DİSK’in yeniden canlanması bugünkü halini inkar etmesinden geçiyor. Bu diyalektik inkardan sonraki inkar, yeniden, 1960’ların kitlesel sendikası için büyük bir imkan yaratacaktır
DİSK’in yeniden canlanması bugünkü halini inkar etmesinden geçiyor. Bu diyalektik inkardan sonraki inkar, yeniden, 1960’ların kitlesel sendikası için büyük bir imkan yaratacaktır. Bu inkar, sendika kelimesinin gerçek, saf anlamına, kavuşması için büyük önem taşıyor
1990’ların kitle grevleri dalgası içinde Edirnekapı-Berec (Gaziosmanpaşa)-Eyüp hattındaki, fabrikaları ziyaret ettiğimizde öncü işçilerle temas ediyordum. Çoğu Türk-İş’e üye öncü işçilerin hafızalarında, DİSK’in büyük bir yer tuttuğunu fark etmiştim. Konuyu eşeleyince grevler, örgütlenme, dayanışmaya dair örnekler veriyorlar, sendika yöneticilerine dair anlattıkları ikinci planda kalıyordu.
Tabii bu anlatı, 1990’ların ruhuna da uygundu. Şöyle, işçiler 1980’lerin sonunda sendika bürokrasisinin 12 Eylül’ü işaret edip “Bu yasalarla grev yapılmaz” gerekçesini tuzla buz etmiş, kendi kaderlerini yeniden ellerine almışlardı.
Acaba bugün DİSK, işçi kitlesinin ve öncü işçilerinin hafızasında nasıl bir yere sahip? Kitle grevleri, bazı DİSK sendikalarının işçi demokrasisi tecrübeleri, binlerce işçiye kapsayan dayanışma ağı, vs vs hatırlanıyor, mücadelede esin kaynağı oluyor mu? DİSK’in 50. yılına dair konuşmalara ve yazılanlara bakarsak, hatırlandığını da, esin kaynağı olduğunu da söylemek pek mümkün değil.
Halbuki, DİSK’in en güçlü olduğu dönemde sanayi işçilerinin sayısı topu topu 1 milyon 800 bin idi. Toplam ücretli emekçi sayısı 5 milyona ulaşmıyordu. Toplam esnaf sayısı 3 milyon civarındaydı. DİSK’e üye işçilerin sayısı 600 bindi.
2016’da ise işçi sayısı 5 milyonu kadın, 13,5 milyonu erkek olmak üzere 18,5 milyona ulaşıyor. İşsizleri ve kendi hesabına çalışanların bir kısmını da katarsak bu sayı 25 milyona yükseliyor. Sanayi işçisi sayısı 6 milyon.
Bugüne dönersek, 2000’lerin Türkiye’si artık tartışmasız biçimde kentlilerin, ücretli işçilerin ülkesidir. Dolayısıyla DİSK tecrübesinin bu devasa işçi kitlesine aktarılması akademik bir tarih çalışmasının çok çok ötesinde, sınıf mücadelesi bakımından büyük öneme sahiptir.
Ben DİSK’in bugüne mirasını 5 noktada tartışmak istiyorum:
1950’lerin ikinci yarısından itibaren, işçilerin görünüm şöyleydi: Yarı köylülük, başı eğiklik, işyerindeki amirleri ve patronları velinimet görme… Fakat sonraki on yıl içinde müthiş bir değişim oldu. İşçiler, yeteneklerinin, örgütleme kapasitelerinin, dayanışmanın, haklarının, paylaşmanın bilincine vardılar. Kapitalizmin çelişkili, çok hızlı gelişiminin yanında sosyalist fikirler işçi sınıfının söz ettiğimiz değişimine yol açtı.
İşçiler kendilerini (o başı eğik, yarı köylü hallerini) diyalektik bakımdan inkar etmiş (o hallerine son verdiler) oldular. Ve bu diyalektik inkarı yeniden inkar ederek (yeni bilinç, yen ruh hali ve talepleri ileri sürerek) yeni sendikal anlayış arayışına girdiler. Yeni sendikal anlayış tarihi olarak kaçınılmaz hale gelmişti. Bu tam da F. Engels’in “inkarın inkarı” diye anlattığı diyalektik değişime tıpatıp uyan bir durumdur.
Dolayısıyla, işçilerin söz konusu dönüşümü DİSK’e üye oldukları için meydana gelmedi (Aziz Çelik ve Nazım Alpman -Birgün, 13 Şubat 2017- DİSK’in birkaç sendikacının ürünü olduğu izlenimini veriyorlar). Tam tersine, 60’ların işçi kitlesi içindeki bu ilk öncü işçi kuşağı, eski halini inkar edip, dönüştüğü için, DİSK gibi bir örgütün kurulması mümkün hale gelebildi.
DİSK’i yasal olarak kuran sendika yöneticilerinin esas becerisi, işçilerin bu değişimini ve görebilmiş olmalarıdır. Bürokratlar, DİSK’i kurmasalardı bile, bu yeni öncü işçi kuşağı benzer bir örgütlenmeye girişecekti.
İşçi sınıfının bugün hala var olan ne kadar önemli kazanımı varsa (Kıdem tazminatı, çalışma sürelerinin kesin sınırlarla belirlenmesi kuralı, fazla mesai ücreti, çalışma sırasındaki molaların belirlenmesi, servisle ulaşım, öğle yemeği hakkı, 1 Mayıs gösteri hakkı vs vs) DİSK’e üye işçi sınıfının bütün bunlarda belirgin bir rolü vardır.
Bu maddi ve politik kazanımlar kadar kıymetli bir kazanım vardır: DİSK’li işçilerin mücadelesi, ücretli çalışanların tümünün kendine güvenmesi, umudunun yükselmesi, daha iyi bir toplum özleminin yaratılması, emekçinin toplumda saygı görmesi, vs vs gibi moral değerlerinin şekillenmesine de paha biçilmez muhteşem katkı yapmıştır.
DİSK’i kuran ve 12 Eylül’e kadar işbaşında kalan yöneticilerin hemen çoğu, 1955’lerden beri işçilik değil, masa başı sendika yöneticiliği yapıyordu. İşçi hareketinin diyalektik değişimiyle birlikte kendileri de değişti. Fakat bilhassa 70’lerden sonra işçi hareketinin düzeni sarsan, düzen dışına çıkan grevlerine engel hale geldiler.
Bu engel, kendisini özellikle kitlesel genel grevlerde gösterir. Mesela 15-16 Haziran Kitle Grevi’nde, büyük sermayedarlar İstanbul’u terk etmişken, hükümet çaresizlik içinde sıkıyönetim ilan etmişken, DİSK bürokrasisi, işçileri grevi sonlandırmak için azami gayret gösterdi (Genel Başkan Kemal Türkler’in radyodan işçilere seslenerek grevi sonlandırmaya davet etmesi).
Fakat daha vahimi, DİSK bürokrasisinin büyük kısmının 12 Eylül Darbesi’ni teslimiyetle karşılamış olmasıdır. İşçi kitlesi, bürokrasinin direniş çağrısını umarken, onlar ifade vermek için Selimiye Kışlası’nda kuyruğa girmişlerdi (Kuyruğun uzunluğu sıkıyönetim yetkililerini de şaşırtır ve hazırlıksız oldukları için, gelenleri evlerine gönderip, ertesi gün gelmelerini isterler). Bu teslimiyet, 12 Eylül’ün emekçi kitlesi gözünde sessizce karşılanmasında çok etkili oldu.
DİSK’in burjuva üniversitelerinin “sendika demokrasisi” diye adlandırdığı sendika seçimlerine ve toplu sözleşmeye katılım bakımından, sağcı bürokrasinin yönettiği Türk-İş’ten çok ilerde olduğuna şüphe yok.
Fakat DİSK’in (ASİS ve Yeraltı Maden-İş gibi sınırlı örnekler dışında) doğrudan işçiler tarafından yönetilmediğini de belirtmek gerekir. DİSK masa başı çalışma süresi, işçilik geçmişini kat be kat aşan bürokrasi tarafından yönetiliyordu (Bazı istisnalar dışında hiçbirinin tezgah başındaki işçilik geçmişi 8 yılı aşmaz). DİSK’in çok büyük kısmı ayrıcalıkların, yüksek maaşların, ek ödeneklerin olmadığı, harcamaların işçilerin kontrolüne açık olduğu bir işçi örgütü değildi. DİSK’e güzelleme yapanlar (Aziz Çelik, Nazım Alpman vd) bu meselelere hiç değinmiyorlar.
Hatta DİSK bürokrasisi, doğrudan işçilerin yönetimini sağlamaya yönelik adımlar atan sendikalara baskı yapmaktan geri kalmadı. Mesela DİSK’e üye ASİS’in (Ağaç İşçileri Sendikası) işçi demokrasisi politikasından vazgeçmesi için elinden geleni yaptı. Halbuki ASİS’te makam aracı, makam odası, ortalama işçi aylığından yüksek ücret alma gibi ayrıcalıklar yoktu. İşçilerin beğenmedikleri yöneticileri geri çağırma hakkı vardı. Toplu sözleşmelere çalışan bütün işçiler (sadece temsilciler değil) katılıyordu. vs vs.
12 Eylül’den sonra, DİSK’li öncü işçiler, birçok sektörde örgütlenmeye devam ettiler. DİSK’in yeniden açılması, işçi hareketinin 1980’den sonra yeniden yükseldiği dönemde oldu. DİSK, 1992’de şeklen yeniden açıldıktan sonra, işte bu öncü işçilerin örgütlediği işçiler tarafından yeniden sahiplenildi. Yani bir kez daha tabandaki işçiler tarafından yeniden kurulmuş oldu. Ama DİSK’e işçi kitlesinin katılımı çok cılız kaldı. Bu yeni DİSK, işçi kitlesinin gözünde çekim merkezi olamadı. Maalesef “sosyal diyalog” patronlarla örtülü görüşmeler” (Süleyman Çelebi’lerin, Rıdvan Budak’ların kulakları çınlasın!) AB destekçiliği, “Üretim yoksa paylaşım eksik kalır” gibi liberal politikalar benimsendi. Bu politikalarla “1960 ve 70’lerin mücadelesi”nin saygınlığının arasındaki çelişkiler, işçileri örgütlemede en önemli engeli oluşturdu.
DİSK’in yeniden canlanması (1960’larda yarı köylü işçilerin kendilerini inkar edip, mücadeleci, moral değerleri yükselmiş işçiye dönüşmesi gibi) bugünkü halini inkar etmesinden geçiyor. Bu diyalektik inkardan sonraki inkar, (Engels’in inkarın inkarı dediği şey) yeniden, 1960’ların kitlesel sendikası için büyük bir imkan yaratacaktır. Bu inkar, sendika kelimesinin gerçek, saf anlamına, kavuşması için büyük önem taşıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.