“Ak Parti gençlik kolları” imzası ile dağıtılan bu “evet gazetesi” bugüne kadar “evet” propagandası için çıkarılmış en “kapsamlı” malzeme. Tam 24 sayfa, dolu dolu (!)
“Ak Parti gençlik kolları” imzası ile dağıtılan bu “evet gazetesi” bugüne kadar “evet” propagandası için çıkarılmış en “kapsamlı” malzeme. Tam 24 sayfa, dolu dolu (!) Okuyun, “Hayır”ın kıymetini anlayın. Anladığınızı etrafınıza anlatmaktan kaçınmayın
Referanduma yaklaşık 30 gün kaldı. 16 Nisan günü sandık başına gidip oy verecek tüm yurttaşlar için “Bu Anayasa değişikliğinin içeriği artık biliniyor” diyebilir miyiz?
Hayır Meclisleri ile örgütlenen ve çarşı pazarda, mahalle ve kent meydanlarında kendilerinden başka bir güce yaslanmadan gönüllü emekle çalışarak değişikliğin içeriğini anlatan yurttaşlara denk gelenler için belki “artık biliyorlar” dememiz mümkün.
Ama sabahtan akşama kadar “evetçilerin” propagandası için seferber edilmiş TV ekranlarına, bakanların, başbakanın ve Erdoğan’ın hemen her gün arka arkaya yaptıkları konuşmalara, tüm devlet olanaklarının seferber edildiği evet kampanyasına baktığımızda iktidar partisinin propagandasının, yine içeriği anlatmaya değil, yalan ve dezenformasyona yani Anayasa değişikliğinin gerçek içeriğini halktan saklamaya dayandığını görebiliyoruz.
Bugünlerde iktidar partisi tarafından kentin çeşitli merkezlerinde açılan propaganda stantlarında dağıtılan bir gazeteyi ele alalım. “Ak Parti gençlik kolları” imzası ile dağıtılan bu “evet gazetesi” bugüne kadar “evet” propagandası için çıkarılmış en “kapsamlı” malzeme. Tam 24 sayfa, dolu dolu (!)
Dolayısıyla bir göz atılmayı hak ediyor.
Öncelikle bu 24 sayfalık gazetede ne yok ondan başlayalım. Yani bir ülkenin geleceğini belirleyecek bir Anayasa değişikliğini anlatırken iktidar hangi kelimeleri hiç kullanmamış?
“Özgürlük” kelimesi bu gazetede geçmiyor.[1]
“Eşitlik” kelimesi bu gazetede geçmiyor.[2]
“Barış” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Laiklik” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Yurttaş” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Emek” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Emekçi” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“İnsanca yaşam” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Bağımsızlık” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
“Çözüm” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
Ve “Kadın” kelimesi bu gazetede geçmiyor.
Burada bu yazıyı noktalayabiliriz. İçinde özgürlüğün, eşitliğin, barışın, emeğin, emekçinin bu ülkenin yarısı kadınların kelimesi geçmeden anlatılabilen bir değişikliğin bize, bu ülke halklarına ne hayrı olur diyerek.
Ama gazeteyi biraz daha karıştıralım.
Gazetede cumhurbaşkanlığı sisteminin faydaları (!) birbirinin tekrarı söylemlerle 7 maddede özetlenmiş. Gazetedeki maddelere tek tek bakalım…sorular soralım.
İktidar, Anayasa değişikliği ile koalisyon döneminin, hükümet kurulamama krizlerinin, çok başlılığın tarihe karışacağı ve 5 yıllık kesintisiz istikrar dönemlerinin geleceğini iddia ediyor. (Bu arada genel seçim aralığını 4 yıla indirenin de AKP hükümeti olduğunu hatırlatalım.)
İktidar, “İstikrar = tek parti (adam) hükümeti = güçlü yürütme” denklemini kuruyor da niye bunların birbirine eşit olması gerekiyor, işte onu anlatmıyor.
Halkın yönetime katılma kanalı olarak tanımlanan Meclis’i işlevsizleştirmek, dolayısı ile siyasi, ekonomik, toplumsal sorunlar için bir çözüm merci olmaktan çıkarmak neden istikrar getirsin? Cumhurbaşkanı seçilen kişi örneğin kendi partisi Meclis çoğunluğu olmazsa seçimleri tek bir kararla iptal edebilme yetkisine sahip olduğuna göre ülkenin sürekli bir seçimler dönemine girmeyeceğinin garantisini kim verebilir?
Yargıyı, Anayasa Mahkemesi ve HSK’nın neredeyse tamamını doğrudan atama ve dolaylı olarak çoğunluğa sahip olduğu Meclis’ten belirleme yetkisinin tek adama verilmesi ve yargının hiçbir kişi ve kurum için güvenilirliğinin kalmaması neden istikrar getirsin?
Ülkeyi OHAL ve kararnamelerle yönetecek, ülkenin ticaret yaptığı, yıllar boyunca dost olduğu tüm ülkelerle ve kendi ülkesinin en az yarısı ile kavgalı, konuştukça doları oynatan, canı isteyince musluk açıp kapatır gibi kurumları açıp kapatan bir tek adamda tüm yetkilerin toplanması ülkede nasıl istikrarın garantisi olacak?
İşte “istikrar” derken bu sorulara verilen bir cevap yok. Üstelik bir de 15 yıldır bu ülkeyi zaten Erdoğan’ın başında bulunduğu tek bir partinin, koalisyonsuz yönettiği gerçeğinden de, 7 Haziran’dan sonra “koalisyon kurulamıyor” diye ortalığı yıkıp yüzde 50 ile yeniden tek başına iktidar olduktan sonra ülkenin ekonomiden dış politikaya, darbe girişiminden patlayan bombalara tarihinin en istikrarsız dönemini aynı tek adamın liderliğinde yaşadığından da bahsedilmiyor.
Hepsinden öte istikrar=tek adam=güçlü yürütme denklemine çok öykündükleri Osmanlı’dan örnek verilebilir. Eğer bu denklem doğru olsaydı “Osmanlı” hala hayatta olurdu. 36 Osmanlı padişahının 11’i darbeyle devrilmezdi.
İktidar partisi Anayasa değişikliği ile daha hızlı karar alınacağını, hızlı icraat ve reform yapılacağını, kurumların hızla yenileneceğini iddia ediyor.
Hız nasıl arttırılıyor?
Düzenlemelerin tartışıldığı Meclis, Meclis içinde ve dışındaki yürütmeyi denetleyen mekanizmalar, yargının alınan kararların hukuka uygunluğunu denetleyen yapısı ortadan kaldırılarak. Yani tek adamın aldığı kararlar üzerindeki tüm denetim ortadan kaldırılarak. Kendi sözleri ile “ayak bağı” olan güçler ayrılığı yok edilecek.
Erdoğan, kendi ağzı ile söylüyor: “Seçimlerde 5 yıl süreyle görev verilen Cumhurbaşkanı milletten başka kimseye hesap vermeden Anayasa çerçevesinde görevini yerine getirecek” Yani “millet” 5 yılda bir sandığa gidecek o 5 yıl boyunca tek adamın ne yaptığına “millet meclisi” ve yargı dahil kimse karışamayacak. Anayasal çerçeve mi? Onu da zaten tek adam OHAL ilan edip tanımayabilecek.
Peki neden ve ne için, kim için daha “hızlı” olunacak? Bu ülkenin ve bizlerin geleceğini belirleyen kararlarda hız her zaman iyi bir şey mi? Başka türlü soralım, örneğin bugünkü hızdan memnun muyuz?
Yani hiç kimseye danışılıp görüşülmeden, Meclis’te tartışılmadan, halkın olumlu ya da olumsuz tepki göstermesine izin verilmeden bir gecede yayımlanan birer kararname ile ülkeye dair kararların alınmasından?
Binlerce insanın birden işsiz kalmasından? Halkın seçtiği belediyelere ya da binlerce kişinin çalıştığı iş yerlerine kayyum atanmasından? Üniversitelerin kapatılmasından, fakültelerin hocasız kalmasından? Ülkenin kamu varlıklarının bir kararla kimse tarafından denetlenmeyen Varlık Fonu’na aktarılıvermesinden?
Ya istedikleri hız ellerinde olsaydı neler olurdu? Örneğin kız çocuklarının tecavüzcülerle evlendirilmesini öngören karar bir kararname ile geçebilirdi. Kıdem tazminatı ve 657 sayılı kanunla kamu çalışanlarına sağlanan güvence bir kararla ortadan kaldırılabilirdi. Bir şirketin daha fazla kar etmesi için ormanlar, yaylalar, tarım arazileri, ya da oturduğun mahalleye el konabilirdi. Ya da savaş kararı tek bir adamın iki dudağı arasından çıkan sözle alınabilirdi. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
İktidarın hızdan kastı, denge ve fren mekanizmasının ortadan kaldırılmasıdır. Fren mekanizması olmayan bir aracın hız yaptığında freni olan başka bir araca göre kaza yapma potansiyelini bir düşünelim.
İktidara göre Anayasa değişikliği ile yasama da yürütme de güçlenecek, yasama ile yürütme gerçek anlamda ayrışacak. “Hükümet kendi işine odaklanacak, TBMM kendi işine”.
Yürütmenin güçlendirilmesi derken ne kastedildiği bizzat Binali Yıldırım ve Erdoğan tarafından dile getirildi: “Bütün gücü tek kişide toplamak”… “Gücü tekelde toplamak”
Peki yasama nasıl güçleniyor? Bunun bir açıklaması yok.
Bakanlar Kurulu ortadan kaldırılıyor; yürütme organı, Meclis’e karşı siyasal sorumluluk taşımayan cumhurbaşkanına bağlanıyor. Meclis’in sistem içindeki merkezi konumu sona eriyor. Bu durumda “TBMM kendi işine bakacak” sözü ne anlama geliyor? Biraz daha ayrıntılandıralım.
Yürütmeyi eline alan tek adamın bir partinin de genel başkanı olduğu, milletvekillerini belirlediği bir Meclis’in yani yasamanın “yürütme = tek adam” karşısında güçlü olma ve “ayrışma” şansı var mı? Hayır.
Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanına Meclis’in iradesini atlayarak “yasal boşluk”larda kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarabilme yetkisi veriliyor. Meclis çoğunluğu kendi partisindeyken yasama faaliyetini zaten tamamen yönlendirebiliyor, yasama faaliyetinin alanını kendisi belirleyebiliyor. Tek başına OHAL ilan edebiliyor, böylece Anayasal denetimin de dışına çıkarak kanun hükmünde kararnameler ile ülkeyi yönetebiliyor.
Bununla da yetinilmiyor, cumhurbaşkanına yasa yapma yetkisi verilirken Meclis’ten çıkarılan yasaları veto yetkisi de veriliyor. Cumhurbaşkanı, 151 oy ile kabul edilmiş bir yasayı meclise geri gönderdiğinde, meclis ikinci kez bu yasayı ancak 301 oy ile kabul edip cumhurbaşkanına gönderebiliyor. Böyle bir Meclis’in “kendi işine” yani yasamaya odaklanabilmesinden söz edilebilir mi? Hayır.
Yani ortada güçlendirilen bir yasama yok. Yasama ile yürütme birbirinden ayrıştırılmıyor tam tersine yasama, yürütmenin emrine tabi kılınıyor.
Gazeteye göre yürütme ile bağı kesilen yasama asli işlevlerini daha kaliteli (!) şekilde gerçekleştirecek. Milletvekilleri başlangıç safhasından itibaren kanunların hazırlanmasında görev ve sorumluluk alacak. Milletvekili kendi seçmeniyle sürekli sıcak temas halinde olduğu için, halkın beklentileri kanunlara daha fazla yansıyacak.
Bu anlatımın neresini düzeltmeli?
Tek adamın bir kararı ile feshedilebilen Meclis güçlü olabilir mi? Hayır. Tek kişi tarafından feshedilebilirken kendini yenileyebilme kararını (cumhurbaşkanı seçimlerini de) ancak 3/5 çoğunlukla alabilen bir Meclisin yürütme ile eşdeğer bir güce sahip olması mümkün mü? Hayır.
Yasama organı olduğu söylenen Meclis’in, yürütme organı haline dönüşen cumhurbaşkanı üzerinde denetim yetkisi yoksa ortada bir güçten bahsedilebilir mi? Hayır.
Hükümetin Meclis’e karşı sorumluluğunun, soru önergesi ve gensorunun ortadan kaldırıldığı bir sistemde Meclis güçlü olabilir mi? Hayır.
Cumhurbaşkanına soru dahi soramayan en fazla cumhurbaşkanı yardımcılarına soru sorabilen bir Meclis’in cumhurbaşkanı karşısında bir hükmü olur mu? Hayır.
Bakanları onaylama ve denetleme yetkisi elinden alınmış, bakanlarla Meclis içinde karşılaşma ihtimali bile olmayan bir Meclis güçlü olabilir mi? Hayır.
Çoğunluğunu tek adamın partisinin oluşturduğu bir Meclis’te 400 vekilin bir araya gelip cumhurbaşkanına yargılama yolunu açmasının ihtimali var mı? Hayır. O zaman “cumhurbaşkanına yargılama yolu açtık, cumhurbaşkanı artık siyaseten sorumlu” söyleminde doğruluk payı var mı? Hayır.
Meclis’in başkanın isterse eşini, oğlunu, kızını, damadını, gelinini atadığı Cumhurbaşkanı yardımcısı ya da bakanları onaylama ve denetleme yetkisi yoksa, yine 400 vekil bir araya gelemeden bu kişilere yargı yolu açılamıyorsa güçlü bir Meclis’ten bahsedilebilir mi? Hayır.
İşlevsizleştirilen ve halkın sorun ve taleplerini yasama ve denetim faaliyetleri ile Meclis’e taşıyamayan bir milletvekilinin halkla sıcak bir teması kalır mı? Hayır.
Bütçe kanunu dahi hazırlayamayan ve tek adamın hazırladığı kanunu onaylamaya zorlanan Meclis’in halkın gözünde bir itibarı kalır mı? Hayır.
İktidara göre, Cumhurbaşkanı yüzde 50’nin üzerinde bir oy oranıyla seçileceği için, siyasette birliktelik artacak, kutuplaşma azalacak. Hükümet ve Meclis’in uyumu önem kazanacak. Siyasete daha sorumlu, daha akılcı, daha uyumlu bir anlayış hakim olacak.
Daha referandum oylaması sırasında hayır diyen yurttaşları “vatan haini, terörist” ilan eden bir anlayış “uyum ve birlik” sağlayabilir mi? Hayır.
Halkı yüzde 50 yüzde 50 “benden olan ile olmayan” diye bölen ve tek adama yüzde 100’ün temsil edildiği Meclis’i feshetme yetkisi veren bir Anayasa değişikliği “uzlaşma” ve “birlik” anlayışı getirebilir mi? Hayır.
Başkanın tüm yargıyı, tüm kamu kuruluşlarının üst düzey bürokratları, kamu kurumu yöneticilerini kendi adamlarından atayacağı, kendinden olmayanı dışlayacağı bir sistemde uzlaşmadan bahsedilebilir mi? Hayır.
İktidar cumhurbaşkanı halk oylaması ile seçileceği için cumhurbaşkanının elinde toplayacağı yetkilerle “milli iradenin” doğrudan kullanılacağını iddia ediyor. Oysa “Millet”, yüzde elli artı bir değildir. Yani seçmen çoğunluğunu desteğini almak, iki seçim arasında keyfi olarak istediğini yapmak anlamına gelmez. Ülke yönetimine yansıması gereken irade yurttaşların tamamının iradesidir. Bunu garanti altına alacak olan da yürütme üzerindeki denetimdir.
Anayasa değişikliği ile gelecek sistem birlik değil ayrışma, uzlaşma değil çatışma getirir.
İktidar diyor ki güçlü yürütme, huzurun ve güvenliğin teminatı olacak. Etkin ve hızlı karar vericilik, terörle ulusal ve uluslararası planda mücadelemize güç katacak. Önleyici mekanizmalar daha işlevsel hale gelecek. Kurumsal yenilenme sayesinde güvenlik politikalarımız daha etkin şekilde işletilecek.
Elbette, gazetede güçlü yürütmenin yani tüm yetkilerin tek adama verilmesinin neden “huzur” ve “güvenlik” getireceği anlatılmıyor, “önleyici mekanizma” derken ne kastedildiği de.
Huzur ve güvenlik, ülkede, bölgede barış olması, ülkenin köklü sorunlarının çözülmesi ile mümkün. Bu maddede ülkede ya da bölgede “barış” sözü geçiyor mu? Hayır.
Ülke içindeki savaşın nasıl bitirileceğine, Kürt sorununun çözüleceğine ya da nasıl çözüleceğine dair bir ifade var mı? Hayır.
AKP Manisa İl Başkan Yardımcısının “Evet çıkmazsa iç savaşa hazırlanın” dediğini unutmadık. Halkı referandumda evet oyu kullanmaları için iç savaşla tehdit edenlerin, ellerinde silahla “Hayırcıları bekliyoruz” diyerek video çekenlerin serbest bırakıldığı bir ülkede “huzur” ve “güvenlik” olur mu? Hayırcıları tehdit edenlerin soruşturma bile geçirmediği bir ülkede halkın yüzde 50’si kendini huzurlu ve güvenli hisseder mi? Hayır.
Mesele ülke içiyle de bitmiyor. Anayasa değişikliğine göre milli güvenlik siyasetini belirlemek tek adama bırakılıyor. Türk silahlı kuvvetlerinin nasıl kullanılacağı tek adamın kararına bırakılıyor. Başkomutan tek adam.
Bu tek adamın bugün dost dediğine yarın düşman demeyeceğinin garantisi var mı? Hayır.
Hatalı karar vermeyeceğinin, kişisel hırsı ya da parti çıkarını ülkenin dış siyasetini belirleyen temel etken haline getirmeyeceğinin garantisi var mı? Hayır.
Hatırlayalım, ABD, Mart 2003’te Irak’ı işgal etmeden önce Türkiye topraklarını kullanmak ve Türkiye’yi de bu savaşa katmak istedi. Tayyip Erdoğan liderliği bu teklifi kabul etti ancak Meclis’ten geçmedi. Yetkiler tek adamın eline olsaydı bu savaştan kaçınabilir miydik? Hayır.
Anayasa değişikliği geçerse ve yetkiler tek adamın elinde toplanırsa yarın herhangi bir emperyalist güçle yapılan işbirliği ya da tasarlanmış bir gerilim sonucu ülkenin savaşa sürüklenmesini engelleyecek bir mekanizma kalacak mı? Hayır.
Son maddeye geldik, iktidar diyor ki “Güçlü yönetim sistemi ülkemizi bölgesinde ve küresel siyasette daha etkili bir konuma yükseltecek. Suriye’deki Fırat Kalkanı Operasyonu örneğinde görüldüğü gibi, uluslararası işbirliği ve terörle mücadele imkanları genişleyecek. Uluslararası sorunların çözümünde söz ve hak sahibi olmak konusunda elimiz güçlenecek. Öncü ülke olma iddiamız, yeni yönetim sistemimizle birlikte, daha da artacak. Sorun çözücü ve garantör ülke olarak bölge sorunlarında ağırlığımızı duyuracağız.
Şahsileştirilmiş bir iktidar ve kişiye bağımlı bir yönetimden “güçlü devlet” çıkar mı? Tüm bürokrasiyi, tüm devlet kurumlarının başındaki insanların halka ya da meclise değil onları atayan tek bir kişiye karşı sorumlu olduğu bir düzende kişilere bağımlı olmadan işleyen bir devlet yapısından bahsedilebilir mi? Hayır.
Peki “güçlü devlet”in simgesi olarak kabul ettikleri dış politikanın belirlenmesi tek bir adamın sözüne bırakabilir mi? Üstelik kavga ettikleri sürekli değişen ama kavga hali hiç değişmeyen bir adama? Dış politikada esas tutarlılık değil mi?
15 yıllık bir iktidar ve bu iktidara 15 yıl boyunca liderlik etmiş bir tek adamın yönetiminde ülkenin geldiği noktaya “güçlü” denilebilir mi, Türkiye’yi “öncü ülke” olarak tanımlayan var mı? Hayır.
Sadece yakın geçmişe bir göz atalım.
2009’da Davos’ta İsrail lideri Şimon Peres’e “one minute” diyen Erdoğan İsrail ile askeri ve ekonomik ilişkileri sürdürdü, 2010 yılında İsrail Gazze’ye giden Mavi Marmara gemisini vurarak 9 Türkiye cumhuriyeti vatandaşını katlettti. İktidar önce esip gürledi, Erdoğan “Ben bu görevde bulunduğum sürece İsrail ile olumlu bir durum düşünemem” dedi. Sonra şart koşulan “diplomatik özür”, “Gazze’ye ablukanın kaldırılması”, “tazminat” şartlarından; yalnızca 20 milyon dolarlık tazminat şartını kabul etti. Diplomatik olmayan bir özür açıklaması yapan İsrail ile diplomatik ilişkiler yeniden en üst düzeye çıkarıldı. Erdoğan Mavi Marmara ile yola çıkanlara “bana mı sordunuz” deyip işin içinden çıktı. Olan Erdoğan’ın “one minute” sözüne güvenip katledilen yurttaşlara oldu.
Mart 2011’de NATO, Kaddafi liderliğindeki Libya’ya müdahale kararı aldı. Erdoğan 28 Şubat 2011’de, “NATO’nun ne işi var Libya’da. Böyle saçmalık olabilir mi? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız” diyordu. Ancak 3 hafta sonra 21 Mart 2011’de, “NATO, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir” açıklamasını yaptı. Üç haftada ülkeyi yöneten kişinin tutumu değişir mi?
2011’e kadar Beşar Esad için “Kardeşim Esad” diyen ve ortak bakanlar kurulu toplayan Tayyip Erdoğan ve dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davuoğlu, ABD’nin Suriye savaşını tetikleme kararı üzerine, CIA’nin de doğrudan dahli ile Esad’ı “Zalim Esed” ilan edip, Suriye’deki iç savaşı bizzat ateşledi.
Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu, Esad yönetiminin haftalar içinde devrileceğini, Türkiye’ye gelen sığınmacı sayısı 50 bini aşarsa Suriye’ye girilip güvenli bölgeler kurulacağını söyledi. Erdoğan bayramda Şam Emevi camiinde namaz kılacağını iddia etti. Ne oldu? Türkiye’ye giren Suriyeli sığınmacı sayısı 3.5 milyonu buldu. Türkiye’nin dışı da içi de “güvensiz bölge”ye dönüştü. Astana’da Esad ile masaya oturuldu. Bu arada olan Suriyelilere, ülke içine taşınan cihatçı ağlarının eylemleri ile yaşamını yitiren yurttaşlarımıza oldu.
24 Kasım 2015’te Rus savaş uçağı düşürüldü, Erdoğan “Özür dileyecek değiliz, aynı ihlal yapılırsa yine aynı karşılığı veririz” dedi, başbakan Davutoğlu “Emri ben verdim” dedi. Bunun üzerine Rusya, Türkiye’ye yaptırımlara başladı. Erdoğan 27 Haziran 2016’da Rusya’dan özür diledi. Uçağı FETÖ’cülerin düşürdüğünü iddia etti. Rusya’nın büyükelçisi başkentin ortasında vuruldu. Erdoğan’ın emri ile TSK’nın ancak Rusya ve ABD izni ile hareket edebildiği Fırat Kalkanı operasyonuna başlandı. 70’e yakın asker El Bab’ta yaşamını yitirdi. Neden sorusuna kimse yanıt vermedi. Suriye devleti “Türk rejimi ve on binlerce masum çocuğun ölmesine neden olan terörizme verdiği destek, Suriye’nin altyapısını tahrip etti” diyerek Türkiye’yi BM’ye şikayet etti, işgalci bir güç olarak tanımladığı Türkiye’nin topraklarından çekilmesini istedi.
Ortadoğu’dan Avrupa’ya doğru kayalım…İlk iktidar yıllarında ana hedeflerini Avrupa Birliği’ne girmek olarak açıklayan AKP’nin 15 yıllık iktidarının sonunda müzakereler fiilen durdu. Avrupa Birliği geçtiğimiz hafta Türkiye’ye tam üyelik müzakereleri çerçevesinde verilen mali yardımları “hukuk devleti” gibi ilerlenemeyen alanlarda durdurduğunu açıkladı.
Örnekleri çoğaltmamız mümkün ama son bir haftadır yaşananlarla son noktayı koysak yeter…
Referandumda devlet olanakları ile yurtdışında “evet” çalışması yapmaya hazırlanan [3] bakanların referandum etkinliklerinin iptal edilmesi üzerine önce Almanya ile başlayan ve Hollanda ile devam eden gerilim “kimin nasıl bir lale olduğu”na ilişkin tartışmayla taçlanan bir diplomatik krizle sonuçlandı.
Hollanda’da Çavuşoğlu’nun yapacağı referandum toplantısını 16 Mart’ta yapılacak genel seçimler sonrasına erteleme önerisini reddettiği için uçağına iniş izni verilmemesi ve ülke kurallarına ihlal ettiği için bakanının Hollanda’dan sınırdışı edilmesi “güçlü Türkiye”nin işareti midir?
Yoksa imal edilmiş krizlere, ülkeyi yönetmek için “dış düşman” yaratmaya muhtaç kalınması yalnızca güçsüzlüğü mü gösterir?
Avrupa ülkelerine “faşist, nazi” diye seslenerek demokrasi kahramanlığına soyunanların tek adamın mutlak iktidarını tüm ülkeye dayattığı koşulları yaşıyoruz.
Öyle ki sınırın dışında “demokrasiyi” dilinden düşürmeyenler ülke içinde tüm muhaliflere kuralsız, hukuksuz bir şiddet uyguluyor, yurttaşların yasalar önündeki haklarını dahi tanımıyor, Hayır diyenlerin sesini eylem yasakları, ifade özgürlüğünü ortadan kaldıran uygulamalar, tehditler, gözaltılar, tutuklamalarla bastırmaya çalışıyor.
Biz gerçekten böyle bir ülke mi istiyoruz?
16 Nisan’da oy verirken iktidarın laf kalabalığına değil, yaşadıklarımıza bakalım.
Bugün bu ülkeyi sevmek, hayır demektir.
Dipnotlar:
[1] Özgürlük kelimesinin geçtiği tek yer Anayasa değişikliğinin anlatılmadığı “50 yıllık yargı vesayeti” bölümü. Cümle ise şu; “Yargı vesayeti, sadece siyasetin önüne set olmamış, temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere insan haklarını da kısıtlamıştır”. “İnsan hakları” sözünün de yalnız bu cümlede geçtiğini hatırlatmış olalım.
[2] “Eşitlik” kelimesi ise yalnız askeri mahkemelerin kaldırılmasını anlatan bölümde geçiyor. “Hukuk devletinin
temel ilkelerinden bir tanesi hukuk önünde eşitliktir” cümle bu. Doğru mu doğru. Peki yargı tek adama bağlı iken “hukuk önünde eşitlik” nasıl sağlanır, işte bu yok.
[3] Üstelik 298 Sayılı Seçim Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanun’un 94/A maddesinde yapılan değişikle “Yurt dışında ve yurt dışı temsilciliklerde seçim propagandası yapılamaz” hükmünü getiren AKP iktidarının kendisidir, hatırlatalım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.