“Beko buzdolabını doldurmak için tam 617 litre alışveriş yapmamız lazım ki mutlu olalım.” Bir reklam sloganı bu, doldurun bakalım mutlu olacak mısınız
“Beko buzdolabını doldurmak için tam 617 litre alışveriş yapmamız lazım ki mutlu olalım.” Bir reklam sloganı bu, doldurun bakalım mutlu olacak mısınız
Topluca “sosyal sorumluluk” diye adlandırılan kavramın içinde ele alınan konularla ilgili kısa filmler yapmaya başladığımız 1993 yılında çok sınırlı bir grup bu işle uğraşıyordu. Bu filmlere veya hareketsiz görsellere (afiş, bilboard, broşür vs.) o vakitler sosyal reklam deniyordu, biz de bu tanımı kullandık uzun süre. O zamanlar bu tanım bile tam olarak önemsenmiyor, bilinmiyor veya zor anlaşılıyordu. Örneğin bugün (2017 yılını kastediyorum) sosyal alanın yani çevre ve insan haklarıyla ilgili çalışmaların öncülerinden birçok isim o vakitler ticari alan için çalışıyordu. Şimdi bir kısmı emekli oldu ve bir anlamda kirlettiklerini temizlemeye çalışıyor ki bu da önemli.
Şimdilerde yerine “kontra” tanımını kullandığım ve geçmişte de hep istemeye istemeye kullanmış olduğum artık çok popüler olan ve herkesin telaffuz etmekten pek hoşnut olduğu bu “sosyal” ile başlayan ve “sorumluluk” ile biten tamlama, çok samimiyetsiz ve sıkıcı olmasının dışında önemli bir problem daha bünyesinde barındırır ki o da yanlış anlaşılmaya çok davet edici olmasıdır. Bazen bir üçüncü kelime de eklenir bu tamlamaya: Proje; sosyal sorumluluk projesi.
İşte bir şey proje olduğunda o zaman tadından yenmez oluyor ve her şeyin içi tamamen boşalıyor endişesi duyuyorum.
Sosyal, geri kalmış ve sıkıcı bir kelimedir. Hiçbir izaha gerek olmaksızın antipatiktir.
Sorumluluk da temel olarak sıradan bireyler olarak (ben örneğin) neredeyse nefret ettiğimiz bir kavramdır. Benliklerinde insanlığın yolunu aydınlatan o cevherden bulunduran büyük, çok büyük insanlar dışında biz sıradan fanilerin hemen hiçbiri sorumluluk almak istemeyiz. Genellikle sorumluluktan kaçarız (kendimden biliyorum). Hem sevimsiz ve samimiyetsiz sosyal kelimesi hem de antipatik sorumluluk kelimesi birleştiğinde sonuç sosyal sorumluluk oluyor. Hiç şüphesiz korkunç ve berbat bir tamlama bu.
Bu tamlamayı bu yazıda gerçek sevimsizliğini çağrıştıracak ve bizi de daha az yoracak bir kısaltmayla kullanalım: SS.
SS’nin yol açtığı birçok yanılsamanın en önemlilerinden biri de, bu kavramın ve bu kavram etrafında şekillenen görsel ürünlerin üretim sürecinin şirketler ve devletle çok sıkı ideolojik ve finansal bağları olmasıyla ilgilidir. Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik ve etik sefaletin gerçek sorumluları olan devlet ve şirketler, sosyal sorumlulukla uğraştıklarında kendilerini çok özel bir şey yapıyormuş gibi görür, gösterirler.
Halbuki yapmaları gerekenin çok azını yapmakta ve bu sözüm ona iyileştirici, onarıcı, uyarıcı, bilinçlendirici eylemler ve görsel ürünler üretme sürecinde harcadıkları paranın çok daha fazlasını, yaptıklarını abartarak duyurmak için harcamaktadırlar. Sonuçta büyük şirketler zaten çok sorunlu bir kavram olan ve sosyal reklam diye adlandırılan şeyi de süreçte düpedüz reklama çevirirler. Dünyanın bu halinin gerçek sorumlusu sokaktaki vatandaş değil, devlet ve çokuluslu ya da büyük ulusal şirketler olduğuna göre; ekolojik ve sosyal sorunları duyurma, bu konulara dikkati çekme ve sorunu ortadan kaldırma görevi zaten çok doğal olarak devletin ve şirketlerin birinci görevidir. Ancak bu görevlerini (son derece problemli bir anlayışla ve yapılanmayla) ifa ederken de biz sokaktaki adama (bu tanımlamayı çok severler, medyada da çok sık kullanılır) özel ve iltimaslı bir eylemde bulunuyormuş gibi yapar, yaptıklarını da burnumuza sokarlar.
Halbuki bütün bu sorunların ortaya çıkışında hatırı sayılır bir etkileri vardır.
SS tamlamasının yol açtığı bir diğer yanılsama, içinde çalışmanın çok zevkli ve anlamlı olduğu bir alanı neredeyse en iyi bakışla ev ödevi sıkıcılığında bir mecra gibi tarif etmesindedir. Suyun ya da toprağın daha akılcı kullanılmasını öğütleyen veya şizofren hastalarının toplumdan dışlanmaması gerektiğini anlatan bir kampanya ya da filmi hazırlarken çok doğal olarak yüksek bir doyuma ulaşır; zevkli, anlamlı bir iş yapanların sevincini duyarsınız: İnsan olduğunuzu hissedersiniz. Böyle bir faaliyet sürecini SS diye adlandırmak, büyüklerin ve esas işi onların paralı tüketim reklamlarını yapmak olan reklam ve halkla ilişkiler şirketlerinin süreci ne kadar içselleştirebildiklerine dair çok ciddi ipuçları verir ki onlar bu yeni ve önemli alanı her geçen gün biraz daha fazla işgal etmekte, bağımsız üretimi sıkıştırmaktadırlar.
Aslında gerçekten bu üretimlerin; ekoloji ve insan hakları temelli sorunların duyurulmasına yönelik film ve tanıtım malzemelerinin üretiminin bağımsız olmasının önemi büyüktür.
2000 yılından sonra SS ülkemizde moda oldu ve alandaki reklam ve halkla ilişkiler şirketlerinin çoğu birer SS uzmanına dönüştü. Aniden, yeni yüzyılla birlikte, ekolojik ve toplumsal sorunlarımızla ilgili bir şey yapmak zorunda olduğunu hissetti devlet, firmalar ve çok tabii ki reklam sektörü.
Çok doğaldır ki bu çevresel ve insani sorunların büyüme sürecini ve sorunlara devlet ve şirket ilgisinin başlangıç tarihini 12 Eylül’den gerilere, 1972’lere, 60’lara veya Cumhuriyet’in kuruluşuna, 1071 Malazgirt Zaferi’ne ya da İsa’nın doğuşuna çekmek de olasıdır. Ama bütün bunlar olurken ve İstanbul, yani yaşadığımız bu kent, hemen her istediğini Anadolu’ya dayatırken; bunu hiçbir şekilde daha rasyonel, daha bilimsel, daha çağdaş, daha akılcı yapmıyor. Sosyal reklamlar da genel olarak İstanbul’da üretiliyor. Yalnızca sosyal reklamlar değil, her türlü büyük organizasyonun merkezi İstanbul.
Özellikle son çeyrek yüzyılda değişim hızlandı, küresel ısınma, kaynakların yetersizleşmesi ve adaletsiz paylaşımın getirdiği sorunlar büyüdü, ekolojik ve toplumsal kirlenme hızlandı. Birinci dünya ülkelerindeki kirlenmenin sonuçları da ciddi boyutlara çoktan ulaşmıştı. Hem batıdan gelen zorlamalarla hem de sınırlarımız içindeki kirlenmenin taşınabilir ve sessiz kalınabilir boyutları aşmasıyla SS süreci zorunlu hale geldi ve birçok STK kuruldu. En önemli ve büyükleri, dev olanları, çok rahat tahmin edilebileceği gibi, İstanbul’da kuruldu. Bunların büyük çoğunluğunun başına eski iş adamları geçti, yani devletle birlikte bu maruz kaldığımız kirliliğin en büyük sorumlusu şirketlerin eski başkanları. En çok biz kirletmiştik şimdi en güzel biz temizleriz. Bu cümleyi ve anlayışı hatırlayacaksınız. Bu STK’ların ciddi bir kısmı da şirketlerin bir uzantısı olarak kuruldu, yani finansal ve idari olarak dev bir şirketler (içinde teknoloji, finans, bilişim ve medya şirketlerinin olduğu) grubuna bağlı kuruldu. Bu büyük holdinglerin yetenekli elemanlarını bu alanda yani STK alanında istihdam ettiklerinden yana tereddütlerim var. Aslında etmeliler. Ama çevreyi kirletenle (şirket) temizleyenin (STK) aynı yapı içinde, aynı finansla çalışması ciddi olarak üzerinde durulması gereken bir konu olmalı. Bunun cevabını şöyle vereceklerdir: Bir yandan kirletiyoruz, farkındayız ve bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, yapmayalım mı? Burada ne kadar kirlettiğin ve ne kadar temizlediğin önemli. Ne kadar bozduğun ve ne kadar düzelttiğin önemli.
Sonuçta bu önemli bir kısmı emekli iş adamlarından oluşan kurucu gurubun AB ülkelerine ve ABD’ye kıyasla bir hayli gecikerek kurduğu İstanbul merkezli dev STK’lar, ekolojik, kültürel, sanatsal, toplumsal konulardaki süreçleri belirlemeye başladılar. Gerektiğinde Anadolu’da önemli buldukları sık ve yoğun çalıştıkları yerlere şubeler açtılar.
70’li yılların sonunda “asit yağmurları” trajik bir hal alarak bugünün küresel ısınmasını müjdeler olduğunda Batılılar birey üzerinden kampanyalara girişmişlerdi. Bireyi bilinçlendirmenin çok önemli olduğunu vurgulamış; bilinçlenen bireyler okulu, şirketi, devleti, aileyi de bilinçlendirecek diye düşünerek hareket etmişlerdi. Bu kampanyaların en önemli problemlerinden biri suçlunun da, sorumlunun da birey olduğu gibi çok problemli gizli bir mesaj oluşturup, bunu kitlelere kabul ettirebilmesiydi.
Çeyrek asır önceki bu kampanyalar yalnızca zengin ve ünlü bir Bob Geldoff ve onun replikalarını yaratmıştı. Daha da ünlenen ve çevreci-insan hakları savunucusu payelerini de alan bu replikaların, sonraları daha kötü ve daha koloniyalist-oryantalistlerini başaracakları bir hayli fazla sayıda beyhude konser kaldı o çabalardan bugüne. Ama Afrika’daki savaşlar, açlık ve erozyon hâlâ duruyor ve artıyor maalesef.
Bugün, yaklaşık çeyrek asır sonra tam karşımızda duran küresel ısınma ve belki de bunun bir uzantısı olan kullanılabilir içilebilir suyun azalması ile ilgili korkunç sorunların sorumluluk noktasına da bireyi koymak hiçbir şekilde doğru ve akılcı değildir, meşru kabul edilemez ve açıklanamaz.
Ülkedeki gerek STK gerek devlet gerek şirket kaynaklı birçok SS kampanyası, sürekli olarak bireyi suçlarken, aynı zamanda zavallı bireyi hem hedef gösteriyor hem de uyarıyor. Batıdaki örnekleri birebir taklit eden bu kampanyalar çok acımasız, ancak bunun çok da açık bir sebebi var. Devletin ve büyük çokuluslu ya da ulusal şirketlerin bir asırdır kullandıkları reklam şirketleri, işverenlerinin paralarıyla onları suçlayan ya da gerçek sorumluyu açıklayan bir kampanya yapamaz. Öyleyse vurun abalıya: Televizyonunu stand by’da unutma tamamen kapat, daha az duş al ve dişini daha az suyla fırçala; her şey düzelsin. Sistem bunu birçok sebepten yapıyor ama bu sebeplerin içinde bir tek hakikat eksik. Bunu böyle yapmasının sebebi temelde aşırı bir tüketimden beslenen kapitalizmdir. (Bir Türk olarak nasıl daha az yıkanalım, laf mı yani…) Özellikle ABD ve Japonya hâlâ birçok çevresel anlaşmaya imza atmamış durumdalar. Dünyadaki insanların, sıradan bir İsveçli, Japon veya ABD vatandaşı gibi tüketim yapmaları halinde ekosistemin dayanma gücünün tamamen tükeneceğine dair sayısız data ve araştırma var.
Dolayısıyla neredeyse mecburen, kapitalizm tarafından finanse edilen ve yönetilen ve asıl işi tüketimi pompalayıcı filmler yapmak olan reklam şirketlerine ve ajanslara yaptırılan bu küresel ısınma kampanyalarının veya diğer kampanyaların önemli bir kısmı akılcı, tutarlı, inandırıcı, mantıklı olmaktan uzak. Bunun sebeplerini kısaca incelemeliyiz diye düşünüyorum, bundan kaçamayız. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilsek de bu konuyu gizleyemeyiz; bu, toplumsal tabularımızdan biri olarak kalamaz. Bunu konuşmuyoruz ve şüphesiz hiçbir şey düzelmiyor.
Küresel ısınmanın getirdiği ekolojik sorunların artışına karşı hayatta kalmak için aldığımız bireysel önlemlerin, özellikle de kısa süreli çözümlerin sorunu daha da azdırmak gibi bir tehlikesi var. Her yaz, yüz binlerce yeni klimanın eklendiği milyonlarca klimanın dünyayı daha sıcak kılması gibi.
Kan ter içinde açtığımız klimanın verdiği serinliğe şükrederken klimanın düğmesine basan bir oyuncu ve dünyanın birçok yerinde açtıkları klimalarla dünyanın genel ısısını arttıran binlerce insanı ve onlardan biri olarak kendini düşünebilen ve izleyebilen bir izleyici olarak aslında tüm sürece hakimiz ve sorumluyuz. Bir yandan da aldığımız klimanın diğer klimalara göre çevreye çok daha duyarlı olduğunu anlatan reklamların izleyicisiyiz, kafamız hayli karışık. Bu klima reklamının reklam mı sosyal reklam mı olduğunu da tam anlayamıyoruz; zaten hiçbir şeyi tam anlayamıyoruz. Bütün bu karmaşada süreci ve işleyişi anlayacak bilgimiz merakımız ve vaktimiz yok.
Dünyanın çözümlerinden biri ortadadır ve bu da çok basittir: Klimaları durdurmak. Peki bütün kampanyayı bireyin sırtına yüklemiş olan çokuluslu ya da tek uluslu şirketlerini kurdukları STK’lar ve onların filmlerini, afişlerini yapan reklam şirketleri bunu söyleyebilirler mi, klimaları durdurun diyebilirler mi, tüketmeyin diyebilirler mi: Söyleyemezler. Klima almayın diyemezler. Bush da diyemiyordu. Haddinden fazla yemeyin diyemezler. Eski arabanızı atmayın, onarın ve kullanın diyemezler. Gereksiz yere telefonla konuşmayın diyemezler, daha fazla konuşun derler, daha fazla deterjan kullanın, yepyeni arabanızı bu yıl ürettiğimiz arabayla değiştirin derler. Tüketimi gerçekten kısmaya yönelik hiçbir açık, anlaşılır, basit cümle kuramazlar. Çünkü onların bütün kaynakları, bütün zenginliği bu israftan, gereksiz tüketimden ve çılgın bir Piranha sürüsüne dönüştürdükleri kalabalığın talanı andıran tüketim çılgınlığından beslenen şirketlerden gelmektedir. Yalnızca bu reklam şirketleri ve ajanslar değil, büyük holdinglerin alt kuruluşu gibi kurulmuş STK’lar da sistemden beslenen yapıları ve şirketlerle yakın ilişkileri nedeniyle birçok gerçeği söylemekte zorluk çekerler.
Isı artıyor, su ve yaşamı besleyen ana kaynaklar azalıyor. Mikro anlamda bunun birinci sorumlusu olarak nasıl birey gösteriliyorsa (ki bu hiç de böyle değildir, bunun birinci sorumlusu büyük şirketler ve devletlerdir), makro anlamda da bu kabahat neredeyse üçüncü dünya ülkelerinin üzerine yıkılmaya çalışılıyor. (Bu da kesinlikle böyle değildir. Hiç şüphesiz ABD; Japonya, Gana ve Jamaika’ya göre çok daha büyük ekolojik suçlar işlemiş ve işlemektedir, sorumlulukları çok daha büyüktür.)
İnsanlığın karşı karşıya olduğu belki de en yakındaki ölümcül sorunlardan bir olan “küresel ısınmayla” ve diğer tüm sorunlarla (şiddet, yağmur ormanları, mülteciler, insan hakları vb.) ilgili bağımsız bireyler, bağımsız bilim insanları ve bağımsız STK’lar mutlaka inisiyatif almak zorundalar. Çünkü ABD ve AB’ye bağımlı, dev, iş dünyasından, günümüzün tüketim anlayışından beslenen ya da bir şirketin alt kuruluşu olarak ortaya çıkmış olan, tüketimi arttırmakla ilgili uzmanlıklarıyla haklı olarak övünen reklam şirketleriyle çalışan merkezdeki dev STK’lar bu sorunu çözemezler. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu reklam şirketlerinin kurduğu dilin inkârı ve yaşamlarını sürdürmenin olanaklarının kendi elleri tarafından tahribi olur.
Bugün büyük bir krizden söz ediyorlar, bankalar batıyor, hiçbir şey anlamadan izliyoruz. Ama bunu biliyorduk, dünyanın ekolojik yapısı buna dayanamadı, her yerinden çatlıyor. Dünyanın finansal yapısı da dayanamıyor, olan budur. Saklanamaz bir hale geldi her şey. Bu kadar tüketime, küçücük bir azınlığın (ki belki onlar da mutsuz) bu kadar çok tüketmesine ve buna karşılık milyarların sefaletine, ne ekolojik ne ekonomik ne de etik olarak dayanmak mümkündür.
“Beko buzdolabını doldurmak için tam 617 litre alışveriş yapmamız lazım ki mutlu olalım.”
Bir reklam sloganı bu, doldurun bakalım mutlu olacak mısınız.
Eğer herhangi bir çözüm varsa, bu yerelden ve çalışan kitlelerin örgütlenmesinden geçiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.