Paranızın değerinin düşmesi sözünüzün değerinin düşmesindendir. Sözünüz artık üretmiyor, üreteni yok ediyor. Söz düşünce paranız da düşüyor
Paranızın değerinin düşmesi sözünüzün değerinin düşmesindendir. Sözünüz artık üretmiyor, üreteni yok ediyor. Söz düşünce paranız da düşüyor
Klişe gibi gözükse de zor günlerin insanı olmak hâlâ zor. Güzel günlerde herkes görüntüde insandır! Yıkılmaya başlayan Yugoslavya’da “20 senelik komşum çocuklarımı öldürdü” sözlerini unuttun mu yoksa! O yirmi yıl bir günde siliniverir. Bir sistem insanları, ırkçılığı engellese de insanın kendini tutması ne olacak?
Şairlerin şiirlerim okunmuyor dediği yerlerde kim yazacak üstünde insan cesetlerinin yattığı taşların, toprağın şiirlerini.
İstediğin şiiri yaz elbette ama bu taşların da sözü yok mudur yani?
Ekmeğini o taştan çıkartmak için değil ama o taş olmak için kim şiir yazacak?
O taşları görmeyen İstanbul’un kaldırımlarını görür mü?
Barış geldikten sonra barış yazılır mı? Yazılsa barış olur mu?
Ya yıkıntıların arasında gezmeden yeniden kurulan şehirlerin hikayesi?
Sartre, “Cezayir Soykırımı” dediğinde sokaklarda ve o taşların üstünde faşistler “Sartre’a ölüm” diye geziyordu. Sartre gitmedi Fransa’dan…
“Türkün gücünü göreceksiniz günlerinde” Kürtlerin şehirleri yıkılırken gitmedi işte insanlar yine de.
Ve işte edebiyatta felsefe yeni yaşam da oradan çıkacak. Göreceksiniz.
Gitmeyenlerden… Gidenler sadece bedenini alıp gitse de ruhunu terk eder çünkü…
…
6-7 Eylül’den habersiz değildi kimse elbette. Nihayet sermaye el değiştirmişken ve o günlerden hâlâ ekmeğini yerken habersiz olamazdı. Hiç bilmeyenler bile Ermeni, Rum binalarının sahiplerinin başka başka insanlar olduğunu da iyi bilirdi. Sahibine bakar ve anlardı bu binayı o yapmış olamazdı. Bilir ama geriye gitmek zor olduğundan olmalı bir çoğu bildiğini havada uçuşan zerreler gibi bir yere kondurmazdı…
Şimdi ve o zaman gavur denilen Müslüman olmayanların hakaretle anıldığı bu topraklarda nankörlük en çok kedilere yakıştırılırdı. Yerken gözünü kapatırmış… Bu kadar “ince” gözleme sahip olanların bu kadar açık olanı görmüyor değildi elbette. Kedinin gözüne bakan bir Ermeni’nin gözüne bakabilir miydi işgal ettiği binasında, kilisesinde?
Görüyor ama gördüğünü duymak istemiyordu. Duymayınca hayat güllük gülistanlık oluyor muydu?
Ve şimdilerde yine bağımsızlık, özgürlük olarak değil de halklara hakaret olarak tanımlanıyor; “Gavura gavur deme hakkı bağımsızlıktır” deniyordu.
Yediği kaba tükürmek bu değilse neydi? Gavurlardan ne çok yenmişti. Hâlâ turizmini dahi “Bak bu Eski Yunan, bu Bizans eseri, işte şu da Ani harabeleri” diye gezdirmez miydi rehberler?
İbadetin dahi kiliseden camiye dönüştürülmüş yerlerde yapılmak istendiği topraklarda, o binaları yapanlara bu kızgınlık ne olabilirdi? “Yaptığını al, aldığını sayma…”
Oysa demezler miydi en sıkı sağcılar bile itiraz ediyorsunuz ama yaptığımız köprülerden geçiyorsunuz diye…
7 Aralık…
Numan Kurtulmuş gavura gavur deme bağımsızlığı demesinden iki gün sonra Erhan Tuncel dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun Yasin Hayal’in sorgusuna girip “Helal olsun” dediğini aktarıyordu. Haliyle biz bunun bağımsızlık değil bağımlılık olduğunu öğreniyorduk.
Hrant’sa bize evleri barkları yakılıp yıkılırken, soykırım sürgününe gönderilirken ele geçirilecek, yağmalanacak eşyaları derli toplu bırakan Ermeni nineleri anlatıyordu.
Defineciliğin hastalık derecesine vardığını anlatıyordu yanımda oturan adam. Ben kuşağı iyi bilir, definecilik eskiden daha da çoktu. Üretmeden yaşamanın hayali her yeri sarmıştı. Tarlayı ekip biçerken bulunacak Ermeni, Rum altınları büyük çoğunluğun büyük hayaliydi…
Gavura gavur derken Ermenilerin mallarına da diyebilecek misiniz? Demiyorsunuz o malları gözlerinizi kapatıp yerken…
Kiliselerine ve dahi binalarına der misiniz? Derseniz onları sahibine verir misiniz?
Sahibine vermek! Ne hazin! Gasp etmeyi içeriyor bu cümle…
…
Boğazı lazer kesimle bıçakla kesilirken her bir tırtığını saniyenin yüzdede biri zamanda da olsa hissetti. Zaman o kadar hızlı değildi işte. Hislerinden daha yavaş olmalıydı ki hissetmişti her şeyi. Hissetti ama acı duyacak vakti olmamıştı. Zaman acıdan daha hızlıydı bu sefer. Neden sonra gördü akan kanını ki kalbi kan akışını yavaşladığını çok sonra anlayacaktı. Anladığında zaten onun da vakti olmayacaktı.
Pisa sınavlarından yani idrak edemediğimizin (yetişkinlerin idrak edemediği topraklarda bir çocuğun idrak etmesi ne zordu!) tescillendiği zamanlarda Hrant’ın yazısı da metaforlar ve şiirler ülkesinde idrak edilmezdi. Edilse de edilmemeliydi! “Savaş” diyenler sürekli “barış” diyenlere nasıl hesap soracaktı bir insan öldüğünde aksi takdirde. “Yaşasın ölüm” diyenler yaşama nasıl saldıracaktı yoksa! Gazetecilerin öldürüldüğü zamanlardı ve zaman korkanlara acı geçerdi aslında. Birçok insan aslında ölümden korktuğunu iyi bilse de hepimizin geldiği yer orasıydı. Ölümden gelirdi herkes. Belki de korktuğu ölmek değil hiç var olmamış olmaktı. Var olmak için her şeyi yapanlar hiçbir şey olamadan giderdi belki de…
Kanı akmaya başladığında paniğe kapılıp son birkaç dakikanı korkuyla da geçirebilirsin, sakince durarak da. Ki bir çok çocuk yaşlılardan daha çok bilir ölümü. Kan nasıl akar, nasıl parçalanır bir insan; çocuklara ilk bu öğretilirdi. Çocuklar resmi olarak ya cisim denilenlerle, ya da ihmalsiz yangınlarda, “heyecana kapılıp” sıkılan kurşunlarla ölürdü. Ve zannetmeyin ki onlar bir anda ölürdü…Onlar gittiğinde sizin ruhunuzu da alır giderdi. Belki de bundandır her geçen gün ruhumuzun eksilmesi…
Şimdi ve yine tehdit ediliyordu gazeteciler memleket de az tehdit varmış gibi. Uluslararası tehdidin yerelleriydi onlar ve yerinizi biliyoruz diyorlardı gazetecilere. Sanki gizli bilgiydi. Yazanların çoğu hapishanedeydi işte…
Gazete tirajlarının az olduğu ülkemde cezaevindeki gazeteci sayısı ne çoktu. O kadar çoktu ki resmi diller yok deyiverirdi. Resmi olarak “yok” dendiğinde anlardı herkes çok olduklarını…
AB kararlarına “yok hükmünde” deyip ertesi gün dillerin değiştiği gibiydi her şey…
Bu yüzden olmalı kaldırımlar çok değiştirilirdi ülkemde. Kaldırımlar öldürülmüş gazetecilerin yüzüstü yattığı taşlarla doluydu. Taşlar değişince tarih de değişir miydi?
Şimdi ölümün boğazımızdaki keskin bıçağının tırtıklarını ağır ağır hissediyoruz. Birazdan öleceğimiz o an, siyasi iklimde yıllar alabiliyor…
…
Önümüzde duran ve mal indiren kamyonun hidrolikli aletlerine bakıyorduk ve benim aklımdan “ahlaksız batı” geçiyordu. O ahlaktan bu bilim nasıl çıkmıştı diye de Numan Kurtulmuş aklından geçiyor olmalıydı ki bu fikri savuşturarak “gavur” diye bağırıyordu herkesin ortasında. O halde malları tek tek sırtında indirmeliydi yediği kaba tükürmemek için…
Sonra sohbet ettiğim arkadaşım batılı olmayan çakmağını rüzgarda yaktı ve derin bir nefes çekti.
Kim üretiyorsa adını da o veriyor…
Üretim yoksa adınız da yoktu işte.
Üretmek için de “ahlaksızlık” gerekiyor olmalıydı.
O ahlaksızlıkta herkes bir kadının spor yaptığı için darp edildiğini okuyordu haberlerde. Kız çocukların yanarak öldürüldüğü topraklarda ahlaklı yöneticilerin vicdanım rahat demelerini de okuduğumuz gibi…
Okuyor ve elbette okuduğumuzu anlıyorduk. O yüzden anlayanlar olarak hepimiz tehdit ediliyorduk. Ya kaos ya ben denilirdi bu politikaya. Ben olmazsam hepiniz yok olursunuz deniliyordu. Tıpkı ‘binlerce insana iş veriyorum’ diyen bir patron gibi. Oysa işçiler iyi bilirdi. Üreten kendileri yiyen patrondu. İşi veren de üreten de kendi elleriydi…
…
Bahsettiğim ürünleri mesela hidrolikli taşıma kadınlar da icat etmiş olamaz mıydı? Mesela Marie Curie bir parkta koşarken darp edilmiş ve öldürülmüş olsaydı! Hoş aslında öldürülmedi de değil batıda. Batının yaşadığını yıllar sonra yaşıyorduk ve hayatımızı, insanlığı kurtaracak bir kadın belki de şu anda bir yerlerde öldürülüyordu.
Nihayet icat da üretme de kas değil akıl işiydi. Hiç kullandınız mı mesela o hidrolikli taşıma aletlerini?
Aklın çalışması içinse yaşamayı tercih etmek gerekirdi.
Yaşamak istiyorsanız bir şeyler bulurdunuz.
Oysa ülkemde artık insanlar, geçtim yaşamayı “Ben neden hayattayım” diyordu. Hayatta kalanların pişman olduğu yerlerdi buralar. O kadar çok insan öldürülüyordu ki kalanlar kaldığına pişman oluyordu. Çünkü acıyı dindirecek bir adalet de yoktu.
Adalet varsa yaşamak isterdiniz…
Elbette bu durum sadece bir icat etme, üretme meselesi ile ele almak yetersiz kalır. Yahut şöyle söyleyelim. icat etmiş çok üretmiş olmak sizi otomatikman haklı yapmaz. Hammadelerin nerelerden nasıl alındığı gasp edildiği de bir meseledir elbette.
O halde “Hammaddem var” üzerinden de böbürlenemezsiniz. İşte bu aşamada da ikinci soru devreye giriyor; üreten kim?
Ve o zaman yine ahlak devreye giriyor ve Bolu Belediyesi’nden üç işçi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirildikleri için atılıyor ve peşleri sıra şöyle söyleniyor; “Yediğin kaba işemeyeceksin…”
Oysa yedikleri kabı da bizzat elleriyle üreten yine işçiler. O zaman işeyen kim?
Erdoğan’ı eleştirenler üretiyorsa o kaptan yiyen kim?
Yusuf Atılgan inceden inceye ama adını hiç anmadan 6-7 Eylül’ü anlatıyor Çıkılmayan adlı öyküsünde. Yağmacılardan birinin o parayı nasıl yiyemediğini, biraz olsun adalet kelimesini duyunca çaldığı paraları nasıl da ateşe attığını da…
Paralar bu sıra çok değer kaybediyor. Ama insan biraz düşünür. Dolar bozdurmak yerine eşitsizliği bozsanız…
Paranızın değerinin düşmesi sözünüzün değerinin düşmesindendir. Sözünüz artık üretmiyor, üreteni yok ediyor. Söz düşünce paranız da düşüyor…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.