisi geliştirmeye çalıştığı, Sichuan havzasında 700 civarında kuyu açtığı, deneyim kazandıkça da yeni kuyu açma maliyetlerinin azaldığına dair haberler gelmektedir. Kaya Gazı çalışmaları bu hızla ilerlerse birkaç yıl içinde Çin’in ithalat bağımlılığından kurtulacağı rapor edilmektedir. Çinliler kendi topraklarından gaz çıkarmayı ulusal ve hayati bir mesele olarak ele almıştır.
Sonuç olarak Çin’in de Ortadoğu kaynakları için denizde ya da karada ABD ya da Rusya’ya karşı bir mücadeleye girişeceğini düşünmenin yeri yoktur.
Küresel ölçekteki üç büyük gücün (ABD, Rusya, Çin) kendi öz kaynakları kendilerine yetmekte, bunlardan ikisi (ABD ve Rusya) ekonomik geleceklerini ve kalkınma planlarını enerji fazlası ihracatına bağlamakta, dördüncü büyük güç AB ise Rus gazı tarafından tamamen kuşatılmış bulunmaktadır (Gazprom’un Sonatrach hisselerini almasıyla Cezayir gazının da Rus gazı olduğunu daha önce anlatmıştık).
Rusya için konunun hassasiyeti açık, bilinen bir gerçek. Peki ABD için konu neden bu kadar hassastır? Serbest piyasada kimi firmalar yeni bir teknolojiye yatırım yapmış olabilir, getiriler maliyeti karşılamıyorsa da hesap hatasıdır, batan batar diyebiliriz… Ama öyle değil. Konu ABD için de ulusal bir meseledir. Çünkü:
– II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Bretton Woods sisteminin çöküşüne kadar Dolar bir emtia para birimiydi. Yani değeri altına bağlıydı. ABD savaşta gerek Nazi altınlarını gerekse Japon İmparatorluğu’nun Uzakdoğu işgallerinde gasp ettiği altınları gasp ederek çok güçlü bir altın rezervine sahip oldu. Bu rezervi karşılık göstererek dolar bastı ve savaş sonrası yeniden yapılanmayı kendi hegemonyası altında finanse etti. 15 Ağustos 1971’de Bretton Woods sistemini lağvetti, ancak altın çıpasının kalkmasıyla -o zaman birçoklarının beklediği gibi- çökmek bir yana, doların küresel parabirimi niteliğini zaman içinde daha da güçlendi. Doları altın çapasından kurtarmak, FED’e istediği kadar borçlanmak ve dolar basmak gibi büyük esnekliklerle birlikte 80’lerden sonra bütün dünyayı küresel dev bir kumarhane haline getiren finansallaşma sürecini yönetebilmesini, ABD’nin bundan dev bir senyoraj geliri elde etmesini de sağladı.
Ne var ki 1971’den bu yana -genel kanının ve neoliberal propagandanın aksine- dolar “fiyat para birimi” (emtia çapasına bağlı olmayan, yasayla basılan para) olarak bu rezerv para birimi statüsünü korumuş ve pekiştirmiş değil. Enerji piyasası ve başta petrol, Bretton Woods’tan sonra doların gayri resmi bağlandığı emtia çapası oldu. Enerji emtia çapası, dolar hegemonyasını bugünlere kadar getirdi. Dolar, sanılanın aksine hiçbir zaman tam anlamıyla bir “fiyat para birimi” olmadı. Olsaydı her ikisi de AB üyesi ve Euro kullanan Norveç yanı başındaki Almanya’ya dolarla petrol satıyor olmazdı!
Bu hikayeyi bugün Kaya Gazı meselesine bağladığımızda, ABD için kendi gaz fazlasını ihraç etmenin önemini görebiliriz. ABD Kaya Gazı teknolojisi sayesinde adeta sonsuz bir altın madeni bulmuştur. Doların küresel “kıyas para” (benchmark) statüsü, bu gaz fazlasının Rusya’nın erişemeyeceği, enerji açığı bulunan tüm coğrafyalara sistemli ihracıyla pekişecektir.
Aynı hamleyi Rusya ve Çin de yapamaz mı?
Rusya’nın ebedi sorunu, sıcak denizlere erişiminin bulunmaması, burada da engeldir. Rusya boru hatlarıyla piyasasını korumaya ve genişletmeye çalışacaktır. Ama ABD gibi gemilerle kendine yeni pazar oluşturamaz. Ancak kendi kontrolündeki Kutup Denizi yollarını ABD’nin kullanımına açarak iki taraf için de karlı olacak bir işbirliği geliştirebilir -iki süper gücün Kuzey Kutup ittifakı konusunu aşağıda daha ayrıntılı işleyeceğiz.
Çin, sondaj teknolojisinde henüz geridedir. Birkaç yıl içinde kendine yetecek miktarı üretmeyi başarabilir. Ancak sıvılaştırma terminalleri ve limanlarıyla ABD’ye tehdit oluşturacak bir ihracat temposunu yakalaması -Japonya, Filipinler, hatta yine enerji zengini Avustralya ile çevrelendiği de düşünüldüğünde- ya hiç mümkün olmayacak ya da çok zaman alacaktır.
80’lerden bu yana süregelen finans sermayenin spekülasyon serbestliği ve ham bilgi (information) teknolojilerine bağlı birikim modeli tükenmiştir. Ancak varılan bu çıkmazdan alelacele bir küresel savaş senaryosu çıkarmak ezbercilik olacaktır.
Yeni bir birikim modelinin bulunmadığı, buna karşılık kaynak ve pazar kavgasının keskinleştiği durumda savaş tehlikesi artar.
Oysa bugün -daha önceki savaş öncesi dönemlerden farklı olarak- gelişmiş dünya yeni sermaye yatırım alanlarına ve kendi toplumlarının yaşam biçimini kökten dönüştürecek yeni teknik olanaklara sahiptir. Eğer sermaye bu olanakları yeni bir birikim modelinin ekonomik faaliyetleri olarak hayata geçirebilirse, ileri ülke toplumlarında sınıflar arası yeni bir refah uzlaşması kurulabilir ve savaş geri toplumların coğrafyasıyla sınırlı kalabilir.
Bu devrimin (ya da dönüşümün) çekeri ise işçi sınıfı değil, sermayedir. Yine de olanları iyi anlamak için Marksist formüllere başvurmamız gerekiyor:
Marksist formüle göre devrimler, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin sürdürülemez noktaya geldiği tarihsel anlarda ortaya çıkar. O ana gelinceye kadar, yeni ortaya çıkan üretici güçlere “ayak bağı” olan halihazırdaki ilişki biçimleri kriz halinde varlığını devam ettirir. Eğer “yeni üretici güçler” ortalama refahı artıran, krizi ortadan kaldıran, daha verimli yeni bir üretim ilişki biçimini devreye sokabilirse, ancak o zaman devrim olur.
Öyleyse Hegelci geleneğe bağlı Marksist diyalektik materyalizmde “telos” (kendiliğinden/fıtratından iyiye, doğruya giden bir tarih, sosyoloji anlayışı) yoktur. Ne Hegel ne de Marx doğru kavrandığında teleolojik değildir. Diyalektik mantığa teleoloji yüklemesi, derebeyi solculuğun teoriye gizem ve romantizm bulaştıran halkla ilişkiler stratejisidir. Sağcı ve liberal akademisyenler de solcuların bu gizemci romantizmini sanki Hegelci ve Marksist düşünce sisteminin zafiyetiymiş gibi işlerler, yanlışa bir yanlış daha eklerler.
Profesör Zizek bu teleoloji ve tarihte nedensellik sorununu, ancak sonradan geriye bakıldığında nedenlerin bulunduğu, sonuçların da ancak içinde yaşanan yeni gerçekliğe göre doğrulandığı (retroactive) paradoksal bir süreç olarak açıklar: tarih yazımında sonuçlar nedenleri önceler. Kader yoktur. Geleceği belirleyici hiçbir insanüstü irade (“There is no Big Other”) yoktur. Her tarihsel olayda -bilinçli de bilinçsiz de olsalar- insanlar tam inisiyatif sahibidir.
Öyleyse anarşistlerin söylediği gibi “önce devirelim, sonunda elbet iyi bir şeyler olur” mantığıyla devrim olmaz -anarşist olmamakla beraber “barbar komünal ruhun” ilerici “fıtratına” bel bağlayan Doktorcular da aynı gizemci dogmatik pozisyondadır. Eğer çok hassas ve kılı kırk yaran bir mühendislikle işe girişilmezse devrimden başka (faşizm, karşıdevrim, vb) her türlü felaket olabilir.
Devrim hakkında bir fikri olmadan devirme yanlısı -anarşist, Doktorcu, vb.- gizemci romantik pozisyonlar karşılarında yine kendileriyle aynı düzeyde duran statükocu karşı uçlarını yaratırlar: liberal, çevreci, doğacı, sivil toplumcu pozisyonlar da -telos yerine- statükoya benzer şekilde gizem yüklemesi yaparlar: “olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz, her ne yaparsak bozarız, ama dokunmayalım” diyen Prof Pangloss-Leibnitz liberal optimizmi de, çevreci doğalcılık da, insan aklına karşı mevzilenmiş aynı derecede gizemci dogmatik pozisyonlardır. Uygarlığı bugüne getiren bir “Büyük Öteki” olmadığı gibi, durduğu yerde insanları koruyup kollayan doğa vb sabit bir yapı da yoktur.
Marx’ın sosyolojisinde toplumsal sınıflar, (burjuva/proleter/lümpen; derebeyi/köylü; yurttaş/köle; vb.) tam olarak gerçek kişilere karşılık gelmeyen, karikatürize soyutlamalardır. Zamane sosyologların iddiasının tersine, bu karikatürize soyutlamalar Marx’ın düşünce sistemini zayıflatmaz, güçlendirir. Başat üretim ilişkisinin (kapitalizm, feodalizm, antik köleci düzen, vb.) modellemesini yaparken yapının anlaşılmasında tutarlığın kurulması için bu soyutlama sınıf rolleri varsayım olarak yerini bulur.
Gerçek bireyler düzeyinde bakıldığında ise insanların bu sınıf rollerine girip çıktıkları, rol değiştirdikleri, hatta farklı rolleri bir arada ve aynı anda üstlendikleri görülür. Marx bu sınıf kimliklerinin birer soyutlama olduğunu bizzat kendisi sıklıkla okuyucuya anımsatır. Marx, sistemin dayattığı rol ile -hangi sınıftan olursa olsun- gerçek kişinin dayatılan role uyum sağlama sıkıntısının da teorisini yapmıştır: yabancılaşma teorisi. Sermaye yalnız proleterin değil, sermayedarın da düşmanıdır. Sermaye dediğimiz şey, basitçe para, makina ya da belirli bazı nesneler değildir, insanlara kendi mantığını dayatan ve gerçek kişilerin içinde rol değiştirdikleri kendine özgü tarihsel bir ilişki biçimidir.
Öyleyse “devrimci özne” olma potansiyeline sahip bu “üretici güçler” kimlerdir?
Profesör Zizek geçen yıl “The Sexual is Political” başlıklı bir makale yayımladı. Tam bir felsefi başyapıt olduğu için, bu yazı Profesör’ün bugüne kadar yazdıkları arasında belki en çok nefret toplayan makalesi oldu. Çünkü yazı, Judith Butler, Alain Touraine vb zamane sivil toplumcu, çoğulcu kimlik siyasetine karşı bugüne kadar yazılmış en derli toplu ve güçlü eleştiriyi ortaya koydu (Prof Slavoj Zizek, “The Sexual is Political”, The Philosophical Salon, 1 Agustos 2016, Makaleye şu linkten ulaşılabilir http://thephilosophicalsalon.com/the-sexual-is-political/)
Profesör Zizek bu makalesinde Marx’a bir Hegel aşısı daha yapıyor: sınıf çatışması diye anladığımız şeyi aslında sistemsel bütünü oluşturan iki sınıf (burjuva ve proletarya) arasındaki çelişki olarak anlamanın hata olduğunu anlatıyor. Asıl diyalektik çelişki, bütünün dışında kalan, bütüne dahil olamayan ayrıksılar, aykırılar ile bütün arasındaki çelişkidir.
Burada tabii akla hemen deliler, suçlular ve lümpen-proletarya kavramı geliyor. “Lümpen-burjuva” ve “kendi işinin patronu proletarya” vb yeni önerilen kategoriler de buna dahil edilebilir.
Aykırı ve ayrıksıların bütün ile devrimci bir çatışmaya girmelerinin -yani devrimci özne olmalarının- ön koşulu ise şu: bütünün belli ve tanımlı bütün parçalarına karşı (yani sadece burjuvaya değil, proletaryaya da karşı) pozisyon almaları ve hepsi için rolleri baştan tanımlayan evrensel bir projeye sahip olmaları!
Öyleyse devrimci özne, kapitalizmin diferansiyel (kriz ve sefalet üreten, proleterleştiren) işleyişi içinde -ancak kestirmeden manifesto yazıyorsak (Komünist Manifesto)- evet, proletaryadır. Ancak proletaryanın da modellemeyi tamamlayan bir soyutlama olduğunu unutmadan şu iki eşiğin nasıl geçileceğine dair soruları sormalıyız:
1) Gerçek kişiler hangi durumda “üretici güç” olurlar?
2) Üretici güçler hangi durumda “devrimci siyasal özne” olurlar?
Tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde yeni teknoloji ürünü yığınla araç gerecin (saban, değirmen, makara ve dişli ve palanga düzenleriyle çalışan vinçler, kirmen, dokuma tezgahları, vb) atıl durumda kaldığı, kullanılmadan bir kenarda çürüdüğü bir dönemden söz ederler.
Sanayi kapitalizminin emekleme sürecinde ortaya çıkan “makine kırıcılar” da buna benzer bir olgudur.
Çin sanayileşmesinin büyük sıçrama yaptığı 90’larda, modelcilerin, kalıpçıların işsiz kalmaması için Batı’dan ithal ettikleri yığınla CNC tezgahının paketi bile açılmadan yıllarca kenarda beklediği bir dönem yaşanmıştır…
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu olguyu soyutlayarak tarihsel materyalist formüle yerleştirecek olursak: yeni üretim araçlarının bunları kullanacak beceri ve motivasyona sahip kişilerle buluşamadığı, bu nedenle de icat edilmiş olmalarına rağmen atıl kaldıkları belli tarihsel dönemlerden söz edebiliriz.
Sermaye düzeninde üretim araçları (sabit sermaye, “C”) kendi başına “değer” üretmez. Değerin üretilmesi için emek gücünün (değişken sermaye, “V”) üretim araçlarıyla buluşturulması gerekmektedir.
Bu buluşmayı engelleyen nedir?
Marksist tarihsel materyalizmin ezber formülü bu durumu, “eski üretim ilişkilerinin yeni üretici güçlere ayak bağı olması” şeklinde açıklar: yeni üretim araçlarını verimle işletecek yeni bir toplumsal ilişki modelini devreye sokacak iktidar (zorlayıcı siyasal proje) henüz ortaya çıkmamıştır.
Dolayısıyla bu yazı ezbercilere her ne kadar “teknoloji belirlenimci” gibi görünecekse de, asıl amaç ezberi bozmak, okuyucuyu hızla değişen insan-makina ilişkisi üzerine düşünmeye zorlamaktır.
Öyleyse, üretim araçlarıyla kişinin hangi hallerde buluşması (halihazırda işleyen düzeni yeniden üretmek yerine) farklı bir ilişki modelini zorlayan “devrimci üretici gücü” ortaya çıkarır?
Emek gücü “değişken sermaye” olduğundan, istihdam oranlarının değişkenliğiyle, emek piyasasındaki volatiliteyle, bu buluşmalar ve ayrılmalar zaten hemen her an gerçekleşmektedir. Kriz ortamında ayrılmaların artmasının da (lümpen-proleterleşme) devrimci dinamikleri tetiklemek yerine gerici dinamikleri tetiklediğini biliyoruz. Ayrıksı ve aykırıların da ilk elde evrensel bir proje üretmek yerine dışlayıcı düşmanlaştırıcı refleksler sergilediğini biliyoruz. Kaldı ki buluşmalar kriz ortamında, hatta devrimci-siyasal bir bilinçle bile gerçekleştiğinde, bu durum devrimci üretici güçleri ortaya çıkarmak yerine mevcut düzenin ilişki formatını tazeleyip yeniden üretiyor:
– Spartaküs ayaklanmasında isyancıların yakaladıkları rejim askerlerine köle muamelesi yaptığı gibi…
– 1871 Paris Komünü siyasi/askeri otonomisini kurmasına ve zamanının üretim araçlarına bütünüyle sahip olmasına karşın iş bankalara geldiğinde ne yapacağını bilememiştir. Banka ve finans kurumları, piyasada beklentileri ve güveni ticarileştiren, kapitalist ilişki modelini yeniden üreten başat kurumdur.
– 2001 Arjantin krizinde işçiler, iflas ettiği için kapısına kilit vurulan atölyelerin kilitlerini kırıp üretime başladılar. Ancak bu sıradışı, üretken hareket bile farklı bir üretim ilişkileri modeline doğru bir bilinç yükselmesine yol açmadı. Halkın açlıktan sokak kedilerini köpeklerini yemeye başladığı o günlerde bile bu işçi hareketi farklı bir ilişki modeline umut olmak yerine eski kapitalist ilişkileri restore etti.
Öyleyse bu soru çok önemli: emek gücü üretim araçlarıyla buluştuğu çoğu durumda -bırakınız devrimci üretici güç olmayı- kriz halindeki var olan ilişkileri restore ediyor. İşte önce bu eldeki hazır empirik olgunun, yani başarısızlığın teorisini yapmalıyız: bir toplumsal hareket neden kendi ilerici ideallerini gerçekleştiremeden çöker ve gericiliğe yol verir?
İlerici misyona sahip olduğu iddiasındaki bir sınıf hareketi sokağa çıktığında, ama işin sonunda bu isyan hareketi var olan ilişkileri konsolide ettiğinde, başarısızlığın nedenlerini olayların akışındaki beklenmedik tersliklere (hainler, korkaklar, casuslar, vb), dış etkenlere (Prusya Ordusu, emperyalizm, vb) bağlamak bizi bir yere götürmez. Bilakis acizliği teyit eder. Başarısızlığın nedenlerini olayın ilk anlarına giderek, insanların daha sokağa ilk çıktıkları anlardaki zihin durumlarında aramamız gerekir. Marx’ın bildik iki kategorisi, “kendinde sınıf” (faz 1: devrimci potansiyelini farkında olmayan sınıf) ve “kendi için sınıf” (faz 2: devrimci bilince sahip sınıf), bu durum üzerine düşünmek için yeterli değil. Öyleyse bu iki fazın önüne, “zemin fazı” ya da “sıfır seviyesi” de diyebileceğimiz üçüncü bir fazı ekliyoruz:
0) Kendinde olmayan sınıf (“class out-of-itself” ya da “class out-itself” ya da “düşlemsel sınıf” ya da “fantastic class”)
1) Kendinde sınıf (class in-itself)
2) Kendi için sınıf (class for-itself)
Kendinde olmayan sınıf (0), burada paradoksal olarak kendinde sınıftan (1) daha bile bilinçli görünmektedir: değişimin gereğine ve kaçınılmazlığına inanmıştır, bunun için harekete geçmeye, sokaklara dökülmeye, hatta yaşamını tehlikeye atacak eylemlere girişmeye hazırdır. Kitle hareketi içinde bulunmanın doğal ve ilkel coşkusuna psikolojik bağımlılık geliştirmiştir. Eylem mantığını teori-akıl-praxis değil, doktrin-romantizm-eylem döngüsü belirler. Söyledikleri her şey doğrudur, o nedenle burada bir “yanlış bilinç” halinden de söz edemeyiz. Ancak sahip olduğu bu “bilinç”, üretici güç olarak üretim ilişkileri ile henüz içine girmediği bir çelişkiye -dolayısıyla da mistik, romantik, varsayımsal- bir çelişkiye gönderme yapar. Bilinçlidir, ama bu bilinç halinin halihazırda kendi içinde bulunduğu durumla bir ilgisi yoktur. O nedenle bu durum “kendinde olmayan“, kendine dışarıdan bakan, fantastik bir bilinçlilik halidir.
Profesör Zizek’in Sam Kriss’le tartışması bu fantastik bilinç halinin derli toplu bir irdelemesini ortaya koymuştur. Profesör Zizek’in liberal-sol’a karşı geliştirdiği psikanalitik eleştiri yöntemi de bu “kendinde olmayan” bilinçlilik halini irdeler: “Söyledikleri her şey doğru, ama yine de, nesnel olarak ne yapıyorlar acaba?”
Bu fantastik bilinç durumunun asıl garabeti, doğruları ifade etmenin devrimci bir hareket yaratmak bir yana, sonuç itibarıyla düzeni olumlama işlevi görmesidir. Nutuk çekme, laf, düzeni değiştirmek bir yana, vicdanları rahatlatarak gerisin geriye düzenle yeniden barışmaya yarar. Burada söylenenlerin içeriği değil, söyleme eylemi etkilidir (performative): sözler ve söyleme biçimi, dinleyicilerin kafasındaki en ipe sapa gelmez fantezileri kışkırtacak ve keyif üretecek şekilde, retorik hünerle seçilir. Bu mekanizmanın sanat ve estetik üzerinden de benzer şekilde çalıştığının teorisini Adorno yapmıştır: sanatta mükemmellik ve harmoni, dinleyiciyi/izleyiciyi ipe sapa gelmez bir coşkuya sürükleyerek sonuç itibarıyla düzenle yeniden uzlaştıran bir işlev görür.
Birkaç yıl önce David Harvey Bilgi Üniversitesi’ndeki konuşmasında sosyalist direniş bilincinin gelişebilmesi bakımından, tedarik zincirleri içinde yer alan her emek biçiminin farkındalığının önemini vurguluyordu: bir ürün kapımıza gelinceye kadar tarladaki çiftçiden, fabrikadaki işçiye, onu taşıyan tır şoförüne kadar çeşitli süreçlerden geçer, her aşamada ürüne yüklenen emeği farkında olmalıyız uyarısını yapıyordu.
Ne var ki yukarıdaki açıklamalar ışığında David Harvey’in uyarısının son derece nafile olduğunu görmemiz gerekiyor: Tır şoförlerinin yolları kapatması, birkaç gün sonra kapanacak bir fabrikanın işçilerinin grev yapması (Hollanda’da kapanan Toyota fabrikasının işçileri fabrikaları kapanıyor diye grev yapmıştı), Gezi’ye destek vermeye gelen sendikaların alelacele bildiri okuyup eve dönmeleri vb olaya devrimci momentler kazandırmak bir yana “tiyatromuzu oynadık, eğlendik, şimdi işbaşı!” demeye benziyor ve krize giren düzeni -devirmek bir yana- restore ederek yeniden üretmeye yarıyor. Bilinç var, örgüt var, örgüt bilinci de var… Ama sınıf “kendinde değil”. Sonuçta düzenin halihazırda işleyen üretim araçları ve ideolojik araçları, kendi maddi pratiklerinin mantığını dayatıyor ve devam ettiriyor.
Öyleyse yukarıda önce teknolojik belirlenimci pozisyonun kifayetsizliğini anlattık: insan faktörü (devrimci üretici güçler) devreye girmedikçe mevcut üretim ilişkilerine tehdit oluşturacak üretim araçları icat edilmiş bile olsalar, üretici güçlerle buluşamadan yıllarca bir kenara atılmış bekliyorlar.
Bu nokta Marx ve Engels’in Feuerbach ve mekanik materyalizm eleştirisine isabet eder.
Ardından tek başına insan faktörüne vurgu yapan romantik devrimci pozisyonun (önerdiğimiz yeni kavram: kendinde olmayan sınıf / class-out-of-itself) kifayetsizliğini de örnekleriyle gösterdik. Başarısızlığa mahkum olması bir yana, daha da korkutucu olan, bu pozisyonun var olan düzeni konsolide etmeye yaradığını, otoriter ve popülist siyasetçilerin manipülasyonu altında gerici-faşist devrimlere yol verdiğini anlattık.
Bu nokta da Marx’ın idealizm ve ütopik sosyalistleri eleştirisine isabet eder.
Marx’ın pozisyonu, bu iki pozisyonun üzerinde, Diyalektik Materyalist pozisyondur.
Öyleyse asıl sorumuzu daha da ayrıntılandırarak şimdi tekrar soralım:
– Var olan üretim ilişkileri içinde işletilemeyen, atıl kalmış yeni teknoloji üretim araçları ile bunları kullanabilecek vasıftaki kişilerin buluşması nasıl olacaktır?
– Bu buluşma gerçekleştiğinde, mevcut ilişki formatıyla uyuşmazlık içinde çalışan yeni üretici güçler kendiliğinden devrimci bir nitelik kazanır mı? Ya da bunların devrimci misyon edinmesi fazladan hangi koşullara bağlıdır.
Yeni üretici güçlerin ortaya çıkması, yeni bir insan tipinin de ortaya çıkışını vadeder. Bu insan tipi büyük olasılıkla bugünün normlarında üretken kapasitesini kullanamadığı için çevresiyle uyumsuz, ayrıksı ve aykırı bir insan tipidir. Dolayısıyla devrimci üretici güçlerin gerçekleştireceği toplumsal düzen, siyasal, ahlaki ve hukuki rejim, büyük olasılıkla bugünün sadece sağcıları için değil solcuları için de düşünmek bile istemeyecekleri bir kabus olacaktır. Karakter özelliklerini bugün tam betimleyemeyeceğimiz bu “devrimci özne” insan tipi de -yine büyük olasılıkla- bugünün hem sağcıları hem solcuları için nefret nesnesi olacak bir tiptir.
Emek-Onur ilişkisi, feodalizmin yükselişi ve Hıristiyan ahlakının kendini kabul ettirmesiyle ortaya çıkmış tarihsel/kültürel bir bağdır. Köleci rejimde emekçi (köle), emeği üzerinden bir onura sahip değildir. Kölenin emeği, efendisinin onurudur. Tarihsel olarak -beşeri momentlerle- ortaya çıkmış her olgu, yine tarihsel materyalist diyalektik içinde varoluş koşulları ortadan kalktığında ortadan kalkabilir.
Bugün bu bağın kopmaya başladığına dair belirtiler var.
Toplumsal sınıflaşma, zihin emeği ile el emeğinin birbirinden ayrılmasına bağlıdır. Köleci rejimde bu ayrılma çok kesin ve keskindi:
Efendi basitçe ne yapılacağını söyleyen ipe sapa gelmez bir buyurgan değildi. Neyin yapılabileceğini/yapılamayacağını, neyin gerekli/gereksiz olduğunu, neyin hangi teknikle yapılacağını da bilmesi ve yaptırmak için en uygun yaptırım araçlarını da biliyor ve kullanıyor olması gerekiyordu. Dolayısıyla köleci rejimde efendi, hem teknik mühendis, hem toplum mühendisi, hem bilimadamı, hem sosyolog, hem siyasetçi, hem hukukçu, hem psikologdur. Köle ise bütün maddi/manevi varlığıyla sade maddi bir üretim aracı olarak iş görmeye zorlanır.
Bugün gelinen noktada ise solcu doktrin giderek daha fazla “iş onurdur” söylemini yinelemek zorunda kalıyor. Neden? Çünkü üreticiliğini çoktan yitirmiş pek çok iş kolu ve mesleğin devama zorlanma nedeni, işçinin bunları onur kaynağı olarak algılayarak kendini aldatmasıdır. Bugün sol doktrinin en temel zafiyeti, insanlık onurunu ilişkilendireceği emek dışında bir nosyon bulamamasıdır. Sol doktrindeki bu zafiyet nedeniyle, geri dönüşü olmayacak şekilde kopan bu bağ karşısında bireyin faşist ya da dinci çağrıya koşmak dışında seçeneği kalmıyor.
Bu noktada bir adım geri gidip “üretim aracı nedir?” sorusunu baştan sormak yol gösterici olacaktır:
Üretim aracı deyince aklımıza hemen maddi üretim araçları, yani alet, makina vb araç gereçler geliyor.
Paleolitik çağdan beri insan alet kullanıyor. 50 bin yıl önceki insanların ilk teknolojik buluşu yontma taşlar, zaman içinde CNC tezgahlarına, GPS kontrollü otopilotlara, sürücüsüz devinen kara, deniz, hava taşıtlarına, ameliyat yapan robotlara doğru evrildi.
Bu araç gereçlerin hepsi (eskiden yeniye; yontulmuş taştan robota; vb.) nihayetinde “maddi” varlıklardır. Kaba Marksist kavrayış, bu maddi araçların özel mülkiyetinin toplumsal sınıflaşmaya ve emek sömürüsüne yol açtığını varsayar.
Ancak bu kavrayışta bir sorun var: Maddi varlıklar el değiştirebilir. Bu el değiştirme, sermaye düzeninin piyasa kuralları içinde (“değişim değeri” üzerinden) gerçekleşebileceği gibi, talan, isyan, devrim vb toplumsal hareketler ve rejim değişikliği ile de gerçekleşebilir.
Üretim aracı dediğimiz nosyon eğer bu maddi araçlara karşılık geliyorsa, tarih bugüne kadar bunların sayısız kere el değiştirmesine, kırılıp bozulmasına ve yeniden üretilmesine tanık oldu. 2001’de Arjantin’deki kilit kırıcılardan 19.yy’daki makine kırıcılara kadar sayısız örnek var. Öyleyse nasıl oluyor da bu el değiştirmelere rağmen sınıflı topluma özgü üretim ilişkileri her keresinde kendini yeni baştan dayatıyor?
Sorun şurada düğümleniyor: bir üretim aracını kullanmayı bilmek, kullanıcıya (ya da işçiye) o aracın üretimine ve işleyişine dair bilgiyi de kendiliğinden sağlamıyor. İşçi, bu bilgiye sahip olmadığı için üretim araçlarını “işletemiyor”. Yani, maddi üretim araçlarının mülkiyetinin el değiştirmesi, proleter sınıfın eline geçmesi, toplumsal düzeni değiştiren bir tetik değil.
Marx bu sorunu her ne kadar “yabancılaşma teorisi” ile anlatmaya çalıştıysa da bu fazlasıyla muğlak bir teori.
Öyleyse “üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılması” dediğimiz bildik Marksist formülü nasıl anlamalıyız? Ya da empirik tarihsel olgulara uyacak şekilde bu formülü nasıl revize etmeliyiz?
Her makine nihayetinde bir proje, her proje de bir düşüncedir (idea). Düşünce (idea), projeye, “bilgi” (information değil, knowledge anlamında “bilgi”!) niteliği kazanarak dönüşür. Düşüncenin bilgi (knowledge) niteliği kazanmasının ön koşulu, toplumsal üretim/tüketim ilişkilerine uyarlanabilir bir işlev öngörmesidir.
Üretim araçlarının mülkiyetinin el değiştirmesi (işçilerin eline geçmesi), o araçların projelendirilmesindeki kurguyu (bir değerin üretilmesindeki hedef ve amaçları) ve bilgiyi de kendiliğinden işçinin zihnine transfer etmediği için, mülkiyetteki bu el değiştirme üretim ilişkilerinde devrimci bir dönüşümü doğrudan beraberinde getirmez.
Öyleyse toplumsallaşma yoluyla devrimci dönüşümü sağlayacak üretim araçlarından kasıt maddi araçlar değildir. Bilgidir. Bildik Marksist formül şöyle revize edilmelidir: her üretim aracı nihayetinde bilgidir. Liberal ve postmodern zırvalar bir yana -bu anlamda “bilgi toplumu” hiç de yeni bir şey değildir. Sınıflı toplumların doğuşu kadar eskidir. Sınıflaşma tarihte tam da işte “bilgi mülkiyetinin” özelleşmesi ile ortaya çıkmıştır.
Ancak buraya kadar bilgi dediğimiz şeyin “information” değil “knowledge” anlamında olduğunu not edelim. “Information” için “ham bilgi” karşılığını kullanacağız ve şimdi ham bilgi teknolojilerinin (IT) insanlığı aydınlatmak yerine nasıl “hamlaştırdığını” işleyeceğiz.
Postmodernlerin ve liberallerin dillerine doladıkları zamane “information society” (ham bilgi toplumu) -iddianın aksine- “knowledge” anlamındaki bilgiyi daha da sınırlayan ve özelleştiren araçları iktidarın eline vermiştir: ortalama birey, elindeki veri depolama ve sınıflama (in-form-ation) araçlarına yüklediği ham bilgi yığıntısı içinde kaybolmuş, elindeki bu malzeme ile toplumsal varoluşu arasında ilinti kurma becerisini (ham bilgiden bilgi, bilgiden bilinç üretme kapasitesi) kaybetmiştir.
Bu durumu, ödevini yazmak üzere gerekli tüm kaynakları, kitapları, ders notlarını önüne yığmasına rağmen, kafasında ne yazmak istediğine dair fikri bulunmayan öğrencinin durumuna benzetebiliriz. Bu öğrenci, önündeki kaynak yığıntısından seçtiği alıntıları olabildiğince şatafatlı cümleler halinde (zayıf akademik kapasite: yüksek retorik kaygı) birbirine ekleyerek, şişirdiği kaynakçasıyla da doldurduğu çöp tenekesine akademik çalışma süsü verirken yaptığı işin neden önemli olduğuna dair, hatta önemli olup olmadığına dair bir fikri yoktur.
İnsanlığın içinde yüzdüğü bu ham bilgi yığıntısı gerçek bilgiyi de hamlaştırır. Bu durum Profesör Zizek’in siyaset felsefesi literatürüne yeni eklediği bir kavrama işaret eder: “etkisizleşim” (interpassivity). Ham bilgiyi bilgiye dönüştürme (information 》 knowledge) kapasitesi ve kaygısının bulunmadığı yerde var olan bilgi de hamlaşmaya başlar: herkes neler olduğunu bilmektedir – ortada bilinç sorunu yoktur. Ancak bireyler o bilginin gereği olan etkileşimi (interactivity) başlatmak bir yana daha da etkisizleşirler (interpassivity) -ya da “hamlaşırlar”. Ham bilgi yığıntısı bilgiye dönüştürülemediğinde, var olan bilgiyi de yutmaya başlar. Bu sosyolojik durum 2016’nın gözdesi şu terimle ifadesini bulmuştur: “kitlesel umursamazlık” (post-truth; post-fact politics).
Öyleyse yukarıdaki kısacık açıklamalardan hareketle şunu söyleyebiliriz: bugün sermayenin karşısında süregiden düzeni tehdit eden yeni bir doktrin, sınıf hareketi, ilerlemeci (jakoben, Kemalist, sosyalist, Leninist vb) bir aydın hareketi, yani akılcı bir dünya tasarısı, ilerici bir ideoloji, bir muhalefet yoktur. Meydan, sermayenin karşısında alabildiğine boştur. Ekonomik buhranlar arasında benzerlik kurulabilir, ancak siyasal alanda bugünkü durumun 1930’larla hiçbir benzerliği yoktur: Almanya’da 1930 seçimlerinde NSDP %18 Sol Partiler toplamda %38 oy almışken 1932 seçimlerinde NSDP durumu eşitlemiş, 1933 seçimlerinde de %44’le ezici bir sonuç almıştır. İki yıl içinde çeşitli manipülasyonlar ve şok doktrini uygulamalarıyla sol taban büyük oranda Hitler’e kaymıştır. Çünkü o zaman için ortada Hitler’e kayabilecek bir sol taban vardır! Bugün ise ortada faşizme kayacak ya da kaymayacak bir sol taban bile yoktur! O gün, dünya halklarının önünde SSCB gibi dev bir başarı örneği vardır ve kitleler umutla, hırsla oradan oraya savrulmaktadır. Bugün ise kitleler çok daha kolay yönetilebilir durumdadır. Birkaç yıl önceki eğlenceli sokak partilerini bir yana bırakalım. Kitleler bugün hiçbir ciddi toplumsal, siyasal proje üretemedikleri bir uyuşukluk halindedir. Öyleyse ekonomik kriz sermaye düzeni içinde çok daha kolay yönetilebilir durumdadır. Bunun sonucu olarak da, topyekûn bir savaş riski -1930’lara göre- bugün daha uzaktadır.
Öyleyse sermaye bugün nasıl bir dünya yaratmak ve yeni yaratacağı dünyada nasıl semirmek peşindedir?
2009 yılında Berkshire Hathaway’nin o gün için kimsenin akıl erdiremediği astronomik bir fiyata, 26.5 milyar dolara BNSF demiryolu şirketini satın alması o günün finansal çalkantıları arasında pek dikkat çekmemişti. Warren Buffett bu operasyonunu “Şirketimi bir yüzyıl daha zirvede tutacak bir yatırım! Bazı şeylerin pazarlığını yapmazsınız, ne yapar ne eder, alırsınız!” sözleriyle açıklamıştı. 2009’dan 2014’e kadar kendini zor döndüren, eskimiş ray ve vagonlarıyla ölümlü kazalara, orman yangınlarına neden olan bu sorunlu şirket, 2014’te Kaya Gazı devrimi sayesinde -sadece bir yılda- tüm maliyetini Warren Buffett’a geri getirdi. Buffett 2009’da bir dönemin sona erdiğini, finans sermayenin çöküşünün akabinde bu kez Kaya Gazı devriminin geldiğini, yakında ülkede yeni bir sermaye birikim modeline ebelik yapacak dev bir altyapı seferberliği başlayacağını öngörmüştü. Sondaj bölgelerinden rafinerilere petrol taşıyacak boru hatları henüz yapılmadığı için BNSF’nin şu sıralar en büyük işi, tanker vagonlarla rafinerilere petrol taşımak.
Buffett’ın bu yatırımı aslında Trump’ın yeni-Keynesçi ekonomi politikalarının da habercisiydi. Keynes bugün neden yeniden gündemde? Bunu anlamak için önce Nikolai Kondratiev’in önerdiği döngüsel kriz modeline değinelim.
Kondratiev, yetersiz talep sorununa (deflasyon) bağlı sistemik krizlerin yaklaşık 70 yılda bir kendini tekrarladığını tespit eder. 70 yılda bir büyük geçişler, alt üst oluşlar yaşanır. Her 70 yıllık dönem de kendi içinde ayrıca daha hafif ve yönetilebilir krizler olan 35’er yıllık iki döneme ayrılır.
İlk 35 yıllık dönem, reel ekonominin büyüme dönemidir. Bu ilk dönemi, belli öncü teknolojilere bağlı bir birikim modeli olarak anlayabiliriz. Bu süreç çıkmaza girdiğinde (pazarı daraldığında, maliyet enflasyonuyla gerildiğinde vb) sermaye reel üretim alanlarından çekilir, finansallaşır, siyasal iradeyi de yumuşak emperyalizme, yani “küreselleşmeye”, yani sermaye hareketlerine küresel serbestlik sağlayacak politikalara zorlar. Finansal sermaye, bir o kadar süre daha (yaklaşık 35 yıl daha) sınır ötesi coğrafyalarda spekülasyon faaliyetleriyle semirdikten sonra tekrar tıkanır. Bu aşamada Schumpeter’ci yaratıcı yıkım gündeme gelir.
Keynes, böyle büyük deflasyonist bir tıkanma anında, 1929 Büyük Bunalımı’nda ortaya çıkmıştır. Zamanın ekonomistlerinin göremediğini görmüş, olayın bir deflasyon krizi olduğunu anlamıştır. Çözüm olarak, tetikleyici kamusal altyapı yatırımlarını ve buna paralel olarak yatırımları finanse etmeye yetecek kadar da ölçülü bir parasal genişlemeyi savunmuştur. Roosewelt’i ikna etmiş, bu sayede ABD 1929 Buhranını İngiltere’ye göre daha hasarsız atlatmıştır.
Keynes, kapitalizmin deflasyonist kriz ürettiğine dair Marksist formülü de, Kondratiev döngü modelini de yadsımaz. Yadsımak bir yana bilakis bunları veri kabul ettiği için de sistemi restore edecek bir kriz yönetme stratejisi geliştirebilmiştir. Deflasyonist krize girildiğinde ticaret partneri tüm ülkelerin eş zamanlı ve koordineli şekilde Keynesyen politikaları uygulamaları halinde de savaş tehlikesinin bertaraf edilebileceğini iddia eder. Bunun için uluslararası finans ve yatırım kurumları kurulması gerektiğini savunur. Savaş sonrası kurulan IMF ve Dünya Bankası, bu Keynesyen mantığın ürünü kurumlardır.
Keynesyen politikalar II. Dünya Savaşı’nda ve savaşı izleyen yıllarda (yani Kondratiev Döngüsünün ilk 35 yıllık döneminde) belirleyici olmuştur. İkinci 35 yıllık dönemde de (70’lerden sonra), sermayenin finansallaşma eğilimine cevap verecek tezleri pazarlayan Milton Friedman ortaya çıkar.
Keynesçi Yale okulundan Robert Shiller’in 2000 krizi üzerine “akılcı beklentiler kuramına” eleştiri olarak yazdığı “Akıldışı Taşkınlık” (“Irrational Exuberance”) 2009’da popüler olur, Keynesçilere yeniden gün doğar: piyasalar kendi kendine dengeye gelmemektedir. Devlet ekonomiye müdahil olmalıdır. Bugünkü büyük tıkanmayı aşmak için Keynes Amerikan yönetici elitine yine yol gösterici olmaktadır. Trump’ın cephesiyle Clinton cephesi arasında hala durulmayan kavga da yeni bir birikim modeli arayışındaki reel sermaye ile artık iktidarını kaybeden finans sermaye arasındaki kavgayı ve bu iki safın birbiriyle çelişen jeopolitik hedeflerini karakterize etmektedir.
Sermaye cephesindeki bu çatışmayı yine gerçek kişiler arasında bir çelişki gibi algılamak hatalı çıkarımlara yol açar. Berkshire Hathaway örneğindeki gibi piyasa oyuncuları finans sermaye ile reel sermaye arasında her an pozisyon değiştirebilir, aynı anda birkaç pozisyon tutabilirler. Ne var ki semirmenin coğrafi alanında ve aktivite biçimdeki değişimler, siyasi alanda gerçek kişilerin, toplumların, hatta devletlerin bir anda altını boşaltır. Ortadoğu devletleri de şimdi işte böyle bir boşluğa yuvarlanmaktadır.
Şimdi Trump’ın yabancı düşmanlığının ve korumacılık eğiliminin arkasındaki momenti anlayabiliriz: Kamu yatırımları için kesenin ağzı bir kez açıldığında harcanan her kuruşun hesabı, getirisi, ekonomiyi tetikleyici ne kadar olumlu etkisi olup olmadığı sorgulanacaktır. Trump hükümeti burada kılı kırk yaran bir sosyoloji ve toplum mühendisliği yapmalıdır. Yatırımlar, yeni birikim modeline ebelik yapacak miktarda ve çeşitte tüketimi tetiklemelidir -daha fazlasını ve daha farklısını değil. Sermaye dışarı kaçmamalıdır. Yerel ve yerleşik Amerikalının yaşam standardı yükselmeli, geleceğe güveni tesis etmelidir.
Hedefler büyüktür. Avrupa tipi elektriğe dayalı bir ulaşım modeline geçiş hedefi vardır. Ülke baştan başa demir ağlarla örülecektir. Sınırsız Kaya Gazı enerjisi, nükleerin yanında çevrecileri de susturacak temiz ve güvenli bir elektrik kaynağıdır. Kaya Gazı ve petrolün rafinerilere, kentlere, ihracat terminallerine ulaştırılabilmesi için ülke ayrıca boydan boya gaz ve petrol boru hatlarıyla donatılacaktır.
Petrol yakın gelecekte enerji kaynağı olarak kullanılmaktan çıkacaktır. Bunun yerini gaz alacaktır. Trenlerin yanında bireysel ve ticari elektrikli taşıtlar da piyasayı 5 ila 10 yıl içinde tamamen ele geçirecektir. Bu gelişmeler eğer enerji jeopolitiği çerçevesinde sistematik şekilde yönetilemezse büyük alt üst oluşlar yaşanabilir. Aşağıdaki grafik sadece son 5 yıl içinde elektrikli araçların yükselişini gösteriyor:
Elektrikli araçların yükselişindeki trend böyle devam ederse, ABD’de 2023 yılında petrolle çalışan araç kalmayacağı öngörülmektedir. Çeşitli siyasi engellemelerle bu trend geciktirilse bile ABD’deki tüm araçların elektrikliye dönmesi en çok birkaç yıl gecikecektir. Aşağıdaki Bloomberg’ün grafiğinde bu trende dair olası 3 senaryoyu görüyorsunuz:
Sadece ABD’deki tüm araçların elektrikliye dönmesi, günde 2 milyon varil petrol fazlası ortaya çıkaracaktır. Bugün tüm dünyada içten yanmalı motorların günde tükettiği petrol miktarı 80 milyon varildir. ABD’ye paralel -ama daha geriden gelecek şekilde- başka coğrafyalarda da yaygınlaşacak elektrikli araçların yaratacağı petrol fazlası, petrol fiyatlarında büyük bir göçme yaratacaktır.
Elektrikli araç devrimini dikkate alarak çizilmiş, farklı enerji kaynaklarının toplam enerji ihtiyacındaki payını ileriye yönelik gösteren bir çalışma bulamadım.
Aşağıdaki Avrupa Enerji Ajansı’nın grafiği, elektrikli araç devrimini dikkate almadan çizilmiş. Buna rağmen, gelecek yıllarda petrolün payının yaklaşık aynı kalacağı, artacak elektrik ihtiyacına bağlı olarak da gaz ihtiyacında çok sert bir yükseliş olacağı öngörülüyor:
Bloomberg’ün grafiğinde gösterilen elektrikli araç yükselişine bağlı olarak yukarıdaki grafiği petrol aleyhine revize edecek olursak, petrol payının düşeceğini, artacak elektrik ihtiyacına bağlı olarak da gaz payının çok daha sert yükseleceğini öngörebiliriz.
Petrol ise -yakılmak yerine- bu araçların yapımı (kompozit plastikler) için hammadde kaynağı olacaktır. Bunların cazibesini ve kullanışlılığını artırmak için her park yerine, her köşebaşına şarj istasyonu yapılması gerekecektir. Bu şarj istasyonları için milyonlarca km enerji hattı döşenecektir.
Bu devrim sürecinde gerekli mesleklerin ve işkollarının tanımı ise her zamankine göre daha belli ve daha sınırlıdır. Robot teknolojileri başta araç sürücüleri olmak üzere, milyonlarca insanı işsiz bırakacaktır. Yeni Keynesçilik bu nedenle göçü denetlemeden, insan ayırmadan, elemeden, bu geçiş sürecini yönetemez.
Sol siyaset eğer bu sürece direnecekse, neye direneceğini, ne istediğini, kılı kırk yararak belirlemelidir. Kitleleri ikna edici bir alternatif ortaya koyabilmek için de önce neler olduğunu iyi kavramalıdır. Ne var ki kimlik siyasetinin girdabındaki sol, olanları bütün olarak kavramaktan uzak olduğu kadar topyekûn bir siyasal proje üzerinde düşünmeye de çok uzaktır.
Sermaye Devrimi ve Yeni-Keynesçilik -genel kanının aksine- tarihte bugüne kadar hiç olmadığı kadar güçlü bir Transatlantik-Rus bağlaşıklığını zorlamaktadır. İki süper gücün arasındaki çelişki artmak bir yana, Batı dünyası ile Rusya bütünleşme yoluna girmiştir. Bu bütünleşmenin ortak laik gündelik yaşam kültüründen kadın-erkek eşitliğine, flört kültürüne, Sermaye Devrimi için gerekli beyin gücünü üretecek akılcı, bilimsel eğitim politikalarının benzerliğinden, tüketim ve eğlence alışkanlıklarına, giyim kuşamdan tuvalet hijyenine kadar sayısız göstergesi sıralanabilir. Bunların hepsini akılda tutarak, politika yapıcılar için şu an belirleyici olan yeni enerji jeopolitiğini işleyeceğiz.
Daha önceki iki çalışmamızda Amerikan Kaya Gazı devriminin AB pazarına hakim olma yarışında kaçınılmaz olarak ABD-Rusya işbirliğini zorladığını anlatmıştık.
Kaya Gazı yatırımlarının batmaması ve enerji üzerinden yeni bir Amerikan hegemonyasının kurulabilmesi için, yeryüzündeki üçüncü en büyük rezerv olan Ortadoğu kaynaklarının mundar edilmesi gerekmektedir. Geri Ortadoğu devletlerinin zaten kendi doğal kaynaklarını işletmek gibi bir iradeleri yoktur. Buradaki kuyuları işleten Amerikan firmaları buradan el çektiklerinde buradan zaten petrol ve gaz çıkmaz.
Rusya zaten Kuzey ve Doğu Avrupa piyasasına hakimdir. Cezayir üzerinden ve Karadeniz’in altından da Akdeniz Avrupası’na gaz tedariğine hazırlanmaktadır. Rusya üçüncü bir rezervin (yani Ortadoğu’nun) rekabetine tahammül edemez. Ekonomisi enerji ihracı ile dönen Rusya, Ortadoğu’dan Batı’ya doğru akacak her yeni enerji yolunu bombalamak zorundadır.
Kaya Gazı Devrimi’nin kaçınılmaz olarak ABD-Rus ittifakını getireceği öngörümüz dolaylı bir çıkarımdı. 2016’da yaşanan gelişmeler bu öngörümüzü tam olarak doğruladı.
Ancak geçen yılki analizimizde iki süper güç arasındaki işbirliğinin yeni bir dinamiğini görememiştik: Kutup Gazları.
Şimdi, Kaya Gazına ilave, iki süper gücün doğrudan ve açık ittifakının göstergesi olarak bir de Kutup Gazı işbirliği ortaya çıkmıştır.
Burada küresel ısınmanın paha biçilmez nimetlerinden biri daha karşımızda: Rusya için Kutup Denizi hakimiyeti her zaman ciddi bir jeopolitik hedef olmuştur. Kutup Denizi’nin buzlardan temizlenmesi sayesinde bu denize en geniş kıyı şeridine sahip Rusya hem sıcak denizlere inecek alternatif bir yol elde etmiş oluyor hem de Kuzey Atlantik ve Kuzey Pasifik arasındaki en kısa ticaret yolunu kontrol etmiş oluyor. Rusya bu hedefleri doğrultusunda, ticari ve askeri gemilerin önünde ilerleyerek buzda yol açan buz kırma gemileri geliştirmiş durumda:
Aşağıdaki gibi yerküreye doğru açıdan baktığımızda Kutup Deniz yolunun geleneksel sıcak deniz yollarından daha kısa olduğunu görebiliriz:
Diğer yanda ABD İçişleri Bakanlığı’na bağlı Jeolojik Araştırma Kurumu’nun (USGS) 2008 raporuna göre Kuzey Kutup Denizi’nde, büyük bölümü Rus münhasır ekonomik bölgesi içinde yer alan ve yerleri tespit edilmeyi bekleyen (“assessment of undiscovered conventional oil and gas resources”) konvansionel – yani, Kaya Gazından farklı olarak geleneksel yöntemlerle daha yakın derinliklerden çıkarılabilecek -petrol ve gaz kaynaklarının toplamı 240 milyar varildir (petrol ve petrol variline eşdeğer gaz).
Aşağıda küresel ısınma sayesinde açılan kutup yollarını ve halihazırda işletilen gaz sondaj kuyularının yerlerini görüyoruz. Sondaj yerleri ile yeni deniz yollarının kesişmesi kutup rezervlerini daha da işletilebilir yapıyor:
Ve işte Rus münhasır ekonomik bölgesi içinde kalan, sondaj yerleri tespit edilmeyi bekleyen tahmini rezervlerin haritadaki yerleri:
Yukarıdaki haritada, en az 50 milyon varil petrol ve varil petrol muadili gaz bulunma olasılığı %100 olan bölgeler koyu mavi olarak gösterilmiş.
Rusya bu rezervlerin işletilmesi için gerekli teknolojik altyapıya sahip değil. ABD (ya da Exxon Mobil) bu nedenle devreye giriyor. Şimdi Trump’ın, Putin ve Gazprom ile yakın ilişkiler içinde bulunan, ABD seçimlerine Rus hacker müdahalesi vb konularda Ruslarla görüştüğü dedikoduları çıkan eski Exxon Mobil patronu Rex Tillerson’ı dışişleri bakanı yapmasını bu çerçevede anlayabiliriz: elektriğe ve dolayısıyla doğalgaza bağlı ilerleyecek sermaye devrimi için gerekli Transatlantik-Rusya ittifakının simge ismi Rex Tillerson (ya da T-Rex) olacak:
Büyüklükler hakkında kabaca bir fikir verecek olursak: bu miktar, tüm dünyadaki konvansiyonel yöntemlerle (Kaya Gazı hariç) çıkarılabilecek gaz ve petrolün %10’una, ayrıca Rusya’nın Sibirya civarında bugün sahip olduğu toplam rezerve eşittir. Yani Rusya bu rezervi işletmeye başladığında sahip olduğu doğalgaz kaynağını ikiye katlamış olacaktır. Bu rezerv ayrıca Ortadoğu’da Basra Körfezi civarında yoğunlaşmış (gerici Şii İran ve gerici Sünni devletlerin kontrolündeki) gaz rezervine de eşit büyüklükte bir rezervdir. Yine bu rezerv, 150 yıldır (içten yanmalı motorların keşfinden bu yana) insanlığın tükettiği tüm gaz ve petrolün yaklaşık yarısına eşittir.
Öyleyse yakın zamana kadar çevrecilerin diline doladıkları “fosil yakıtlar tükeniyor” söyleminin geçersizliğini bir kez daha görmeli, yeni jeopolitik dinamikleri de bu gerçekleri görerek anlamalıyız:
1) Gaz ve petrol tükenmeyecek – en azından öngörülür bir gelecekte tükenmeyecek. Kaynaklar neredeyse sınırsızdır.
2) Bugünkü kavga, sınırlı kaynakları kontrol etme ve sömürme kavgası değildir. Bugünkü kavga, belli coğrafyalarda yoğunlaşmış kaynakları tüketim potansiyeli yüksek, ileri uygarlıkların coğrafyasına (genel olarak Kuzey coğrafyalara) ulaştırma ve yayma kavgasıdır.
3) Sermaye Devriminin yukarıda bahsettiğimiz yeni birikim modelini kurabilmesi, bu enerji transfer ağlarının güvenli şekilde örülebilmesine ve süper güçler ittifakıyla istikrarlı şekilde korunabilmesine bağlıdır.
4) Kaya Gazı ve Kutup Gazı, ileri coğrafyalar için -Ortadoğu’ya kıyasla- daha güvenli, daha sorunsuz işletilebilir kaynaklardır.
5) Hem Kaya Gazı hem de Kutup Gazı altyapı yatırımlarının batmaması için Ortadoğu kaynaklarının mundar edilmesi gerekmektedir.
Avrupa’nın Atlantik kıyılarının enerji tedarikçisi ABD, geri kalan bütün Avrupa coğrafyasının tedarikçisi de Rusya olacaktır. ABD ayrıca Pasifik cephesinde Japonya’nın ve Latin Amerika’nın da tedarikçisidir.
Çin piyasası üzerinde de ABD-Rusya işbirliği kaçınılmazdır ve gereklidir. ABD donanması bu nedenle Hürmüz’ü kontrol etmektedir: Ortadoğu’dan Çin’e deniz yolunu ABD bloke etmiştir. Bu blokaj, Rusya’yı Çin’in tek tedarikçisi yapar.
Rusya ile Çin 2014’te yıllık 400 milyar dolar tutarında gaz ticaretini hedefleyen bir anlaşma imzalamıştır. Boru hattının bitirilmesi ve gaz akışının başlaması için 2019, en geç 2020 yılı hedeflenmekte. Şimdilerde ise büyüme hızındaki düşme ve kendi Kaya Gazı yatırımlarının getirisine bel bağlayan Çin’in bu anlaşmada ayak sürüdüğü haberleri geliyor. Yine de bu boru hattı hayata geçecek:
3000 km’lik mesafenin Rusya tarafındaki 516km’si, Çin tarafındaki 80km’si de 2016’da tamamlandı. Tam kapasiteyle akış başladığında bu boru hattının Çin’e aktaracağı doğalgaz miktarı yılda 237 milyon varil petrole eşdeğer gaz olacak (38 milyar küp ayak). Bu da Çin’in 2016 yılı toplam doğalgaz tüketimi olan 1250 milyon varil petrole eşdeğer gazın (200 milyar küp ayak) beşte biri! Yani elektrik devrimi ile birlikte büyüme hızı da göz önüne alındığında Çin’in Rus gazına ihtiyacı azımsanamaz.
Aşağıdaki haritada ABD ve Rusya’nın kendilerine parselledikleri enerji pazarları, Rusya’nın Suriye Akdeniz takozu, ABD’nin de Hürmüz Hint Okyanusu takozu görülmektedir:
Görüldüğü gibi her iki takoz da Ortadoğu’yu kilitleyen pozisyondadır. Rus takozu Kürt koridoru fantezisini ve İran’ı kilitlemiştir. Koridorsuz bir Kürt devleti yaşayamaz çünkü Arap coğrafyası gibi bu bölge coğrafyası da ancak yeraltı kaynaklarını ileri ekonomilere peşkeş çekerek dönebilecek kendi başına üretken olmayan ekonomilerdir. ABD takozu da Çin yolunu kilitlemiştir. Geriye Tayyip ve Netanyahu faktörleri kalmıştır. Bunların pozisyonlarının nasıl olabileceğini de şimdi aşağıda tartışacağız.
Daha önce dediğimiz gibi: ne çalışırsak çalışalım, önümüzde mutlaka bir harita bulunmalıdır. Edebiyat dersinde bile öğrencilerin önünde bir harita olmalıdır ki dersle ilgilenmeyenler gürültü yapacaklarına haritaya bakıp düşüncelere dalsınlar, gerçeklerden kopmayan bir hayal gücü geliştirmeyi öğrensinler. İşte harita:
Kırmızı çizgi Nabucco, yani Tayyip+Ahmedinejad+Obama projesi… Bu proje İran’da Ahmedinejad’ın devrilmesiyle, Türkiye’de de Cemaat girişimi ile engellendi. Projenin rafa kalkmasının İran’a ödülü de yaptırımların kaldırılmasıydı.
Yeşil çizgi İran+Kürt ittifakı ile Kürt koridorunun Akdeniz’e açılması projesiydi. Bu da Rus blokajı ile iptal edildi. Bu aşamada Kürt koridorunu hala tehdit olarak algılamanın anlaşılır bir tarafı yok. Artık ne ABD ne Rusya koridor fantezisinin arkasında durmayacak. Halen kendilerine verilen sınırlı desteğin arkasında ancak şöyle bir mantık olabilir: “Boş duracaklarına oralarda birileriyle savaşsınlar…”.
Kuzeydeki kısa kahverengi çizgi Kerkük-Yumurtalık boru hattı. Bu hattın çalışmaya devam etmesi Türkiye için çok önemli. Barzani ile Tayyip’in flörtünün nedeni bu.
Kuzeyden güneye inen mavi çizgi, tarihin ilk petrol boru hattı: Kerkük-Hayfa boru hattı. Bu hat 1948’den beri atıl durumda. Bu hattın yeniden çalıştırılması İsrail’in refahı için çok değerli bir proje. Bu hat da, Kerkük-Yumurtalık gibi İsrail ile Türkiye’nin Kerkük-Musul bölgesine ortak ilgisini ifade ediyor.
Fırat Nehri boyunca güneye uzanan kahverengi çizgi, göçmekte olan gerici Sünni Basra devletlerine soluk aldıracak, ekonomilerini Türkiye’ye entegre edecek ve bir süre daha onları yüzdürecek enerji hattı. IŞİD bu hattı tutmuş durumda. AKP’nin Suudi Arabistan ve Katar ile flörtü, ortak askeri blok oluşturma girişimleri, bu çerçevede yorumlanabilir. “Ordumuz neden El-Bab’da?” sorusuna bir türlü tatmin edici bir yanıt bulamayanlara da bu çerçevede düşünmeyi öneriyoruz.
Güneydeki uzun mavi çizgi de, uzun kahverengi çizginin İsrail versiyonu. Yani yine gerici Sünni Basra devletlerini İsrail ekonomisi ile yüzdürecek ve İsrail’i de kalkındıracak bir proje… İsrail’in Sünni devletlerle flörtünü de yine bu çerçevede anlamayı öneriyoruz.
Bu saha üzerinde düşünürken de -en baştan beri anlattığımız gibi- bu çizgilerin hepsinin Transatlantik-Rusya ittifakı ve yeni sermaye devriminin gerekleri ile toptan çelişki içinde bulunduğunu unutmamamız gerekiyor.
Ayrıca bu coğrafyanın Transatlantik-Rusya uygarlığı için depresiflerin, lümpen-proletaryanın, nihilist ve dinci radikallerin deşarj edilip yok edildiği bir insan öğütme merkezi olarak “faydalı” bir işlev gördüğünü de akılda tutmalıyız.
Transatlantik-Rusya ittifakı, bu coğrafyadan Batı dünyasına ve Çin’e enerji çıkışı verilmesine ne yapıp ne edip engel olacaktır. Ancak bölgede yerel kaynakları kendi ekonomisi içinde emebilecek, sanayisini ve refahını geliştirebilecek, kendi çapında kısmen gelişmiş sadece iki ekonomi vardır: Türkiye ve İsrail. Bu ülkeler Transatlantik-Rusya ittifakına karşı, yerel kaynakların dışarı ihraç edilmeden yerel ekonomilerde değerlendirilmesi temelinde barışçı bir uzlaşma formüle edebilirler mi? Böyle bir uzlaşma hedefleniyorsa bile İran bu projenin neresinde duracak? Ya da Sünni-Basra bölgesinde er-geç ortaya çıkacak siyasi vakum Türkiye, İsrail ve İran’ı içine çekecek ve çarpıştıracak bir felaketi mi hazırlıyor?
Her üç devletin de Jakoben-Kemalist aydınlanma ideallerinden uzak, etnisite ve din temelli siyaset güttükleri, bu nedenle yöre insanı için hiç birinin uygarlık timsali çekim merkezi oluşturamadığı ortadadır. Her üç devletin de insan sermayesi -savaşmaya ve ölmeye gelen lümpen göçüne ters yönde- Kuzeye ve Batıya akmaktadır. Bu şartlarda yukarıda anlattığımız çelişkilerden bölge insanı için aydınlanma ve refah yolunda akılcı ve insancıl bir proje çıkma olasılığı zayıftır.
18 Mart 2017
Bu yazı Prof Şener Üşümezsoy’un katkılarıyla hazırlanmıştır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.