Kendini bir ülkeden büyük gören kibirli ve düşman bir Bir’in tadacağı yenilginin, demoralizasyonun bir parçası olmak gerek.
Kendini bir ülkeden büyük gören kibirli ve düşman bir Bir’in tadacağı yenilginin, demoralizasyonun bir parçası olmak gerek. Sonuçta o Bir, ülkeyi arpalığa ve hapishaneye dönüştürme ukdesinden vazgeçmeyecek olsa da, bu tahayyüle, dikensiz gül bahçesi özlemine bu round’da da toplu, güçlü, diri bir cevap verebilmeliyiz
Fiilen anayasasız olarak yönetilen Türkiye, özellikle son 6 yıldır ciddi bir değişim-dönüşüm sürecinde. Denetimsiz, keyfî ve buyurgan mafyöz yönetim, bugün yine “millete gidiyor” ve ondan mevcut olağanüstü hâl rejiminin süreklileşmesinin, rejimin kendini Allah’lık bir anayasa konsantresiyle yasalaştırmasının tasdikini istiyor.
Bu süreklileşmiş seçimler, Erdoğan için, tek adam yönetimine kutsî bir meşruiyet haresi yaratma ihtiyacından başka bir anlam ifade etmiyor. Oy veren halkın çoğunluğu Erdoğan’a ya da onun istediğine oy veriyor ve böylece Erdoğan canı ne isterse yapabilecekbir modern sultan hâline gelebiliyor. Anayasa yok, yargı denetimi yok, muhalefet yok… Hiçbir şey yok.
Bir sistemi, yöneticiyi denetlenebilir hâle getirebilecek her şey “vesayet odakları” olarak kodlanmış vaziyette, keyfîlikse demokrasi ve “millete hizmette hız + rahatlık”. Bu mantığın doğrudan sonucu ise yeryüzünde bugüne kadar bulunmuş en iyi siyasal sistemin monarşi ya da (plebisiter ya da değil) diktatörlük olduğundan başka bir şey olamaz. Ve yarın seçimlerin bile gerekli olup olmadığının tartışmalı hâle getirilmeyeceğinin de hiçbir garantisi yoktur.
Beğenilmeyen seçim sonuçlarının “halk kaosu seçti” denilerek bir iki şedid adımla değiştirilebildiği yerde, fiilen bu böyledir de. Bunun anlamı “milletin bu iradesi hoşuma gitmedi, o zaman hoşuma giden sonuca kadar seçim”dir.
Nasılsa, tuzluklu muhalefetin de katkılarıyla seçilmişler de tereyağından kıl çeker gibi yerinden edilip, hapse tıkılabiliyor. Nasılsa seçilmişlerin yerine memurlar atanabiliyor. Nasılsa 12 Eylül’ün bile tam devre dışı bırakamadığı üniversite rektör seçimleri “ya bu seçimler kırgınlıklar ve gerginlikler yaratıyor” denilip, kaldırılabiliyor.
Tüm bunlar ülkemizde sadece bir iktidar, iktidarın ceberutluğu değil, bir muhalefet (hem düzen içi; hem devrimci-demokrat mânâda) sorunu da olduğunu açıkça gösteriyor.
Öyle ya binlerce insan işinden edilmiş fakat –Cebeci’deki son direniş dışında- bugün sokaklarda işi, ekmeği için direnenlerin sayısı bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Bu da bu ülkede yalnızca sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin zayıflığını değil, ondan daha çok atıllığını gözler önüne serer.
Türkiye’de bugün bir muhalefet –en azından iktidarı korkutacak bir muhalefet- yoktur. Sultan istediği gibi at oynatıyor.
Ve ahvalimiz 12 Eylül’den de kötüdür. Zira 12 Eylül faşizminin kendi kurduğu bir “hukuk”u vardı. Bu faşizmin ise bir hukuku bile yok. Şimdi o “hukuk”u kurmak için referanduma gidiyorlar. Nazi Almanyası önderlerini dahi kıskandıracak bir büyük baskı mekanizması ve propaganda makinesiyle.
Yıllardır “vesayet”, “vesayet” diye ağlaşanlar, başımıza “demokrasi” manyağı kesilenler bugün çözümün tek bir kişinin vesayetinde koskoca bir ülkenin temsil edilmesinde olduğu neticesine varmış bulunmaktalar. Hayırlı olsun.
15 Temmuz enteresan darbe girişiminden sonra, alamet-i farikası “krizleri fırsata çevirmek” olan AKP, cunta canavarını da rejim değişikliği için bulunmaz bir fırsata çevirmeyi bildi. Ki bunu kendi ağızlarıyla ikrar da ettiler.
Bugün Türkiye’de Fethullahçılarla, darbeyle, kışlayla, cuntayla ilgisi olmayan bir yığın insan ya içeride ya da işinden edilmiş durumda. Dışarısı ise büyük gözaltında. En ufak ses çıkaranı derdest ediyorlar, derdest etmezlerse işinden atıyorlar, işinden atmıyorlarsa en azından bir dövmeden bırakmıyorlar.
O çok bilinen “korku imparatorluğu” deyimi tam da işte böyle zamanlar için türetilmiştir.
Bunun bir izleğini de sosyal medyadan görebilirsiniz örneğin. Panikle kitlesel hesap kapatmalar, önce darbe gecesi cunta korkusuyla gerçekleşti. AKP’nin zaferinden sonra da AKP korkusuyla…
Zira başarılı bir darbeden sonra bundan çok da fazlası olmazdı herhâlde. Yine askıya alınan bir anayasa, kafasına göre bir yönetim, keyfî gözaltı ve tutuklamalar, kitlesel işten atmalar,
“terörist” damgası yemiş her türden muhalefetin tedibi…
Şu yazıyı yazdığım bu siteye erişim dahi, sadece bir muhalefet odağı olduğu için, üstelik 15 Temmuz’un çok öncesinden beri 15 kez engellendi.
Burada yazılanlar AKP’lilerin, MHP’lilerin, Atsızcıların pek önüne düşmediğine göre, rejim, solcunun solcuya yaptığı propagandaya bile izin vermek istemiyor.
“Varın burjuva (ve/veya daha yaygın) medyadan çıkacak bir muhalif sesin başına neler gelir siz düşünün” demeyeceğim, zira neler olduğunu hemen her gün görüyorsunuz.
Tam bir kuşatma altındayız, gücümüz oldukça sınırlı, baskılar da ciddi bir bölümümüzü yıldırmış görünüyor. Gezi’nin izi bile kalmadı. Karanlık bir tablo çizme niyetinde değilim. Zaten pencereden dışarıya baktığınız vakit her şey karanlıktır. Mevzu karanlığı tespit etmek değil, karanlığın sonundaki şafağa bakmak, sarp kayadan geçen yollara hazırlanmak.
“Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır.” Hâl-i hazırda her türden evrimin, düzen içi iyileşmenin yolu bile öyle. Fakat, bu zulüm rejiminin kendini yıkacak dinamikleri de her geçen gün daha fazla kaşıdığı, bilediği de unutmamalı. Hem kâbus gibi çöken baskı sarmalı; öte yandan var olan ve büyüyen ekonomik kriz geniş halk yığınlarının her hücresinde düzenle çelişkiyi daha görünür ve dayanılmaz hâle getirmektedir.
AKP tabanında da artık bir yorgunluk ve bıkkınlık psikolojisi hâkimdir. “Evet” cephesindeki atmosferin 7 Haziran seçimleri öncesi pozisyona benzediği gözlemleniyor. Bu kesim önümüzdeki referanduma karşı -şimdilik- hevessiz ve motivasyonsuz durumdadır.
Büyük burjuvazi ise, döneminde rekor büyüme kat ettiği AKP’ye bugünlerde şüpheyle ve korkuyla bakmaktadır. AKP’nin arkasındaki burjuvazi desteği, burjuvazinin arkasındaki AKP desteği -en son “varlık fonu” eliyle talanla da acı bir biçimde görüldüğü üzere- çekilmiş değilse de, “Batı’yla mesafe”, “sermaye çıkışı”, hür teşebbüse müdahale”, “yatırım güvensizliği” gibi burjuvaziyi ürkütecek doneler çok güçlü bir biçimde gündemdedir.
“Hayır cephesi” ise -aslında bir “cephe” değilse de- “evet”çilere göre çok daha sağlam argümanlara ve kararlılığa sahip ve daha geniş bir kesimdir. Bir önceki yazımda “evet”in küçük bir farkla galip çıkma ihtimalinin daha yüksek gördüğümü söylemiştim fakat sarih bir şekilde görüldüğü üzere rüzgar “hayır”dan yana esiyor.
Erdoğan ve AKP, maça oldukça kötü bir taktikle başlamış, birkaç “terör” tekerlemesi dışında toplumu ikna edecek bir gerekçe orta yere koyamamıştır. “Evet” hususunda Erdoğan yalnızdır, onu destekleyen Bahçeli ise her geçen gün askersiz general konumunu derinleştirmekten başka bir iş yapmaktadır.
Muhafazakâr cenahta özellikle son birkaç yıldır gözlemlenebilen çelişki, çözülme ve ayrışma görüntüsü son dönemde daha belirgin hâle geldi. İslâmcılığın iflası sağda hem derin bir depresyon hâlet-i ruhiyesi peyda ederken; hem de buradaki “yeni lider”/ “yeni akım” olanaklarının da önünü açmaktadır. Bu akışı durduran tek şey şu an bir tek adam olan Erdoğan’ın tamamen alternatifsiz olmasından başka bir şey değil.
Ve referandumdan çıkacak “hayır” sonucu da o taraftaki “umut vadeden” “yeni lider ve akım(lar)” potansiyelini feveran ettirecek en ciddi duraktır. 7 Haziran’dan dersini almamış görünen Erdoğan, bu referandumda da aktif olarak sahada görünecek izlenimi uyandırıyor. Erdoğan’ın da her şeyiyle dâhil olduğu dev propaganda ve tehdit kuşatmasına karşın çıkacak olan bir yenilgi, sağda yeni arayış cesaretinin önünü bu kez açacaktır.
Bu sadece AKP’den (açık ya da zımnî Gül merkezli) bir odağın ortaya çıkabileceği değil, aynı zamanda MHP muhalefetinin rahatça parti yönetimine yürüyebilme şansı anlamına da gelir. Ya da birleşik yeni bir sağ parti anlamına…
Sağda temerküzü üstün bir başarıyla tamamlayan AKP’de artık veçhe çözülme vaktidir. Bugün yapılanlar sadece bunu geciktirme ve Erdoğan lehine yönetebilme çabası olarak okunmalı.
Yerli tüm İslamî cemaat ve örgütleri -Furkan Vakfı, İBDA/Adımlar, İsmailağa/ Marifet gibi bir iki istisna dışında- kendi çatısı altında toplamayı uzun sürse de başaran, Has Parti’yi, DP’yi emen, BBP’yi ve Saadet’i -birincisini daha geri dönülmez biçimde- etkisizleştiren, eski “baş düşmanı” MHP’nin merkezini kendine yapıştıran AKP’nin iç çelişki, gerginlik ve münakaşaları tahmin edilenden de büyüktür.
Bu anlamda burjuva siyaseti -CHP’de yavaş yavaş yaklaşan ve saflaşmalarını kuran yönetim değişikliği olasılığı ile beraber- bir polarizasyon ve reorganizasyon aşamasındadır.
Ve bu köklü dönüşüm, alt üst oluş sürecinden kimseyi “evet” bile kurtaramayacak. Ne ki “evet”ten sonra Erdoğan daha avantajlı konuma geçmiş olsun. Politikalar yalnızca sandık sonuçlarıyla ilerlemez, politikacıların kaderini de sadece seçimler belirlemez. Öyle olsa Davutoğlu bugün Türkiye’nin yıldızı en parlak siyasetçisi olurdu, fakat esamisi okunmuyor.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, sol, umudunu tümüyle bu referandumun sonucuna bağlarsa, bu “evet”/”hayır”a çok büyük anlamlar yüklerse, referandumun sonucu ne olursa olsun mutlak kaybeden taraf olur. Hiçbir seçimin -özellikle bizim gibi ülkelerde- öyle devasa anlamları yoktur. Sosyalistler içinse böyle büyük mânâlar, bel bağlamalar kesinlikle söz konusu olmamalı.
Referandumda çıkacak bir “hayır”, örneğin CHP için, MHP muhalefeti için ya da Saadet için, sonrasında -neredeyse sıfır ihtimalle de olsa “sağlıklı” bir işleyiş olduğu takdirde- yaşamsal önemde olabilir. Ancak devrimciler için, sosyalistler için bu sonuçtan çıkarılabilecek böyle sonuçlar, kazanımlar yoktur.
Bu, biraz daha buruk bir biçimde de olsa “evet” sonucu için de geçerli. Referandumda Erdoğan zaferini ilan ederse de, “öldük, bittik” moduna girip, ülkeyi terk etme, burası bize oy vermeyenlerin ülkesi hüzzamına dalmanın bir anlamı var mı?
Tersine milyonlara umut diye sadece sandığı, oradan çıkacak sonucu göstermek solun kendini bitirme evrak-ı metrukesinin altına imzasını atması anlamına gelecektir.
Buradan küçük küçük de olsa tartışılan “boykot” mevzuuna geçebiliriz. Ortada “boykot” diyen geniş hiçbir kesim, seçim sonuçlarına dramatik bir etkide bulunabilecek hiçbir örgüt söz konusu değilken, bilhassa sosyal medyada bazı “hayır”cı solcular yoğun sinkafla bir hayalet olarak çizdikleri “boykotçular”a saldırıyorlar.
Bir kere kabul etmek gerekir ki, bu referandumda “hayır” demek ya da sandığa gitmeme yönünde irade bildirmek kimseyi kimseden “daha solcu” pozisyona otomatik olarak itmiyor. Bugün “boykot” kararı açıklayan az sayıdaki yapı da mücadele içinde olan, bedeller ödeyen, ödemeye devam eden ve kendilerini kanıtlama gibi bir ihtiyaca sahip olmayan örgütlerdir.
Yani demem o ki, seçimden seçime sandığa giderek bir “eylem” yapmış olan ve bilgisayar başında ömür tüketen bir Twitter solcusunun, en azından her 1 Mayıs’ta Taksim’de korsan koymasıyla bilinen Mücadele Birliği’ne ya da yüzlerce şehit veren Partizan’a –Partizan’daki bölünme sebebiyle iki ayrı eğilim ortaya çıktı- küfür edebilmesi hadsizlikten öte bir şeydir.
Buradan da şuraya geçiyoruz: “Boykot” tavrı küfrü hak eden bir şey elbette olmasa da, eleştirilemez, kutsal bir tavır da asla değildir. Devrimci örgütlerin birçoğu bu sandığa gitmeme tavrını adeta bir “fetiş”e, alışkanlığa çevirmiş durumdalar. Ancak ne M-L teoride ne de pratikte “boykot”un her durumda en devrimci tavır olduğu gibi bir kanun var.
Ki devrimciler bunu bizden çok daha iyi bilir ve metinlerinde de ortaya koyarlar. Fakat gelin görün ki, seçim süreçlerine bir şekilde dâhil olmamak statik bir tavır olmuş durumda.
Bu elbette, “düzenin meşrulaştırılmaması”, “seçim oyununa ortak olmama” gibi lafızlarla giydirilen bir tutum. Ama bu, başka tartışmaların da kapısını açar. O hâlde demokratik alan çalışmaması da yapılmamalı, işçilerin fabrikadan daha fazla maaş alması için de mücadele edilmemeli, hiçbir solcu bu düzenin okullarına gitmemeli, bazı yerel seçimlere de bir şekilde girilmemeli vs…
Düzenin teşhiri ve onu yıkma programı ile, “nefes alabilecek alanları açma” politikaları beraber yürür. Seçimlere katılmak politizasyon için bir zaruret olmadığı gibi, her durumda katılmamak da en radikal tavır olmuyor.
“Boykot”çuların kesinlikle haklı olduğu nokta, önümüzdeki referanduma giden yolun hiçbir şekilde demokratik ve eşit bir biçimde örülmediği, ’46 seçimlerinden ve ’82 referandumunda hallice olduğudur. Ancak gelin görün ki “boykot”çu devrimcilerin de hitap edebileceği kitlelerdeki eğilim tartışmasız bir biçimde “hayır”dan yana. Ortada düzeni sarsacak ciddi bir boykotu örecek bir güç ve psikolojik konumlanma yok. Tersine biz referandumda sandıkları yaksak, yaktığımız her sandık için halktan bir ton küfür yeriz, “hayır oyları gitti” diye.
Tablo bu şekilde. Seçimler sadece düzenin araçlarının meşrulaştırılması anlamına değil, istismarı anlamına da gelir. Bu propagandanızı, çalışmanızı ne şekilde ve kimlerle omuz omuza, kimler için, ne için yapacağınıza bağlı. İnsanların bu kadar politize olduğu süreçlerde “boykot” diyerek ve bunu da örgütleyebilecek bir zeminden yoksun olarak bir kenarda etkisiz beklemek belki “değerli bir yalnızlık” olur fakat pek anlamlı olmaz.
Yani bu bir genel seçim değil. Bireysel bir örnek vermek gerekirse, benim elim bir genel seçimde ne CHP’ye, ne HDP’ye, ne ÖDP’ye, ne EMEP’e, ne de KP’ye gider (*). Çünkü hiçbiri benim fikrî duruşuma bir karşılık teşkil etmiyor. Bu yüzden genel ve yerel seçimlerde oy kullanmıyorum. 2010 referandumunda da “boykot cephesi”ndeydim, zira -kimi “hayır”cılar bizi YAE’cilerle aynı kefeye koymaya teşneyseler de- o sürecin psikolojisi, atmosferi ve oylanan şeyler ile bu referandumunki benzer değil. Orada mevzumuz açıkça bir “demokratik adımlar” aldatmacasıydı (**).
16 Nisan’daki referandumdaysa “tek adam rejimi resmen yerleşsin mi, yerleşmesin mi?” diye soracaklar. E hayır diyorum elbette!
Başka ne diyeceğim?
Kendini bir ülkeden büyük gören kibirli ve düşman bir Bir’in tadacağı yenilginin, demoralizasyonun bir parçası olmak gerek. Sonuçta o Bir, ülkeyi arpalığa ve hapishaneye dönüştürme ukdesinden vazgeçmeyecek olsa da, bu tahayyüle, dikensiz gül bahçesi özlemine bu round’da da toplu, güçlü, diri bir cevap verebilmeliyiz.
Hayır!
Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!
Dipnotlar:
(*) Dostlarımızı CHP’yle aynı kefeye koymuyorum elbette ve söylediklerim “genel ve yerel seçimlerde oy verilmez” gibi bir anlama da gelmiyor.
(**) 2010’daki boykot tutumu elbette tartışılabilir fakat boykotçuları YAE’cilerle aynılaştırmak bomboş muhabbetten, sandık solculuğundan daha fazla anlama gelmez.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.