Her gün umutsuzluğun daha yoğunlaştığı bir güne uyanıyoruz. Yine de elini tutacağımız birileri oldukça direniş de mümkün biliyoruz. Direndikçe özgürleştiğimizi görüyoruz. Tarihe bakıyoruz bütün özgürlük mücadeleleri bunu gösteriyor diye direnişi canlı tutmaya çalışıyoruz
19 Aralık… Devletin 2000 yılında cezaevlerinde kimyasal gazlarla ateşli silahlarla iş makinalarıyla saldırıp 30 devrimciyi katlettiği gün… Mahkeme aşamasında anlaşıldı ki o gün ölen iki asker de devlet kurşunuyla ölmüştü. 122 devrimci devletin içerde ve dışarda tüm toplumsal muhalefeti sindirmeye yönelik bu saldırısına karşı yürüttükleri ölüm orucunda hayatını kaybetti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk devletin katliam politikasını bir cümlede özetleyivermişti: “Asıl amaç ölüm oruçlarını bitirmek değil, devletin otoritesini sağlamaktır”. Ne Hikmet Sami Türk ne de bu katliamın planlayıcısı olduğu bilinen dönemim İçişleri Bakanı Sadettin Tantan yargı önünde hesap verdi. Ama biz yine de o katliamdan yanıklar içinde çıkmışken dahi teslim olmayan devrimci kadının zafer işaretini gördüğümüzden beri, biliyoruz devrimcilerin o katliamda yenilmediğini…
19 Aralık’la devletteki devamlılık 1900’lerle bitmemiş 2000’lere devrolunmuştu. “AB kapısındaki” gümrük birliği üyesi modern Türkiye demokrasisi, bu çağda böyle devlet olmaz, dememiş muhaliflerini yakmaya, katletmeye devam etmişti. Dünden beri gazetelerde okuyoruz 19 Aralık davasında zaman aşımı yaklaşmaktaymış. Tıpkı 16 Mart katliamı davası gibi… Bu gün de gördük ki Gezi’de Ethem Sarısülük’ü katleden polis Ahmet Şahbaz on bin liraya çevrilen cezasını ödeyip hapisten çıkmış… Devlette devamlılık esastır…
1922’de, şimdi çok izlenen bir TV dizisiyle gündeme gelen “gâvur” İzmir yakılıp yıkıldığında, bu vahşete maruz kalanlar bir gün gelir bunu yapanlar yargılanır demiş miydi acaba… 1938’de Dersim’de mağaralarda gazlarla zehirlenenler, uçurumlardan yuvarlananlar, uçaklarla bombalananlar, umut etmiş midir bu katliamın sorumlularının bir gün yargı önünde hesap vereceğini? Devlette devamlılık esas ve katliamcılar hesap vermedi ama işte yine de Dersim, Tunceli’yi yendi.
1990’lar köy yakmalar ve katliamlarla başladı. Yüzlerce Kürt köyü yakıldı, yüz binlerce insan sürgün edildi, on binlerce insan öldü. Bir tek siyasi yetkili hesap vermedi, katliamları bizzat örgütleyen sivil ve askeri bürokrasideki tecavüz, işkence ve katliam sorumluları terfilere doymadı. Savaş politikalarına tam boy dönüldüğünde Derik’te 13 köylünün ölüm emrini veren Musa Çitil, 2015’te Diyarbakır Jandarma Komutanlığı’na terfi etti. Dönemin katliamlarının siyasi sorumluları Tansu Çiller ve Mehmet Ağar, asla hesap vermediler ve şu anda kendileri mecliste bile olmasalar da fikirleri iktidarda.
1993 2 Temmuz’unda, başı secdeye değdiği için hırsızlık yapmayacağına inanılan şeriatçılar, 33 Alevi sanatçı ve aydını Madımak Oteli’nde yakarak katlettiler. Kaybedilen canların ailelerinin gözü yaşlı iç parçalayan resimlerini, çocukların feryadını o zamanın “bağımsız laik anaakım medyası” hiç vermemişti. Tıpkı bugün Suriye’de IŞİD’in öldürdüğü askerlerin gözü yaşlı, acılı yoksul ana babalarının, masum çocuklarının görüntülerini vermediği gibi. Hasret’in oğlunun babasının ölümünden sonra doğduğunu yazmamış, söylememişlerdi. Yakanların bir kısmı hiç hesap vermedi, bir kısmı komik cezalar aldılar çıkan aflarla salıverildiler, dini ve milli kahramanlar olarak kendi toplumları içinde onore edilerek yaşamlarını sürdürdüler/sürdürüyorlar. Avukatları siyaset basamaklarında hızla yükseldi, manevi avukatları ise Madımak’ı yakanlardan el alıp yakmaya devam ediyorlar. Madımak yandığında iktidar ortağı olan, SHP döneminde belediye başkan yardımcısı olup, sonrasında 20 yıl CHP’den belediye başkanı olan Selami Öztürk geçenlerde devletin bilinçaltını dışa vurdu: “Aleviler öldürülse de sineye çekiyor, bu bizim için büyük bir şans”. Çok geçmedi, Halep’te katliamcı El-Nusra çeteleri yenilince kendilerinin de yenildiğini idrak eden AKtosunlar, Alevileri katletme çağrıları yaptılar. “Hep siz bana sahip çıkın”cı AKtosune Hilal Kaplan da derhal bu katliam çağrısını sahipleniverdi. Artık şeriatçılar devlet oldu ve artık hem şeriatta hem devlette devamlılık esastır diyorlar. Yargıda hesap sorul(a)mayacağını bilmenin özgüveniyle…
Şeriatçı devlet iktidarı hep daha büyüğünü daha görkemlisini hedefliyor: Daha büyük alışveriş merkezi, daha büyük cami, daha büyük saray, daha büyük katliam. 16 Mart’ı, 77 1 Mayıs’ını, Maraş’ı, Suruç’la, Ankara’yla, Antep’le geride bırakıyorlar. 90’ların devleti köy yakıyordu bunlar ilçeleri, şehirleri yakıyor. Daha gösterişli daha pervasızca katlediyorlar. Cizre’nin bodrumlarda yüzlerce genç demokrasi kahramanı AB’nin, AİHM’in gözleri önünde, mülteci pazarlığının önkoşulu olarak yakıldı. Birinci bodrumda yaşanan vahşet karşısında verilmeyen tepki iki haftaya kalmadan ikinci bodrumdaki gençlerin de vahşice yakılmasının önünü açtı. Abdülhamit’i dillerinden düşürmeseler de hep Enver’e Talat’a özeniyorlar. Darbecilikten içeri atılan Org. Huduti’ye elbette Cizre’nin hesabı sorulmayacak. Cizre’de Sur ’da Şırnak’ta yaşanan vahşetin sorumlularının yargı önünde hesap vermesini umut etmek bir yana sırada neresi var diye kaygıyla bekliyoruz.
Her gün umutsuzluğun daha yoğunlaştığı bir güne uyanıyoruz. Yine de elini tutacağımız birileri oldukça direniş de mümkün biliyoruz. Direndikçe özgürleştiğimizi görüyoruz. Tarihe bakıyoruz bütün özgürlük mücadeleleri bunu gösteriyor diye direnişi canlı tutmaya çalışıyoruz. Örneğin direnme kararlılığıyla az da olsa feminizm umut veriyor, kadın dayanışması umut veriyor. Artık gazetelerde, ben onu öldürmeseydim o beni öldürecekti diyerek ölümlere direnen kadınları görüyoruz. Nevin’in, Çilem’in, Yasemin’in direniş ve hayatta kalma hikâyelerini okuyoruz. Bu kadınlar boyun eğmişler olmamış daha fazla şiddete maruz kalmışlar; konuşmak istemişler ne adamlar ne de çevreleri onları duymuş; imdat çığlıklarına ses veren olmamış; sonunda hayatta kalabilmek için öldürmüşler. Kendilerinden önceki binlerce kadın gibi boyun eğip ölmemek için öldürmüşler. Yaşamakta direnmek için öldürmek zorunda kalmışlar. Başka kadınlara umut başka erkeklere az da olsa korku salmak için ölüme direnmişler ve öldürmek zorunda kalmışlar. Dönüp tek tek kendimize baktığımızda birini öldüremeyeceğimizi düşünürüz çoğumuz, ama işte sözün bittiği yerde bu kadınlar adeta direnmeye maalesef öldürmek de dâhil demek zorunda kalmışlar… Ve direnişleriyle hepimize hayatta kalma umudu veriyorlar…
Günlerdir içim karararak okumaya çalıştığım, toplumsal muhalefetin sosyal medyadaki “terör” ve “katliam” lanetlemeleri bu umudu hatırda tuttukça daha çekilir hale geliyor… Benimle aynı hissiyatı paylaşanlara tavsiye ederim… *
* [i] İstanbul Feminist Kolektif’in Güldünya Yayınları’ndan çıkan Kirpiğiniz Yere Düşmesin- Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor derlemesi bu direnişin ve dayanışmanın detaylarını anlatıyor.