Ben İLEF’in hayalini kurmaya başladığımda Basın Yayın’dı. Tam bir sene oturup ders çalıştım, aklımda bir tek orası vardı: Ankara Basın Yayın olacak diyordum. Gazi’yi aklımdan bile geçirmemiştim. Nedenini hiç bilmiyorum. Başka bir sürü yere girebilirdim, puanım çok yüksekti, ama ilk tercihim İLEF’ti. Tercih formunu sınav salonunda yeniden doldurdum. Çünkü babam ilk sıraya ODTÜ Kamu’yu yazmıştı. […]
Ben İLEF’in hayalini kurmaya başladığımda Basın Yayın’dı. Tam bir sene oturup ders çalıştım, aklımda bir tek orası vardı: Ankara Basın Yayın olacak diyordum. Gazi’yi aklımdan bile geçirmemiştim. Nedenini hiç bilmiyorum. Başka bir sürü yere girebilirdim, puanım çok yüksekti, ama ilk tercihim İLEF’ti. Tercih formunu sınav salonunda yeniden doldurdum. Çünkü babam ilk sıraya ODTÜ Kamu’yu yazmıştı. Kızı kaymakam olsun istiyordu. Allah korudu (1). Kendisinden gizli işaretlediğim İLEF’e girdiğimde (2) babam çok bozulmuştu (3). Gazeteci olmak istediğimi üç yaşımdan beri söylüyordum ve bu onun en büyük kabusuydu. Üniversite sınavlarına hazırlanırken yaşadığım stres, bir kulağımın sağır olmasına, midemde de ülsere sebep oldu.
Hayatımın en acayip beş yılını İLEF’te geçirdim. O acayip hayatta yaralanıyor (4), İLEF’te onarılıyordum. Korkunç hocalarımız da vardı. Mesela Aysel Aziz o zaman dekandı ve korkunç bir kadındı. Ne mevzusunu bilirdi ne de hakkaniyetliydi. Başörtüsüyle okula girmeyelim diye de uğraştı bir müddet. Dersten çıkarttığında odasına gidip, “Hanım hanım, ben bu okula nasıl girdim biliyor musun, kim oluyorsun da çıkartıyorsun sınıftan?” demiştim. Eser Köker’i ziyaret etmiştik sonra. “Yanınızdayım kızlar” demişti. Sevda Alankuş sonradan geldi okula. Bir öğrenci ve muhtemel bir akademisyen olarak ciddiye aldı beni. Birlikte makale yazdık. Hem de başörtüsünün yanında durarak. Merve Kavakçı vakası hakkında, Gonca Kuriş’in aziz hatırasına selam göndererek… Hemen tüm hocalarımın odalarına girer çıkardım. Sınava geç kaldığımda hoş görülürdüm. Erol Mutlu rahmetli, dalga geçmişti “benden bile çok gecikiyorsun” diye. Kendisinin iki, benim üç saat geciktiğim bir sınavı için mazeret sınavına girmemi, “Söz ver televizyonda yapımcı olmayacaksın” diye kabul etmişti. O esnada İslamcı gazetelere, radyolara bedava ya da karın tokluğuna çalışıyordum. Bütün hocalarım ve arkadaşlarım biliyorlardı bunu. Hiçbir şekilde aynı fikirde değildik. Ama bunu bilmeleri de sorun değildi. Yeter ki çalışayım diye bakıyorlardı. İLEF’te konuşamayacağım kimse yoktu, aynı fikirde olmamak hiç sorun olmadı.
Başörtümle Mülkiye’nin kürsüsüne çıkıp, dönemin Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan’a -bir konferans vermek üzere davet edilmişti ve sanıyorum Bülent Daver de moderatördü-, “ne zaman çözeceksiniz bu sorunu, yetmedi mi bizi tartakladığınız?” dediğimde tam karşımda oturuyordu Aysel Aziz. Bülent Daver’in kıs kıs güldüğünü hatırlıyorum, kürsüye hareket geldi diye neşelenmişti muhtemelen. Zaten onca el arasından beni seçip kürsüye çağırmasından da “yaramazlık” peşinde olduğu belliydi. Mülkiye’nin o kocaman salonunu dolduran yüzlerce solcu öğrenci söylediklerimi alkışladı. Beni değil, başörtüsünü de değil, hak talep eden tıfıl bir kızı alkışlıyorlardı. Öyle ki Köksal Toptan, “ne o, beni niye alkışlamıyorsunuz?” demek zorunda kaldı. Aysel Aziz, okulun dekanıydı ve o salondaydı. Üstelik beni de, örtümü de sevmiyordu. Bu girişim hiçbir şekilde okuldan atılmama, ders notuyla cezalandırılmama, disiplin soruşturmasına vs. sebep olmadı. Ne ayrıcalıklı oldum ne de cezalı. Kimse benden bir şey esirgemedi. Kimse bağırmadı, kimse tartaklamadı, kimse uyarmadı bile. Ettiğim kadar mücadele ve sonra bunun orada gördüğü karşılık bana insanlara ve hatta siyasete umutla bakmayı öğretti.
Şimdi herhangi bir öğrencinin, herhangi bir bakanın, herhangi bir üniversitede konuşma yaparken kürsüsüne çıkıp “ya hu ne yapıyorsunuz?” diye sorabileceğini hiç sanmıyorum. Doğrudur, Kemalizm korkunçtu ve Aysel Aziz de Kemalist’ti. Ama sanırım şimdikiler kadar kötü olmadı hiçbir zaman. İyi de değildi. Ama bu kadar kötü değildi. Yok muydu sürtüşmeler? Mesela Osmanlıca kelime sarfettiğimde düzelten bir hocamız vardı. Herkes de korkardı ondan. Onun derslerinde, hınzırlıktan mı, panikten mi bilmiyorum, bildiğimi bile farketmediğim bütün Osmanlıca kelimeler geliyordu aklıma. Konuştuğumda kendim bile şaşıyordum. Kızıyordu, yüzünü buruşturuyordu. Ama çıkarmadı sınıftan. Notu çok kıttı yalnız. Sade bana değildi o kıtlık, herkes çok çekti. Kaç arkadaşım bir tek onun dersinden sene tekrarlamıştır. Başka bir hoca, adını vermeyeceğim, çünkü merhum oldu, okulun müstahdemlerine bizi içeri almamalarını söylemişti. Daha doğrusu müstahdemlerden biri bize öyle söyledi. Zor durumda kalmasınlar diye bir-iki kez pencereden girdim derse. En arka pencereden girmiştim. Çünkü eylem olarak yapmıyordum. Derse giriyordum sadece (5). O da üstelemedi zaten. Çünkü neredeyse 200 kişilik sınıf ses edene ses ediyordu. 200 kişilik sınıf İslamcı falan da değildi. Hatta İslamcı oğlanlar “sesin namahrem çok konuşuyorsun günah” diyorlardı. Aysel Aziz dersten çıkarttığında arkamızdan solcu çocuklar çıkmıştı, onlar değil. Sonra gelip “kusura bakmayın ailelerimiz bize para gönderiyor, okulu bitirmek zorundayız” demişlerdi. Sanki solcu çocukların aileleri yoktu, para göndermiyorlardı, onların okul bitirmeleri gerekmiyordu.
Her neyse. Bütün bu olanlardan şunu öğrendim. İnsanı kötüleştiren haysiyetsizliği. İslamcılarda, özellikle erkeklerinde haysiyet hep eksik oldu. Haysiyetsizlikleri ölçüsünde de kötüleştiler. Karanlık tarafa geçmek için can atıyorlardı. Karanlık taraf artık onlardan ibaret.
(1) Babam sıkı bir sağcıydı, ama en iyi üniversitelerin solcuların ders verdikleri olduğunu biliyordu. Elbette böyle söylemiyordu ama sağcı üniversite de önermiyordu.
(2) Girdiğim yıl, 1992’de, İLEF oldu. Hatta mahalleden fen bilimci bir oğlan, “o kadar ders çalıştın, yüksek okul mu kazandın,” diye dalga geçmişti benle. Ne bilsin Allah’ın mühendisi! Annesini çok severdim.
(3) Hâlâ kodlama hatası yüzünden İLEF’e girdiğimi sanıyor.
(4) Çünkü “nasılsa başörtülüsün, başka yerde iş bulamazsın” diyen İslamcı ağabeylerin işlerinde çalışıyordum. Yayınevlerinde, radyolarında, tecrübe edineyim, belki düzgün ücretle de çalıştırırlar bir gün diye. O gün hiç gelmedi, hakkım hepsine haram olsun! Emek sömürmek konusunda başka hiç kimsenin içi “İslamcı erkek” kadar rahat değildir. Çünkü nasılsa sözüm ona dava için sömürür, işlediği günahlar kendisine don diye biçtiği kimliğin yüzü suyu hürmetine “kutsal”dır. Kibirinden, kendi nefsindeki binlerce tümseği göremez. Öyle olmasa bu kadar zelil olur muydu hiç? Sürekli aldanma, aldatılma jargonunda yaşamasının bir sebebi de budur. Kendisi başlı başına bir göz aldanmasıdır.
(5) Devam zorunluluğu yoktu pek çok derste. İLEF öğrencileri hep çalışırlardı çünkü. Zengin çocukları falan da değillerdi. İslamcı ağabey ve ablaların emek sömürülerinden vakit buldukça derse girmek, not tutmak benim için mühimdi. Çünkü her ders bir dolu tartışmayla geçtiğinden, ders notlarından bir şey anlamak kolay değildi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.