Sözde Halep’ten olacak göç için (ki öyle bir göç falan yok) 80 bin kişilik kamp hazırlanması, Erdoğan’ın cihatçı akışına yönelik geçici çözümü anlamına geliyor. Bu kampın İdlib cihatçıları için hazırlanacağı gayet açıktır
Sözde Halep’ten olacak göç için (ki öyle bir göç falan yok) 80 bin kişilik kamp hazırlanması, Erdoğan’ın cihatçı akışına yönelik geçici çözümü anlamına geliyor. Bu kampın İdlib cihatçıları için hazırlanacağı gayet açıktır. Yani cihatçılar “ikinci evlerine”, Türkiye’ye geliyorlar demektir
Halep halkı 2011 yılından beri direnen, bundan dolayı cihatçı işgalciler tarafından “devrime destek vermeyen hain” diye ilan edilen bir halk. Yaklaşık 4 yıldır da kenti işgal eden cihatçı gruplar tarafında rehin alınmış durumdaydı, şimdi artık özgür… Halep’in özgürleşmesi, Suriye savaşının vekilleri/vekaletçileri açısından tam anlamıyla bir hezimettir. Çünkü neredeyse 2011’e, yani başlama noktasına “elde var sıfır”la bir dönüş söz konusudur. Doğal olarak bu da ağır bir travma demektir. Bu travmanın etkisi olsa gerek, altı yıldır süregelen yalan/dezenformasyonun dozu hadsizce yükseldi bu günlerde. “Halep için dua”cıların, “zulüm var, siviller katlediliyor” iddialarına sunabilecekleri somut bir tane delilleri yokken, cihatçılardan kurtulup Suriye ordusuna sığınan sivillerin coşkusu ve Halep sokaklarında yükselen zılgıtlara dair kayıtlar, görseller birer delil olarak sosyal medyada yerini alıyor. Halepliler zılgıtlarıyla, Dabke’siyle (geleneksel halay) sokaklarda kurtuluşu kutlarken; “aslında cihatçıların rehineleri olarak çok mutlu-mesut idiler, Suriye ordusu geldi, hem mutsuz oldular hem de katledildiler” yalanlarını pompalayan savaş medyasının kendisinden başka hiç kimseyi inandıramadığı ortadadır.
Halep’in altı yıllık bir işgal ve talandan sonra özgürleşmesi ne anlama geliyor?
Öncelikle Suriye’ye savaş açan küresel ve bölgesel ittifak bloku açısından Halep’in stratejik önemine vurgu yapmak gerekiyor. Bu stratejik öneminden dolayı Türkiye’nin taşeronluğu üzerinden en fazla yatırım yapılan kent Halep’tir. Hatırlanacağı üzere 2011 yılı Mart ayında sözde isyanlar Suriye’nin güneyindeki Dera’da başlamıştı. Ama Ürdün’den akın edenlerin istilasına uğrayan Dera hiçbir zaman cihatçıların kontrolüne girmedi. Buna karşın Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgeleri çok hızlı bir şekilde kuşatıldı. Türkiye üzerinden yoğun silah ve cihatçı transferi sayesinde hızlıca işgal edilen merkezlerden biridir Halep ve sözde isyanın başkenti olan Dera’yı gölgede bırakarak, Suriye’nin istilasında stratejik önemi en fazla olan kent oldu. Bunun elbette ki önemli nedenleri vardır.
Birinci neden, ABD patentli BOP açısından, güneyden kuzeye, yani Dera’dan Halep’e Suriye’yi dikine yarma stratejisidir. Ve elbette ki bunun, Katar doğalgazının Ürdün-Suriye-Türkiye hattı üzerinden Avrupa’ya transferi projesiyle doğrudan ilgisi vardır.
İkincisi, stratejik önem açısından Halep ile Musul’un önemli benzerlikleri olduğunun altını çizelim. Bu iki kent, “iki ülke için ikinci başkent” konumundadır. Denilebilir ki, Irak’ta Musul’u alan Bağdat’ı kuşatmış olur, aynı şekilde Suriye’de Halep’i alan da Şam’ı ablukaya almış sayılır. Bu nedenle vekâlet savaşındaki görev dağılımında Musul’a IŞİD, Halep’e de IŞİD’in kardeşleri uygun bulundu.
Ayrıca Musul ve Halep zengin petrol kuyularına sahip önemli ekonomi merkezleri olmanın yanı sıra, bölgenin ana su kaynakları olan Dicle – Fırat havzasının köşe başlarını tutan iki kenttir. Üstüne bir de Musul ve Halep’in Türkiye ile komşuluk ve ekonomik bağı, bu iki kentin diğer bir ortak paydası olarak eklendiğinde, bütün bunlardan dolayı denilebilir ki, Suriye ve Irak’ta savaşın en kapsamlısı ve en kritik olanı Musul ve Halep’in özgürleştirilmesidir. Her iki ülkenin kurtuluşu, bu stratejik kentlerinin kurtuluşuna sıkı sıkıya bağlıdır. Ve an itibariyle Halep özgürleşti, keza Musul da özgürleşiyor…
Halep’i kaybeden, Suriye’yi kaybeder
Emperyalistler elbette ki bunun farkında ve o yüzden Halep’e hem çok yüklendiler, hem de kaybederken yalan propagandanın dozunu doruğa çıkardılar. Ne var ki Suriye ile müttefikleri Rusya, İran ve Hizbullah da bunun böyle olduğunun daha çok farkındalar. Hem Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın hem de Rusya Devlet Başkanı Putin’in Halep için “Suriye’nin Stalingrad’ı” demeleri bundandır. Halep’teki cihatçıların önemli ikmal hattı olan Kastello yolu Suriye ordusu tarafından kontrol altına alındığı Temmuz ayından bu yana, aslında cihatçılar için Halep’te tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bunun telaşıyla ABD’nin Rusya’yla hızlı ve ısrarlı ateşkes görüşmelerini izledik. Fakat çok iyi biliniyor ki her ateşkes, cihatçıların toparlanması ve insani yardım adı altında silah ve mühimmat yardımının arttırılması için bir fırsat olarak değerlendirildi. Ama Esad’ın, “Suriye’nin bütün kentleri teröristlerden temizlene kadar durmak yok” derken aslında işaret ettiği “Suriye’nin Stalingrad’ıydı”, yani Halep’ti. Hakikaten Halep tam bir kırılma noktasıdır ve Suriye için bundan böyle artık “Halep sonrası” dönem başlamıştır.
Elbette ki ne Halep’te ne de Musul’da çatışmalı ortamın birdenbire yok olmayacağı aşikârdır. Buna rağmen Halep zaferiyle başlayan dönüm noktası için denilebilir ki; Halep’i kaybeden, onu rehin tutanlar, yani BOP’çulardır, Suriye’yi kazanan ise Suriyelilerdir…
Halep’e bunca yatırım yapan ABD ve onun Batılı ve bölgesel müttefiklerine rağmen, keza Türkiye’nin sınırlarını sonuna kadar açarak ve her türlü yardım-yataklık yaparak cömertçe sunduğu desteğe rağmen Halep nasıl kurtuldu? Elbette ki Suriye direniş ittifakının ve Rusya’nın kararlılığı asıl belirleyendir. Ama bunun yanı sıra bir başka etkeni de göz önünde bulundurmak gerekir. O da şudur: AKP’nin Suriye macerasında “Fırat Kalkanı” denen projeye odaklanması ve gövdesini toplama cihatçıların oluşturduğu bu Fırat Kalkanı’na Halep’ten cihatçı kadroların önemli bir kısmını aktarmasıdır.
Fırat Kalkanı’na katılanlara ihanet suçlaması: Bizi sattılar!
Halep’te kalan ve Suriye ordusu tarafından sıkıştırılan cihatçıların feryatlarından şunu anladık: Halep’te adeta başsız kalmışlar, çünkü “saha komutanları onları terk edip, Türkiye’nin Fırat Kalkanı’na katılmak üzere” kuzeye kaçmışlar! Bir miktar abartı olabilir belki ama yine de bunun bir gerçek payı olduğunun altını çizelim. Çünkü hem İdlib hem de Halep’ten cihatçı grupların kuzeye kaydırılmasıyla Fırat Kalkanı’nın oluşturulduğu gerçeği ortadadır. Nasılsa hepsinin üzerinde sözü ve etkisi olan AKP, istediğini istediği yere kaydırabilir! Ancak bu kaydırmanın, Halep’te yenilgi kaçınılmaz hale geldikten sonra dillendirilmesi kritiktir. Muhtemel ki, Halep’in TSK öncülüğünde kuzeyden doğru kuşatılacağı beklentisi vardı, ama TSK destekli Fırat Kalkanı El-Bab’a takıldı, Halep’teki “başsızlar” da tam anlamıyla kapana kısıldıklarında veryansınlar başladı: “Bizi 200 dolar maaşa sattılar! İhanete uğradık. Halep bu kadar zor durumdayken kenti bırakıp Fırat Kalkanı’nda savaşmaya gittiler. Aslında kenti ve mücadeleyi para için sattılar!”[1]
Halep zaferinin yansımaları
Hizbullah bu savaşta önemli bir pozisyon kazandı. Bu zaferden dolayı Lübnan’ın siyasi atmosferine İran’ın mührü daha belirgin basılacak. Bu da Suudilerin en büyük endişesidir ve onca yatırım yaptıkları Suriye savaşından elde kalan hayal kırıklığının yanı sıra, yok etmeye yönelik onca efor harcadıkları halde İran’ın ve Hizbullah’ın pozisyonu ve etkisini güçlendirmesinin adı artık Suudiler için “kabus” olur.
Türkiye’nin kaybı ise saymakla bitmez. Öncelikle mali açıdan kaybı çoktur. Halep kentini yağmalayan, fabrikalarını söküp taşıyan bir saldırganlıktan sonra, Suriye’nin zenginliklerini (bunun başında Suriye’nin kültürel zenginliği ve petrolü gelir) Türkiye’ye akıtan vana kapandı. Yaklaşık olarak altı yıldır Azez-Cerablus arasındaki sınır kontrolünü elinde tutan IŞİD ve kardeşleri sayesinde Suriye’ye silah ve cihatçı ihraç edilirken, Suriye’nin zenginliği talan edilerek içeri akıtılıyordu. Artık bu hat üzerinden Halep’e uzanmak hayal… Suriye petrollerinin önemli geçiş arterleri kapandı, keza “Suriye devrimi”ne ihraç edilen yabancı cihatçıların ve batılıların kavşakları kesildi. Aslında savaşın mali kaynakları ve ulaşım kanalları kesilmiş oldu.
Türkiye’nin, burnundan kıl aldırmazken nasıl bu noktaya geldiği sorusu merakımızdı. Arapça kaynaklardan edindiğimiz duyumlara göre Rusya, “muhalifleri” destekleyen bölgesel güçlerin müzakere masasına oturabilmeleri için, derhal onlara silah yardımını kesmeleri noktasında baskı yapmış. Bu baskıya maruz kalanlar Türkiye ve Suudi Arabistan oluyor. İddiaya göre Rusya bunlara açıkça rest çekmiş: “Kim ki silahlı muhaliflere desteğini ve silah yardımını sürdürürse, Rus savaş uçaklarının bombalarıyla tanışır!” [2]
Bundan sonra asıl savaş Suriye’nin kuzeyinde
Uzun zamandır Türkiye’nin kimi zaman şantajla, kimi zaman yalvarmayla “dayattığı” tampon bölgenin Halep ve kuzey kırsalı için kurgulandığını hatırlayalım. Artık bunun tamamen hayal olduğunu söylemeye gerek yoktur. Önce bir detayın altını çizelim: Rusya’nın her türlü askeri müdahaleye karşı S-300 ve S-400 model gelişmiş füze sistemleri konuşlandırmasının altında yatan gerçeği dile getirmek gerekirse, Türkiye’nin önemli bir tehdit haline geldiği gerçeği kavranmış ve ona göre tedbirler alınmıştır. Önden tedbir olarak şu düşünce hakimdi: “Sonbahar’da Halep düşecek ve o zaman Suriye ve Rusya, Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelecek.” Bu öngörü yersiz olmamakla birlikte, adımlarının öncesi ve sonrası hesap edilebilir bir Türkiye yok artık… Fırat Kalkanı projesi ve Suriye’ye yönelik fiili işgal hamlesi böyle bir şeydir. Lakin müttefiklerinin, Türkiye’nin hamlelerini öngörememesi bir yana, Türkiye’nin de kendi hamlelerine dair bir öngörüsü olduğunu söylemeyi çok isterdik ancak o da yok! Bu öngörüsüzlüklerden biri de Fırat Kalkanı ve sözde IŞİD’e karşı savaş.
Fırat Kalkanı ve Türkiye’nin IŞİD’le savaşı: Danışıklı dövüş mü?
Fırat Kalkanı ve Suriye işgali diye bir projeyi, açıkçası startı verildiğinde duyduk. Önü arkası çok hesaplanan bir strateji mi? Bilinmiyor. Zira “derin” stratejist artık sahnede yok. Dolayısıyla Fırat Kalkanı ve AKP’nin bu işgal hamlesine dair, kendi propaganda araçları dışında (zaten alternatif de bırakmadı) kamuoyunun bilgilendiği başka bir kanal yok. Bu yüzden konuya dair yorum ve analizleri, savaşın ve AKP medyası tarafından yönetilen algının dışına çıkarak aktarmanın son derece önemli olduğuna inanıyorum. Bu nedenle Ortadoğu’yu Ortadoğululardan okumak ve Ortadoğu’ya sultanlık taslayanın hamlelerine dair yorumları yine Ortadoğululardan aktarmak özel tercihim olmuştur her zaman. Halep’ten sonrasına ve Fırat Kalkanı’na dair Arapların gözüyle Türkiye nasıldır, ne yapmaya çalışıyor? Lübnanlı siyasi analist Şarel Abi Nader’in yazılarından derleme bir analiz:
“Türkiye ne Irak’ta ne Suriye’de ne de şu anda yürüttüğü Kürtlere karşı savaşta IŞİD’i ve diğer silahlı grupları korumaktan hiçbir zaman geri durmadı. Ama uluslararası toplum ve bölge ülkeleri nezdinde sanki Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’e karşı en çok savaşan bir ülkeymiş gibi öne atladı. Ancak birazcık dikkatli bir saha analizi yapılsa, sözde IŞİD’e karşı savaşın bir danışıklı dövüşten ibaret olduğu görülür. Burada Türkiye’nin IŞİD’e karşı savaşı, iki taraf arasındaki devir teslimi organize etmekten başka bir şey değildir. Bu tespitin bizde yarattığı çağrışım, Türkiye’deki havuz medyasının manşetlere taşıdığı şu haberdir: “Bordo Bereliler işaretledi, Türk savaş uçakları El-Bab’ı vurdu” [3] IŞİD’le sözde savaşan IŞİD’in kardeş grupları, Türkiye’nin desteklediği Fırat Kalkanı adı verilen şemsiyede yer aldılar ama Türkiye öncülüğünde bu “IŞİD kardeşi” gurupların IŞİD’le sahte bir savaşı vardır ve bu savaşın gizli bir anlaşmayla yürütüldüğü ancak bu kadar açık olur! Özellikle Cerablus ve Dabık’ta, IŞİD unsurları sakallarını kesip kıyafet değiştirerek Fırat Kalkanına dahil oldular ve gizli hedeflerine hızla birlikte ilerlediler. Bu hızlı ilerleyiş de, IŞİD’in boşalttığı yerleri Suriye ordusu ya da Kürt birlikleri kapmadan IŞİD’in yerini doldurma yarışıdır. Sahte savaşın ismini koyan ABD, yöneten Türkiye, uygulayan ise IŞİD’tir. Bu terörün var edilmesinden beslenip büyütülmesine ve yayılmasına kadar her aşamada bu ittifak vardı. Birinin ikiyüzlülüğü, diğerinin kibir ve yalanı hep birbirini tamamlıyor.”[4]
IŞİD Türkiye’nin önünden yediği peynirin hatırına çekilmedi
Ünlü yazar ve siyasi analist Ahmed İsfahani’ye göre; Ankara IŞİD’in ortaya çıkmasında, büyümesinde ve gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Körfez ülkelerinin desteğiyle IŞİD’i silahlandırmıştır. Bunu gelecekteki planlarını korumak için yaptı. Bu yüzden IŞİD, Türkiye’nin “ulusal çıkarlarına düşman” (AKP’nin verdiği tarife göre) olarak gördüğü kesimlere karşı savaştı ve hala savaşıyor. Bu yüzden IŞİD’in varlığı bizzat Ankara’ya yarar sağlamaktadır.[5] İşte bu yüzden IŞİD bir kez daha Türkiye ve onun desteklediği silahlı gruplarla çatışmama kararı aldı. Önce Cerablus, ardından selefiler için önemi büyük olan Dabık’ta görüldüğü gibi… Dabık’ı hiç çatışmadan Türkiye’ye teslim etti ve çekildi.
Yazara göre, IŞİD Cerablus’tan Dabık’a onlarca köyü Türkiye’nin emrindeki silahlı gruplara teslim ederken, “sakın ha IŞİD militanlarına bir zarar gelmesin!” talimatlarına birebir uyuldu. Ama bu arada Suriye sınırından Türkiye’ye birkaç saldırı da oldu. Lakin bu saldırıların hiçbiri Türkiye ordusuna ya da sözde kendisiyle savaşan Türkiye destekli silahlı gruplara yönelik değildi. IŞİD’in Türkiye’yle ve Türklerin destekledikleri silahlı gruplarla çatışmama kararı, ne kendisine yedirdikleri peynirin hatırından ne de Türkiye’den korktuğundandır. Zaten IŞİD, aldığı küresel destekle Kobanê’den Palmira’ya, Felluce’den Deyrizor’a kadar birden fazla cephede kendi savaş becerilerini geliştirmiş ve aslında totalde gücünü ispatlamış bir örgüttür. Neden Türkiye’nin önünden çekilsin? Senaryo aynen tekrar ediyor: Türk savaş uçakları IŞİD noktalarını vurdu (ama hiç kimse vurduğu hedeflerin isimlerini bilmiyor), IŞİD çekildi ve Türkiye destekli cihatçılar ilerledi. Hazırda olan fotoğrafçılar, “zafer kazanan” silahlı militanların bol bol fotoğraflarını çektiler. Herhangi bir çatışma ya da vurulan bir IŞİD hedefinin fotoğrafı olmaksızın militanların tozsuz pozlarıyla zafer fotoğrafları servis edildi. Ama gerçekte yüzlerce IŞİD militanı silahlarıyla Türkiye ordusunun önünden geri çekildiler. Bir köyden öteki köye silahlarını, ailelerini, arabalarını taşıyarak çekildiler. Bu taşınmada IŞİD, sözde mevzilerini bombalayan Türk savaş uçaklarının ya da Amerikan koalisyon güçlerinin herhangi bir hava saldırısına maruz kalma kaygısı taşımadan çekildi. Bu çekilme El-Bab’a kadar böyle sürdü. Bütün bölgelerde Türkiye’nin önünden çekilen IŞİD militanları, şu anda Suriye’nin kuzeyi için stratejik öneme sahip El-Bab’ta toplanmış ve peşi sıra Türkiye’yi El-Bab’ın kıyısına (esasen Halep’in eteklerine) kadar sürüklemiş oldu.
Türkiye’nin Musul ısrarı IŞİD’i memnun etti
Özetle, Ahmed İsfahani’nin “IŞİD biter ama her şeye yeniden başlamak için…” başlıklı analizinden aktarmaya devam edelim. İsfahani’ye göre, “Türkiye’nin Irak hükümetine karşı tutumundan, Musul operasyonuna dahil olma çırpınışlarına kadar ortaya koyduğu niyet, Ankara ile IŞİD arasındaki organik ilişkinin hem varlığına dair bir göstergedir, hem de bu karşılıklı ilişkinin bir nevi test edilip onaylandığının kanıtıdır.”
Bu arada IŞİD, hem ihanet hem de ihmal sonucunda Musul’u kolayca ele geçirdi ama sadece bu değil. IŞİD’in Irak’ta tekfirci selefi gruplarla organik bir ilişkisi olmayan çeşitli silahlı grupları da şemsiyesi altına aldığını söylemek mümkün. İşte Türkiye ve Körfez ülkelerinin destekleri ve yönlendirmeleriyle çeşitli renklerde yerel silahlı gruplar bu şemsiye altına girdi. Esasında IŞİD’in gövdesini şişiren bu gruplardır ve Türkiye’nin Irak topraklarında var olma ve Musul operasyonuna iştirak etmekteki ısrarı da bundandır. Arap coğrafyasından birçok yorumcunun dile getirdiği şey şudur: Türkiye’nin, Musul’un Irak merkezi hükümetine iade edilmesi ya da kentin terörden temizlenmesi gibi bir hedef taşımadığını bilmeyen yoktur. Hangi bölgenin içişlerine karışmak istiyorsa, ona göre giyeceği bir Osmanlı gömleği vardır. Ve Musul’daki, esas IŞİD’in gövdesinde stoklanan yerel IŞİD’çikleri orada öylece muhafaza etmektir. Sonuçta ne olurdu? Şemsiye IŞİD olmaz, başka bir şey olurdu. Sadece maskeler değişirdi, ama hedef aynı kalırdı. Bu hedef, bölgeyi kontrol etmekten başka bir şey değildir.
Son dönemde Iraklı kaynaklarca teyit edilen şu oldu: Musul’un kurtarılması için uzunca süren tantanalı savaş hazırlıkları aşamasında IŞİD, kenti savunma görevini kendisine sadık Iraklılara bırakarak çok sayıda militanı ve ekipmanın büyük bir kısmını Rakka şehrine aktarmak için yeterli fırsatı buldu. Geride bıraktığı sadık Iraklılar içinde Türkiye’nin Tarık el-Haşimi ve kenti IŞİD’e altın tepside sunan Musul’un eski valisi Esil Nuceyfi gibi ortaklarla yatırım yaptıkları gruplar vardır. Türkiye’nin “Musul’da ille de olacağız ” ısrarı bundandı; Musul’da savaşın seyrine bağlı olarak bel bağlanan bu yerel güçler üzerinden bölgesel ve uluslararası arenada bir rol kapma fırsatı yakalamak içindi. Ama olmadı. Türkiye, Musul sürecinde en fazla sesini yükselten ve aynı zamanda dışarıda bırakılan tek ülkedir…
İşte tam da bu aşamada Türkiye, Suriye topraklarına girdi. IŞİD, kuzeyde kontrolündeki bölgeyi Türkiye’ye ve onun desteklediği silahlı gruplara teslim ederek, kendi payına düşeni ödemiş oldu. Çünkü hesaplara göre tıpkı Musul için kurgulandığı gibi birçok tarafın Halep’in paylaşılmasında söz sahibi olmasını sağlamış olacak. Sözde, Türkiye’nin yerle bir olan prestijini düzeltme ve Halep müzakerelerinde rol kapma fırsatını veren IŞİD oldu; köyleri teslim edip çekilerek Halep konusundaki rolünü tamamladı.
Cerablus’tan El-Bab’a IŞİD’e dokunmadan, “IŞİD’i yenme” sanatı
Türkiye’nin Suriye topraklarına nasıl girdiği kadar nasıl bu denli hızlı ve kolay ilerlediği de önemlidir. Fırat Kalkanı isimli oluşum, gerçekten IŞİD’le savaşarak mı ilerledi? Tek merkezden pompalanan spekülatif haberlere bakarsak öyle, ama buna havuz medyasının kendisi dışında kimsenin inandığı yok. Örneğin Türkiye destekli cihatçıların birkaç gün içinde dokuz köyü aldıklarını okuduk. Savaş medyasının “IŞİD’ten kurtarıldı” dedikleri bu köyler için Arap medyası şunu yazdı: IŞİD dokuz köyü Türkiye işgal ordusu ve desteklediği paralı askerlere birkaç gün içinde teslim etti!”[6].
Türkiye’nin El-Bab’a kadar ilerlemesine neden göz yumuldu?
Ortada bir göz yumma olduğu kesin. Bundan Suriye hükümeti kadar İran ve Hizbullah da rahatsız. Fakat El-Rai gazetesinden Elijah J. Magnier’e göre İran, Amerika’nın Suriye’nin kuzeyinde (Kürtlerin kontrolündeki bölgede) kalıcı hale gelmesinin endişesini taşıyor, ama bununla birlikte, şu anda İran için Rakka operasyonunun bir stratejik önceliği yoktur. İran şuna hazır olduğunu bildirmiş: Fua ve Keferya’nın özgürleştirilmesi ve ardından Cisr el-Şuğur ve nihai hedef olarak İdlib’in tamamen temizlenmesi… Amerika da Rusya’nın Halep’ten sonra İdlib’e yükleneceğinden emin. Bu yüzden önümüzdeki günlerde savaşın adı İdlib olacaktır.
Peki Esad’ın suskunluğunun anlamı nedir? Elijah J. Magnier’in “Türkiye’nin Suriye’ye girmesine neden izin verildi?”[7] başlıklı analizinden özetle aktarmaya devam edelim. Ama öncelikle şunun altını çizelim ki, Suriyelilerin gözünde bunun adı işgaldir ve Esad’ın Erdoğan’a hiçbir şekilde onay vermediğini herkes biliyor. Ama Suriye topraklarında ilerlemesine sessiz kalındı. Bunda Rusya’nın etkisi var, lakin Esad’ın “şimdilik” suskun kalmasının arkasında yatan iki şeyi tahmin etmek mümkün: Birincisi Erdoğan’ın şovunu tamamlayıp, iç siyasete “Kürt kantonların birleşmesini engelledik” mesajını vermiş olacak ve oradan arkasını dönüp çekilecek beklentisi var ya da garantisi verilmiş… Bu durumda Erdoğan bu bölgeyi ÖSO şemsiyesi altında topladığı cihatçılara bırakıp çekilecek ve sırada İdlib olduğuna göre, oradan taşıyacağı kadar cihatçıyı bölgeye yığacak. Suriye ve müttefiklerinin bu durumda şimdiki durdukları yerde artık olmayacakları gayet belli. Fakat bu durumda doğrudan Türkiye’yle karşı karşıya gelmiş sayılmayacak, dolaylı olarak Türkiye ile savaşmış olacaklar. Bu da Rusya’nın formülü olsa gerek.
Putin-Erdoğan görüşmelerinin neleri kapsadığını bilmiyoruz ama sonuçlarını tahlil edebiliyoruz. Bunlardan bir tanesi şudur: Erdoğan, Halep operasyonundan bir ay önce 2500 militanı Fırat Kalkanı’na dahil etmek için Halep’ten çekmiş. Bunun manası şudur: Erdoğan Halep’ten elini çekti, Suriye’nin kuzeyinde kendisine sunulan oyuncağa “fit” oldu! Ancak El-Bab’a dayandığında artık iş değişir. “Anlaşmada böyle bir şey yoktu” denilir mi kendisine bilinmez ama El-Bab’la birlikte belki Türkiye’nin karşı karşıya geleceği ciddi bir savaşı konuşmaya başlayabiliriz ileriki günlerde… Muhtemelen Erdoğan İdlib savaşında yine sağır ve dilsizi oynayacak ve tabanını El-Bab ve Rakka gündemiyle meşgul edecek; “Kürt kantonlarının birleşmesine asla izin yok!” propagandasıyla tabi… Bu da Türkiye’nin Suriye topraklarına girmesi karşısında Esad’ın “şimdilik” suskun kalmasının ikinci sebebidir. Baharda büyük İdlib operasyonu var çünkü…
Ve bununla birlikte daha çok konuşacağımız iki önemli şey olacak: Birincisi, ABD ile Rusya’nın Suriye üzerindeki nüfuz savaşları daha da belirgin hale gelecektir. Çünkü Obama’nın görev süresinin bitmesine bir ay kala ABD Senatosu, Suriye’de “müttefik-ılımlı muhaliflere” omuzdan atılan uçaksavar füzesi Stinger de dahil öldürücü silahlar gönderme kararı aldı. Havuz medyası bunu “PKK’ye destek” olarak sunsa da, Elijah J. Magnier’e göre büyük İdlib operasyonuna bir hazırlıktır. ABD cihatçı müttefikleriyle Rusya’ya karşı bir dolaylı savaşa hazırlanıyor…
İkincisi ise şudur: İdlib’e yığılan devasa bir cihatçı potansiyel var. Bunların ne olacağı konusu Türkiye açısından fazlasıyla kritik öneme sahip bir konu. Erdoğan’ın ne kısa ne de orta vadede bunları başından atması mümkün değildir. Şimdilik sözde Halep’ten olacak göç için (ki öyle bir göç falan yok) 80 bin kişilik kamp hazırlanması, Erdoğan’ın cihatçı akışına yönelik geçici çözümü anlamına geliyor. Bu kampın İdlib cihatçıları için hazırlanacağı gayet açıktır. Yani cihatçılar “ikinci evlerine”, Türkiye’ye geliyorlar demektir. Bu da Türkiye’nin başının tam anlamıyla belada olduğunun resmidir.
[1] http://www.alahednews.com.lb/fastnews/376673/%D8%AA%D8%A8%D8%A7%D8%AF%D9%84-%D9%84%D9%84%D8%A7%D8%AA%D9%87%D8%A7%D9%85%D8%A7%D8%AA-%D8%A8%D9%8A%D9%86-%D8%A7%D9%84%D9%85%D8%B3%D9%84%D8%AD%D9%8A%D9%86-%D9%86%D8%AA%D9%8A%D8%AC%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%AE%D8%B3%D8%A7%D8%B1%D8%A9-%D9%81%D9%8A-%23%D8%AD%D9%84%D8%A8#.WE8k-LKLTIU
[2] http://www.sasapost.com/strategic-value-of-aleppo/
[3] bkz.http://www.hurriyet.com.tr/oso-el-baba-2-km-uzakta-40276891
[4] http://www.alahednews.com.lb/132155/4/%D9%85%D8%A7-%D8%A8%D9%8A%D9%86-%D8%A7%D9%84%D9%85%D9%88%D8%B5%D9%84-%D9%88%D8%B4%D9%85%D8%A7%D9%84-%D8%AD%D9%84%D8%A8-%D8%8C-%D9%83%D9%8A%D9%81-%D9%8A%D8%B8%D9%87%D8%B1-%D8%A7%D9%84%D8%AA%D9%88%D8%A7%D8%B7%D9%89%D8%A1-%D8%A7%D9%84%D8%AA%D8%B1%D9%83%D9%8A-%D9%85%D8%B9-%D8%AF%D8%A7%D8%B9%D8%B4#.WE8kj7KLTIU
[5] http://www.ssnp.info/index.php?article=115278
[6] Söz konusu analizin özeti şudur: “Ne TSK ne de destekledikleri silahlı gruplar IŞİD’le çatıştı. IŞİD’le aralarında sadece devir teslim yapıldı…” bkz. http://www.press23.com/2016/11/blog-post_38.html
[7] http://elmarada.org/113428/%D9%84%D9%85%D8%A7%D8%B0%D8%A7-%D8%B3%D9%8F%D9%85%D8%AD-%D9%84%D8%AA%D8%B1%D9%83%D9%8A%D8%A7-%D8%A8%D8%AF%D8%AE%D9%88%D9%84-%D9%85%D8%AF%D9%8A%D9%86%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%A8%D8%A7%D8%A8-%D8%A7%D9%84.html
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.