Savaşın ve şiddetin en ağır olduğu zamanlarda hangi ahlakla davrandığınızla alakalıdır kültür. O yüzyıllar ve yüzyıllar süren bir emek işidir. Hayatımızı işgal etmeniz başka sahip olabilmeniz başka. Ölmek kısa yaşamak uzundur “Bu bir uyarı sesidir! Sizleri uyarmak, sizler gibi Alman olan bir kişinin bugün sizlere yapabileceği yegane hizmettir.” Thomas Mann İngiltere’den böyle sesleniyordu Nazi Almanyası’na. Yıllar sonra […]
Savaşın ve şiddetin en ağır olduğu zamanlarda hangi ahlakla davrandığınızla alakalıdır kültür. O yüzyıllar ve yüzyıllar süren bir emek işidir. Hayatımızı işgal etmeniz başka sahip olabilmeniz başka. Ölmek kısa yaşamak uzundur
“Bu bir uyarı sesidir! Sizleri uyarmak, sizler gibi Alman olan bir kişinin bugün sizlere yapabileceği yegane hizmettir.” Thomas Mann İngiltere’den böyle sesleniyordu Nazi Almanyası’na. Yıllar sonra ülkemdeyse yazarlar, akademisyenler, tutuklu muhalif siyasetçiler cezaevlerinden uyarıyorlardı. Muktedir kitapları yakmak yerine yazılmasını engelliyor kendilerince bataklık gördükleri alanları böylece kuruttuklarını düşünüyorlardı ve ben son KHK’lerle DTCF Tiyatro Bölümü’nde 4 öğretim görevlisi kaldığını okuyordum. Fiilen bölüm bitirilmişti…
Onları atan insanlar “Kültür-sanatta istediğimiz seviyede değiliz” diyordu bize şaka yapar gibi. İstedikleri seviye buydu halbuki; kültür-sanat ve doğal olarak bilim alanları bir bir yıkılıyordu işte. Ama onlar yıkarken de öğreniyordu; ancak bir kitapla yahut tiyatro biletiyle onun nüshasını alırsınız orijinali ise onu üretendedir.
Sorgulama, sorma olmadan kültür, sanat, bilim olur mu? Sorulmasın ama yine de olsun istiyorlar. Haliyle kendi “sanatçıları” sormadan sanat yapıyor. Soruyormuş gibi yapıyorlar ama yine de olmuyordu. Çünkü sanat, yani yorum yapmak için bir karakterinizin, kişiliğinizin, bir duruşunuzun olması gerekirdi. Bunların durmadığı yerde ne dururdu ki?
Mesela sinema için kameranız, setiniz, ışığınız mı yoktu? Roman yazmak için klavyeniz, bilgisayarınız, kağıt kaleminiz mi yoktu?
Helva yapmak şarkılardaki gibi değil ne yazık ki. Un da, yağ da, şekeriniz de olabilir ama onu yapmak başka bir şey sahip olmanız başka bir şey. Nihayet hemen her yerde bunlar var ama olması başka yapabilmek başka. Ve bu yapma işi sadece irade ve özgüvenle açıklanabilir bir şey de değildi. Ruhunuz nasılsa helvanız da öyle olurdu işte…Yaşam biçiminiz helvanızın da biçimidir…
Şimdi siz polislerinize akademisyenlerin cübbelerini çiğnetiyorken aynı zamanda kompleksin fotoğrafını da çektirmiş oluyorsunuz tarihe. Direnen akademisyenlerse binalarınızın insanlar olmadan boş olduğunu anlatıyor size. Elinizde kalanın boş beton binalar olduğunu anladığınızın ertesi günü parklarda kar kış demeden ders veren akademisyenleri görüyordunuz işte. Sokaklar üniversite oluyordu çarçabuk. Ve siz “İlim Çin’de de olsa alınız”dan burnumuzun dibindekini de alamayacak kadar kibrinizle kendi sözlerinizden de uzaklaşanlarsınız.
Bilim itaat işi değildir. 28 Şubat’ta 139 akademisyen işten atılırken şimdi 4400 civarı akademisyen atılıyordu. 28 Şubat 1000 yıl sürecek denmişti o günlerde. Çok kısa sürmüştü 28 Şubat diyecektim ama anlıyorum ki sürüyor hala… 28 Şubat’ta atılan kimi akademisyenlerin şimdi atanlar olmasını başka nasıl izah edebilirim ki?
Galileo’dan önce dünyanın yuvarlak olduğunu başka birileri bulmuş olamaz mı? Pekala mümkün…
Düşünsenize dünya yuvarlak desen, derini yüzmek için seni buhara tutmaları muhtemel. Ateşte yakılmak bile daha ‘insani’ gelebilir o an size!
Ama bilmek başka cesaret edip söylemek başka. Bu da bir helva işi yani. Ruhunuz yoksa malzemeleriniz de değersizdir. Şimdi bu malzemelerin her birini ayrı ayrı yiyorsunuz haliyle sizin dahi mideniz bulanıyor olabilir.
Benim açımdan yaşam biçimi demek olan kültür ferah değil zor koşullarda yaratılandır. Doğru kültürü yaratmak insanların karnının açken ne yaptığıyla alakalıdır, tokken değil. Savaşın ve şiddetin en ağır olduğu zamanlarda hangi ahlakla davrandığınızla alakalıdır kültür. O yüzyıllar ve yüzyıllar süren bir emek işidir.
Hayatımızı işgal etmeniz başka sahip olabilmeniz başka.
Ölmek kısa yaşamak uzundur.
Ve siz şimdi bize ben de ölümlüyüm diyorsunuz. Bu genel geçer sözünüz ne yazık ki hiçbir şeyi ifade etmiyor. Madem dediğiniz gibi bu durumda “Başbakan olsam ne yazar, milyarder olsam ne yazar” diye düşünüyorsanız, olmak yerine olmamayı neden tercih etmiyorsunuz. Dediğiniz gibi önemsizse bu önemsiz konu için neden şehirlerimiz, insalarımız harap hale düşürülüyor. Önemsizse eşit olmak neden zor geliyor size…
Ama haklısınız; ölümsüz olmak mesele değil mi? İşte o bir ömrün değil çok ömrün işidir. Biz o yüzden Dyojen’i hala anıyoruz. Büyük İskender’den tek isteği “Güneşimden çekil” diyen Dyojen’i. Onun uçuşan zerrelerinde ruhunu içimize çekmediğimizi mi sanıyorsunuz, yanılıyorsunuz…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.