Solun gideceği yol ise burada yeni, daha önceden tecrübe edilmemiş bir yol değildir: Cüret, cesaret ve devrimcilik. Sol, daha önce nasıl kitleselleşebildiyse, nasıl etkin bir özne hâline gelebildiyse, bugün de aynı devrimci çıkışla değiştirici bir güç olabilir
Solun gideceği yol ise burada yeni, daha önceden tecrübe edilmemiş bir yol değildir: Cüret, cesaret ve devrimcilik. Sol, daha önce nasıl kitleselleşebildiyse, nasıl etkin bir özne hâline gelebildiyse, bugün de aynı devrimci çıkışla değiştirici bir güç olabilir
Türkiye, tarihinin en kritik kesitlerinden birinden nereye varacağı kestirilemeden, hızla ilerliyor. Bu yol, bu yolu açan iradeyi bir anda yerle bir de edebilir; uzun erimli bir “dikensiz gül bahçesi”ne de zemin hazırlayabilir. Şu an soluduğumuz atmosferin iktidarın arzu ettiği “dikensiz gül bahçesi” filminin bir fragmanı olduğu açıktır. Fakat film gösterime girebilecek mi, girecekse bunun “gişe” -salt oturup izleme anlamında kullandık- rakamları ne olacak, bu şu an belirsiz.
Muhalefetin henüz iyi bir sınav çıkaramadığını ise teslim etmek zorundayız. Hatta hâl-i hazırda gerçek mânâda bir muhalefet dahi söz konusu değildir.
Ne yazık ki…
Muhalefetin bu tatmin edici olmaktan çok uzak durumunun sebepleri ise en azından 90’ların sonundan bu yana bir dizi gelişme üzerinden okunabilir. Yani içinde bulunduğumuz hâl ve gidişat hiç de yeni bir mesele değil.
Şunu AKP’liler de dahil herkes çok iyi biliyor ki, bugüne kadar AKP’nin “başına gelenler”, sağdan ya da “sol”dan herhangi bir iktidar partisinin başına gelseydi, o iktidar şimdiye dek on defa düşmüştü. Ya da en azından ilgili parti, en az iki hacimli parçaya bölünmüştü bile. Ancak, Erdoğan, AKP ve AKP’liler her süreçte, bildiğimiz anlamda bir lider, parti ve taban olmadıklarını defalarca gösterdiler.
Erdoğan ve AKP, bugüne kadar birkaç sınırlı gerileme dönemi dışında her bunaltıcı süreçten büyüyerek çıkmayı başardı. Üstelik AKP, en ciddi sandık yenilgisini aldığı ve demoralize olduğu 7 Haziran’ın hemen sonrasından bu yana ve bilhassa 15 Temmuz darbe girişiminden beri tarihinin psikolojik üstünlük anlamında en kuvvetli dönemini yaşıyor.
Bunda muhalefetin yaptıklarının, yapmadıklarının ve/veya yapamadıklarının payı ise yadsınamaz.
Burjuva/ düzen içi siyaset sınırları içinde düşündüğümüzde bile, bütün her şeyin Erdoğan’ın “sonsuz”/ “yenilmez” kudretiyle açıklanamayacağı, böyle bir açıklamanın mistisizmle yoğrulmuş bir çâresizlik hissi olduğu çok açık. Erdoğan da, AKP de yenilebilir fakat oyun onun koyduğu kurallarla oynandığı sürece, aynı yöntemlerle farklı sonuçlar alınabileceğini düşündükçe Erdoğan-AKP yenilmezleşir.
Fakat uzun bir süreden beri her şeyi, her gelişmeyi Erdoğan’a bağlayan, hiçbir şeyi ondan bağımsız okuyamayan, onu kadir-i mutlaklaştıran bir kafa var. Aynı komplocu kafanın soldaki -azınlıkta olmakla birlikte- bir başka versiyonu ise Erdoğan’ı eli kolu başkalarınca bağlanmış, aslında çok zayıf ve güçsüz olarak konumlandıran anlayış.
Her iki bakış açısı da çağımızın modası olan komplocukla uyumlu olsa da elbette son derece yanlıştır. Erdoğan ne her şeye hâkim, her şeyi yönetebilecek kadar güçlüdür; ne de başkaları tarafından yönlendirilecek kadar zayıftır.
Hakikat; Erdoğan siyasi tarihinin en kudretli dönemindedir fakat onun bu kudreti bina etme biçimi onun iktidarının altını da oymaktadır -yalnızlaşma. En geniş anlamıyla muhalefet de elindeki kozları işte buraya doğru oynamalıdır. Yani muktedirin en güçlü olduğu noktalara nafile vuruşlardansa, zayıf yönlere etkili vuruşlar, muhalefeti oksijenle buluşturup ona nefes aldıracaktır.
Zira bugün Erdoğan’ın içinde birçok anlamı içinde barındıran “yalnızlık” söyleminin, AKP içinde bir rahatsızlık yaratmadığını hiç kimse iddia edemez. Bugün “FETÖ’cülük” ve benzeri şantajlarla, baskılarla “sorunsuz” yönetilebilen fakat varlığı da bizzat bu baskıyla görünür olan huzursuzluğun ilanihaye böyle süreceği düşünülemez.
Bu bir yerde patlayacaktır.
Bahçeli’nin bilindik rolüne soyunarak diline birden dolayıverdiği erken seçim gündemi de bu durumla paraleldir. Mecliste ülkeyi tek adama emanet etmenin yasalaştırılmasının oylandığı ve bunun şu an pürüzsüz sürdüğü bir anda, erken seçim çıkışı salt içeriye bir tehdit değil bir zaruretin de açığa çıkmasıdır.
Erdoğan da, Bahçeli de, bugün partilerini mecliste temsil eden toplamdan hoşlanmamaktadır ve şüphe ve kaygı içerisindedirler. Ayrıca MHP vekilleri üzerinde parti tabanının ve partinin “hayır”cı önde gelenlerinin yarattığı ağır baskı da, Başkanlık oylamasının ikinci turunda yahut final oylamasında hâlen bir “sürpriz”e açıklığın sürmesini sağlıyor.
Zira MHP’ye Başkanlığa katkısı karşılığında çeşitli “şekerler” verileceği sözü alınmış olması ihtimali bir yana, mevcut durumda ve buradan çıkışta o “şekerler”i tadabilecek bir MHP kalacak mı, problem burada. Çünkü MHP’nin varlığı kısa bir süre önceki konumuna 180 derece ters duruşuyla da; Başkanlığın gelmesi durumunda “sonsuza dek” düşeceği tali parti durumuyla da tehdit altındadır.
Burada CHP’ye de kısaca değinirsek, bu partinin şu an için oylama süreci özelinde mecliste elinden gelen mücadeleyi -yer yer fazlasıyla- verdiği rahatlıkla söylenebilir. Bu büyük çabanın somut olarak hiçbir işe yaramayacağı da tabii. Fakat sokakta bir CHP’nin olmaması bu partinin meclisteki kavgasını kadükleştirmektedir.
Öte yandan, bilhassa 15 Temmuz süreci sonrasında CHP’nin ve son derece başarısız bir lider olan Kılıçdaroğlu’nun tarz-ı siyaseti AKP’nin yönetememe krizini derinleştirme değil, sağaltma yönünde seyretmiştir. Öyle ki “aynı gemideyiz” söylemi burjuva siyasetinde çok az bu denli kanlı canlı bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır.
Üstelik Kılıçdaroğlu, “Yenikapı ruhunu taşıyan bir tek ben kaldım” diyerek de payanda, meşrulaştırma rolüyle övünmekte. Bu şahsın yaşadıklarından öğrenebildiği hiçbir şey olmadığı ortadadır hayatta. Bilindiği gibi geçenlerde de “Ben de ülkücüyüm!” gibi saçma sapan bir söz sarf etmişti.
Tabii CHP içinden bir Allah’ın kulu ona ne 1980’in daha henüz ilk yarısında faşistlerin 50 CHP’liyi öldürdüğünü hatırlattı[1]; ne de daha 10 Ekim’de Ankara’da düşen CHP’li gençleri.
Solun enerjisini, gücünü emmekten, hedeflerini şaşırtmaktan, onu zayıflatmaktan başka bir işe yaramayan, solla tek ilgisi ona “sol parti” denilmesinden ibaret olan bu parti, gerek HDP’li vekillere dokunulmazlık saldırısında oynadığı rolle, gerek daha bugün Garo Paylan’ın mecliste “linç” edilmesine sunduğu katkıyla da karakterini bir kez daha orta yere sermiştir.
İslamcı faşistler, ülkücü faşistler ve ulusalcı faşistler birleşip HDP’yi yemiş/ yemeye devam etmektedir. CHP içinde varlığını çok iyi bildiğimiz -ve belki de her zamankinden çok ve örgütlü olan- solcu vekillerin gerçekte çok az işe yarayabildiği de bu süreçle daha iyi görüldü. CHP gibi sağ bir partinin parçası olup, “solculuk” yapılabileceğini düşünmek en iyimser deyimle saflık ve en azından -sürekli kendini inkârla- yoğun bunalımlı bir süreçtir.
Sırrı Süreyya Önder’in çok tepki çeken söylemiyle söyleyecek olursak, solun CHP’yle kuracağı en sağlıklı ilişki onu paramparça etmekten geçer. Yani sosyalist sol CHP tabanına doğru büyümeli, orayı etkisi altına alabilmelidir. CHP tabanındaki solcu/sola yakın kesim geniştir, hatta CHP’nin tabanı/CHP’ye oy veren kesimler yer yer devrimci örgütlerin tabanlarıyla dahi kesişmektedir. Fakat bu “ikili” durum ancak ve ancak solculara, devrimcilere zarar veriyor, zaten pek bir alternatif olamayan solu ve onun tabanını, değdiği kesimleri iyice düzen içileştiriyor.
Bu zararın en net göründüğü nokta solun söylemleridir. CHP, düzenin yönetememe krizinde yönetebilmesi için dayanak olurken, sol, her bombalı eylemden sonra “yönetemiyorsunuz” şiarıyla kendini yanlış bir noktaya sabitlemektedir. Sanki başka bir burjuva klik gelse ve “yönetebilse” hayırlı bir şey olacak. Ya da bir söylem analizi yaparsanız da sosyalist solun geniş kesimlerinin içine girdiği ideolojik bunalımın donelerini bulabilirsiniz. Bugün düzenin “kahraman”, “emekçi”, “gariban” dedikleri solun hacimlice bir kesimi için de “kahraman”, “emekçi” ve “gariban”; “terörist”, “hain”, “halk düşmanı” dedikleri de aynı kesim ve kişiler için “terörist”, “hain”, “halk düşmanı”dır.
Solun dilinin ise gerçekte bu olmadığı açık. Fakat CHP, nasıl “aman AKP tabanı ne der!” düsturuyla örneğin “anayasaya aykırı ama evet” benzeri tavırlar alabiliyor ve böylece kendinin HDP/PKK ortağı olarak anılmamasını sağlayacağını düşünüyorsa – ki netice tabii ki tam tersidir-; sol da popülizmle, Kürt hareketiyle arasına çok daha kalın bir hat çekerek kendinin büyüyebileceğini sanıyor. Hâlbuki aslı varken kimse taklide teveccüh göstermez.
Kürt hareketinin bir alt kolu hâline gelenler nasıl siyasal bir özne olarak varlıklarına son verme noktasına gelmişlerse; CHP’ye biraz soldan bir siyasetle eklemlenenler de yaşamsal mânâda benzer bir kriz içerisindedir.
Siz ne yaparsanız yapın, faşistler, AKP sizi “peğağa” olarak görmeye ve göstermeye devam edecek. Nasıl ki Doğan Medya ne yapsa, ne etse AKP’ye yaranamıyorsa; siz de ne yapsanız, ne etseniz milliyetçi kesimlere yaranamazsınız. Size madalya takmazlar. Tersine sizin söyleminiz her ne olursa olsun, sizi kendi güçlerini berkitmek için kullanmayı sürdürürler/ sürdürecekler.
Bu yüzden sosyalist solun, kendi olmaktan, başka bir şey olmaktan vazgeçmesi büyüyeceği anlamına gelmez, aksine bu yok olup gitme sonucunu getirir. Zira siz artık bir alternatif, bir farklı okuma değilsinizdir.
Burada tabii HDP için de birkaç laf etmek gerekir. HDP siyaseti için bugün söylenecek pek fazla bir söz yoktur. Onların durumu AKP’nin yaşadığının tam tersidir. HDP, en güçlü olduğu dönemde, AKP’nin savaş hamlesi ve PKK’nin bunu kabulüyle madden ve manen tükenme noktasına gelmiştir.
Başka türlüsü de beklenemezdi. Netice olarak bugün, Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de sadece HDP değil, koskoca Kürt hareketi, PKK’nin çok büyük kapsamlı bir şiddet sorununa karşı, sorunlu şiddet politikasıyla mukabele edişiyle etkisiz hâle getirilmiştir.
Kürt halkından neredeyse çıt yoktur. Kentler bir tek camiler ayakta kalacak biçimde yıkıldı. Kürt siyasetinden Kürtler için Öcalan’dan sonra en önemli figür olarak görülen Demirtaş dahil vekiller tutuklandı, belediyelere kayyım atandı. 6-8 Ekim’den daha güçlü bir ayaklanma beklendi fakat hemen hemen hiçbir şey olmadı.
Tabii bu sadece Kürt halkının demoralize oluşuyla, PKK’ye tavır alışıyla, Kürt hareketinin görece zayıflamasıyla açıklanabilir mi; yoksa Kürt hareketinin bir başka hesabı daha var mıdır bunu da bilmiyoruz.
Önümüzdeki süreç bir yığın sarsıcı gelişmeye gebe. Şu an Türkiye’de sağda ya da solda kaynamayan herhangi bir siyasi kazan yoktur. Tüm kesimler konumunu güçlendirmeye ve gelecek olan daha büyük tufanlara karşı en iyi, en sağlam yeri alabilmeye çalışıyor.
AKP’den, devrimcilere kadar tüm siyasi hareketlerin temel gündemi şu anda eriyip, yok olmamak. Yani Türkiye’nin siyasi haritası bu günlerde yeniden çiziliyor.
Meclisten şimdilik çıkacak gibi görünen fakat MHP’li vekillerin değişme olasılığı -bence hâlâ güçlü- olan tavırları nedeniyle sallantıda olan Başkanlık teklifi, meclisten geçer de referanduma kalırsa bence “evet” oyu alması ihtimali, “hayır” alması ihtimalinden daha yüksektir.
Fakat olur da bu teklif geçmez ve bir erken seçim gerçekleşirse de, AKP’nin tepetaklak olma olasılığı hiç de düşük değil. Kaldı ki referanduma gidilse ve Erdoğan’a –iki sene sonra resmen- Başkan olma şansı doğacak olsa bile bu siyasi çalkantılar açısından bir son değil, daha yıkıcı başka bir başlangıç anlamına da pekâlâ gelebilir.
Bu sadece Erdoğan’ın resmen tek adam olması, rejim değişikliği, “şeriat” korkusu gibi mühim politik başlıklardan dolayı değil, ondan daha fazla, yaşanmakta olan ciddi ekonomik bunalımın ve ülkede içeride ve dışarıda (Suriye’de) sürekli kaybedilen canların (AKP tabanı dahil) vatandaşın psikolojisinde ve ekonomik gücünde yaratacağı ağır tahribatla da ilişkili.
Ekonomik, sosyal, psikolojik mânâlarda toplumun tüm parçalarını etkileyen bu ağır kriz orta yerdeyken, biri(leri)nin tek derdinin sanki her derde devaymış gibi başkanlık olması “hiç beklenmeyen” kesimleri dahi germektedir.
Tabii burada bir de Türk klasik burjuvazisinin ve emperyalizmin rahatsızlığı meselesi de es geçilmemeli.
15 Temmuz’dan beri tamamen “oyun”un dışına itilmiş olan sosyalist siyasetin, bu ölüm kalım mücadelesinde silkinip, doğrulabilmesi için tez elden toparlanabilmesi gerekiyor. Bu toparlanma da ancak doğru, bağımsız siyasi bir mücadele çizgisiyle olabilir, eklemlenerek değil.
Solun gideceği yol ise burada yeni, daha önceden tecrübe edilmemiş bir yol değildir: Cüret, cesaret ve devrimcilik. Sol, daha önce nasıl kitleselleşebildiyse, nasıl etkin bir özne hâline gelebildiyse, bugün de -ve bu kez önceki hatalarından dersler de çıkararak- aynı devrimci çıkışla değiştirici bir güç olabilir.
Bugün icazet siyasetiyle yürünebilecek yolda tamamen sona gelinmiştir. Gün, 19 Aralık 2000’de “öldü”, “bitti”, “sonu geldi” denilen devrimci siyasetin yeniden ve daha güçlü bir biçimde tahkim edilmesi günüdür.
Burjuvazi nasıl nereye saldırması gerektiğini iyi biliyorsa, sosyalistler de nereden yükselebileceğini doğru kavramalı.
Aksi hâlde bu yaprak kımıldamayan iklim bir süre daha devam edecek[2], Gezi’den bile daha büyük cereyanların gündeme gelebileceği yakın gelecekte sol yine bir özneden ziyade, bir parça olarak kalmaya devam edecektir.
Hatta belki de bu rolü dahi sürdüremeyecektir.
Kendiliğinden patlamalar, eylemine iradi bir komutan bulamazsa neticede köklü alt üst oluşlara da sebep olmazlar.
Dipnot:
[1] Sayı Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nden alınmıştır.
[2] Çok fazla bir ses getirememiş, katılım kazanamamış olsa da, Birleşik Haziran Hareketi ve Halkevleri’nin laiklik için ve Başkanlık gündemine karşı verdiği mücadeleyi ve Halk Cephesi’nin KHK’lara, ihraçlara, hapishanelerdeki hukuksuzluklara karşı birkaç ilde haftalardır sürdürdüğü oturma/ “sivil itaatsizlik” eylemlerini bir kenara not ettik.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.