Burada görüntü ve gerçeklik arasındaki farklığı yakalayabilmenin en mümkün yolu sadeleşmektir. Bu durumun ilk hayata geçtiği örnek Gezi direnişidir.
Yukarıdan aşağıya bulduğu bütün çatlaklardan sızan, duruma göre farklı biçimlerde ortaya çıkan ve/veya ifade bulan, radikallik ile pasifizm arasında sarkaç halinde var olan bütün hisler
Her şey, herkes kendi içine sarkıyor… Bu bir dönem için kabullenilebilirse de şimdi dışa çıkmak, bakmak, göz göze gelmek, dışarıda bir şeyler yapmak tarihi bir durum… Ne yaparız, nasıl yaparız sorusunu insan kendine sorduğunda bile bir boşlukla karşılaşıyorsa, ki karşılaşıyoruz, samimi olmamız gerekiyor; ancak bu durumda da, kendimizi tarif etmekte zorlanıyoruz. Kimiz ki?
Böyle hissedenler için tarifi zorlaştıran geçmişin yükleri, mevcut durumun belirsizliği gibi bir çıkış ve savunma cümlesi olabilir; ama bu kimseyi kurtarmaz. Geçmişte var olma biçimimizin ayak izleri bizi takip ediyor. Onlara karşı sorumluyuz ve geçmişle ne kadar yüzleşebilirsek bu güne dair kendi tasvirimizi o kadar gerçekçi yaparız; çünkü geçmiş bugüne de sarkmıştır. Yok sayarak var olamayız. Elbette kendimizi önemsemeliyiz; çünkü geçmişimize ve bir diğerine saygı bunu ön gerektirir. Ancak saygının sınırlarının referansı kendimiz olmamalıyız. Karşılaştığımız her kim ya da neyse saygıya oradan başlamalıyız. Peki, bu pozisyon alış nasıl bir yelpazede olmalı? En yakından başlayarak mı ilerleyeceğiz yoksa en uzaktan kendimize doğru mu geleceğiz? Soru bu.
İlk bakışta en kolay ve makul görüneni en yakından başlamak ki bu kendimizi kutsamaktan öte bir anlam taşımaz. Bu durumda başlanacak en uzak neye göre, nasıl tayin edilecek? Bu bağlamda uzağı zamana veya mekâna/mesafeye göre tayin edemeyeceğimiz için nasıl karar vereceğiz? Yakında ama uzakta hissettiklerimiz mi, yoksa uzakta ama yakında hissettiklerimiz mi? Elbette yakın ya da uzak hissettiklerimizin insan, olgu, olay olabileceğini akılda tutmakta fayda var.
Mesela yenilgi hissi. Bir taraftan tarihsel olarak sosyalistlerin süreç içinde yaşadıkları yenilginin yarattığı bir atmosfer içinde uzun süredir yaşamanın biçimlendirdiği ruh hali; dili geleceğe dönük kullanarak temennileri gerçekmiş gibi gösteren yenilmemiş taklidi yapmak. Bu durumun söylem düzeyinde karşılık bulduğu bir kitle var elbette, ancak kritik olan, söylemi kalıcı bir eyleme dönüştürerek somut, karşılığını görünür kılmak bir diğer deyişle vücuda getirmektir. Bunu engelleyen ne? En yukarıda duran yenilgi hissi.
Yukarıdan aşağıya bulduğu bütün çatlaklardan sızan, duruma göre farklı biçimlerde ortaya çıkan ve/veya ifade bulan, radikallik ile pasifizm arasında sarkaç halinde var olan bütün hisler. Burada görüntü ve gerçeklik arasındaki farklığı yakalayabilmenin en mümkün yolu sadeleşmektir. Bu durumun ilk hayata geçtiği örnek Gezi direnişidir. Çok kısa bir deneyim olmakla beraber Gezi sürecinde yaşananları anlamamızı sağlayacak olan, arka planda birçok tartışmaya rağmen sonu hüsran olsa da Gezi’ye katılan tarafların önemli bir kısmının sadeleşerek bir araya gelmesi ve Gezi’nin böyle yaşanmış olmasıdır.
Orada oluşan hafıza bir yerlerde duruyor. Ne zaman, nasıl konsolide olur, harekete geçer mi geçmez mi bilinmez. Ancak ‘Gezi ruhu’nun tekerrür etmesini de beklemeye gerek yok. Çünkü ne yaşandığının mümkün bütün bilgileri hala ortada yok. Kendiliğindenlik burada açıklayıcı bir kavram mı? Şüpheli. Ancak bütün “hoşluğuna” rağmen bir yenilgi olduğu açık. Daha öncekileri bir yana bırakırsak bizim en güzel yenilgimiz olan Gezi’den sonra yaşadıklarımızı ve girdiğimiz ruh halini nasıl anlamalıyız? Ya da bu aşamada anlamak gerçekten mümkün mü? Kaç kişiyiz onu dahi kestiremiyoruz. Her farklı olayda tanımadığımız, muhtemelen bir daha karşılaşmayacağımız birileri ile yan yana düşüyoruz. Kendi gündemimizi belirleyememek, irademizi kullanamamak gibi gerçeklikler, kısacası güçsüzlüğümüz, mutsuz, umutsuz bir kitleye dönüştürdü bizi. Burada elbette bizim güçsüzlüğümüzün karşı tarafın güçlülüğünün referansı olduğunu da akılda tutmak gerek.
Güçlü tarafın resmi ve sivil aktörleri her adımlarında birbirlerini destekleyerek yürüyorlar. Karşı karşıya kalınan sadece resmi şiddet değil, resmi şiddetin koşullandırdığı sivil bir şiddet aynı zamanda. Burada koşullanmanın en kritik kaynağı resmi şiddete taraf olanların dışında “korku” olarak çıkar karşımıza. Hangi adımı nasıl atarsam ne olur hesapları yapılır, mevcut ilişkiler buna göre yeniden düzenlenmeye başlanır. Bu durumu en iyi Bertolt Brecht, Faşizm Üzerine Yazılar kitabında anlatmıştır;
Babanın oğula söylediği, tutuklanmamak için söylediği şeydir; Papaz İncilini tutuklanmadan söyleyeceği cümleler bulmak için karıştırıyor, Öğretmen, Büyük Karl’ın herhangi bir tedbiri için, tutuklanmadan öğretebileceği bir neden arıyor. Ölüm belgesini imzalayan doktor, tutuklanmasını doğurmayacak bir ölüm nedeni seçiyor. Şair, tutuklanmasını engelleyecek bir beyit bulmak için kafa patlatıyor. Ve köylü tutuklanmaktan kaçınmak adına, domuzuna yem vermemeyi kararlaştırıyor.[i]
Brecht’in tarifi uyarınca kendisi dahil herkes ve her şeyden şüphe eden insanların oluşturduğu bu toplum, korkunun insani bir duygu olmasının çok ötesinde, bir “korku toplumu” haline gelmiştir. Yaşadığımız toplumda en çok ve kolay beslenen şey “korku” haline geldiğine göre bununla nasıl baş edeceğiz?
Bu noktada artık değerli olduğundan kuşku duyulmayan; ancak en azından şimdilik karşılığını göremediğimiz vurgular dışında ne söyleyebiliriz? Ezberimizi, önemli olduğu için temize çekip bir kenara koysak ne deriz? Cevapsız sorular mı sormuş oluruz? Ya da bir sorununun mutlaka tek cevabı olması ısrarından vazgeçip sorulanın cevaplanma sürecinde cevaba geçemeden yeni sorularla karşılaşmak eski/yeni bir şeyler anlatabilir mi?
Duruma ve nasıl anlatılacağına göre değişecektir elbette. Eskiyi hatırlamak yeniyi görmek gerekliliğini düşününce Milan Kundera’dan mülhem, hatırlamak için yavaşlamak gerekir, görmek için bakmak gerekir elbette. Ancak, uzun bir süredir karşılaştığımız birçok durumu unutmak için sürekli daha hızlanıyoruz, hafızadan silip böyle yaşıyoruz.
Hatırlamak istediklerimiz için yavaşlayıp, unutmak istediklerimiz için hızlanırken Bedrettin Cömert** hocanın Hasan Hüseyin’e 1970’li yıllarda yazdığı bir mektupta yaptığı dönem tasviri bu topraklardaki zaman/mekân, hız/yavaşlık algılarını da boşa düşürüyor[ii];
Güzel günleri özlemekten bile korkar olduk. Umduğumuz her şeyin daha gerçekleşmeden olmadık pisliklerde gitmesini sık sık gördükten bu yana, özlem ve umuda görkemli bir kelebek gibi bakar olduk. Çok beklediğimiz bir şeyin gerçekleşmesi olduğundan görkemli, ama düşüncemizde bile üstüne fazla düşünce hemen ufalanıveren bir kelebek gibi görkemli bir kelebek oldu güzel günler. İlkesizlik, kaypaklık, iğrençlik, kötülük, çirkeflik panayırında yaşıyoruz sanki. Gazeteler, her sabah, kucak kucak çöp yığıyor gönlümüze. Güvenerek insan diyebileceğimiz o kadar az kişi kaldı ki. Herkes her şeyini çekinmeden satıyor. Herkes her şeyi piyasa ölçütlerine göre görüyor. Satışa çıkmadık bir onurumuz bile kalmadı. Ezilen halk olmanın bilinçli ezikliği ve karşı konmaz umarsızlığını da her gün daha çok büyütüyoruz. Ellerime tükürüyor bir suratsız, bir satılmış, bir ahlaksız, bir halk düşmanı. Yemeğimi kirletiyor kursağını para diye kanla doldurmuş us düşmanı, artık bekleyemiyoruz. Beklemek ne umut ne de özlem oluyor. Antenlere koca bir ulusun öğürtüsü çarpıyor durmadan. Neden bu yenilmişlik ve korku? Ne zaman eşit olacak silahlar? Hiçbir düşünce hiçbir tat vermiyor ağzımıza. Kime inanacağımızı şaşırdık. Doğruyu söyleyenlerin doğruyu dile getirdiklerini bildiğimiz halde, usun ve onurun lekeli bir çarşaf gibi çiğnendiği bu dönemde, her gün bir kez midemiz kalkıyor.
Kırk yıl öncesinde yapılan bu tespit bugüne dair yapılan tasvirlerin çoğunun ‘doğal’ referansı olarak görülebilir. Bedrettin Cömert yaşasaydı daha fazlasını sanırım yazmazdı. Ancak, Bedrettin hoca bu satırları yazdığı sırada da elinden geleni yapıyordu. Biz?
[i] Brecht, B. (1979) Faşizm Üzerine Yazılar 1933 – 1939, çev.: A. Sait, İstanbul: Ortam, s.84.
[ii] Cömert, B. (1981) Eleştiriye Beş Kala, İstanbul: Ayko, s.30.
*Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi.
**11 Temmuz 1978 tarihinde ülkücüler tarafından öldürülen, Sanat Tarihi alanında yürüttüğü akademik çalışmaların yanında edebiyat alanında da çok sayıda eser üretmiş ve bir dönem Tüm Öğretim Üyeleri Derneği başkanlığı görevini de üstlenmiş olan akademisyen, çevirmen, yazar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.