Söylemeliyim: “Sınır kapılarını açarım” demek; kimsenin sizde kalmak istemediğini de söylemektir bir yandan da… Sahi niye kalmıyorlar?
Söylemeliyim: “Sınır kapılarını açarım” demek; kimsenin sizde kalmak istemediğini de söylemektir bir yandan da… Sahi niye kalmıyorlar?
Tarihten örnekler vermenin artık bir anlamı yok. Çünkü o tarihi bilmek ve anlamak değil bir daha ve bir daha kendilerine göre yeniden yazmak istiyorlar. Oysa bilmek ve görmek istemedikleri tarih öyle soyut bir şey değildir ve dahi duvardan daha serttir o yüzden kepçeyle falan kırılmaz. Vursanız kepçeyi taşa toprağa altından gerçek tarih fışkırıverir bu yüzden. Ve bu yüzden inşaat yapanlar en çok bundan korkar. “Tarihi bulursan görmezden gel ve elini çabuk tut” derler yıkarken. Ola ki görülürse “Çanak çömlek der geçiştiririz” derler. Tarih bu, geçip gitmez işte. Çanak desen de çömlek desen de patlamaz. Sen “Musul’da izlerim var” dersin, o sana göz kırpar İstanbul’un, İzmir’in, Antep’in ortasında…
7 Haziran seçimlerini kaybedince Angela Merkel koşa koşa gelmiş ve onunla birlikte Avrupa’nın desteğiyle de 1 Kasım’a gidilmişti. Şehirlerin yıkılmasına da öyle gidildi işte… Büyük destekle. Dün sessiz kalanlar bugün niye ses çıkarıyor o halde?
İşte o Avrupa ile bugün ara bozulunca “Hiç de önemli değil, sana ne, saman ye” babında bürokratik dillerin havada uçuştuğu esnada Başbakan Binali Yıldırım Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakereleri dondurma tavsiye kararına karşılık “Ayakta kalmaya çalışacağız, gereken tedbirleri alıyoruz” deyiverdi. Çocukluktan olgunluğa geçiş çok hızlı olmuştu ve ben hızlı olan şeylerin idrak edilemediğini düşünenlerdendim.
AB’nin bu kararlarının insanlar için olduğunu düşünmüyorum elbette. O kendinin derdinde. Sömürdüğü ülkelerden gelenlerin yükünü taşımak istemiyor. Küçük ya da büyük, eski ya da yeni emperyalizm emperyalizmdir. Yöntemi farklı olunca içeriği de değişmiyor. Ancak bu durum iki kötünün savaşıydı ve ben kötüler arasında saf tutacak da değilim. İyiliğin yolu biriciktir çünkü. Ve siz kötülerden birinden yana tutum alırsanız hizanızı da mutlaka bir kötülükten yana almış olursunuz.
Binali Yıldırım ayakta kalmaktan bahsediyorken, 3 milyon mülteciyi kastederek, Avrupa’nın kapılarının açarız diye Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşma yapıyorken ayağa kalkıyordu büyük salon. Ayakta kalmak bu muydu?
İnsanlık için mi yoksa insanların politikalarına malzeme yapılması için mi ayağa kalkılıyordu.
Her iki malzemeci arasında sıkışmış mıydık yani?
Ayakta kalmanın ne olduğunu bu politikalarda arayanlar adı şantaj olan Fransızca kökenli bir kelime ile özdeşleşiyorken Fransa’nın Sartre olduğunu unutmak istiyor, Le Pen’i görüyordu. Cezayir’de soykırımı reddedenler gibi Ermenilere, Kürtlere yapılanları reddediyordu. Kimi Fransızca’da şantajı bulurken, bir başka insan varoluşu buluyordu ve biliyordu var olmak yüzleşmekti. Biliyordu bir gün öyle bir gün böyle konuşursan var olmaz, yok olursun.
Ayakta kalmaktan bahseden Başbakan Binali Yıldırım ayakta kalmayı öğrenmek istiyorsa Ermenilere, Kürtlere sormalıydı; “Onca soykırıma, zulme rağmen, onca şehrin yıkılmasına rağmen nasıl ayakta kaldınız” diye. “Son 5-6 ayda 5530 HDP-DBP’li mahpusa atıldığı halde nasıl oluyor da ayaktasınız” diye sormalıydı. ’80 darbesinde Diyarbakır zindanında işkencelerden geçen ve şimdi yine zindana atılan Ahmet Türk’e sormalısınız. Her şeye rağmen Şırnak’ı, Cizre’yi terk etmeyen, kimi batılı orta sınıfın dediği gibi “Gideceğim buralardan” değil de; “Toprağın üstünde evim yıkıldıkça ben daha da kök salacağım” diyen Kürtlere sormalısınız.
Ki Ahmet Türk nasıl ayakta kalacağını ve kaldığını anlatıyordu bize tutuklandığının hemen ertesinde;
Ben içeri girmişim, girmemişim, ne olacak ki!.. Mesele, bu kan nasıl duracak, o nasıl çözülecek, bu kan, bu kan nasıl duracak…
Barış için elimizi değil, gövdemizi taşın altına koyarız. Aldatmaya kalkmayın, ipe un sermeyin, dürüst olursanız bu barış gerçekleşir. Diyarbakır Cezaevi’nde kimsenin hayal edemeyeceği işkencelerle karşı karşıya kaldık. Ama inanın kimseye nefretle bakmadık. Tüm halkların özgürleşme mücadelesini yürütüyoruz. Kürtler özgürleşmeden hiçbir halk özgürleşmez.
Söylemeliyim: “Sınır kapılarını açarım” demek; kimsenin sizde kalmak istemediğini de söylemektir bir yandan da… Sahi niye kalmıyorlar?
İşte bu ayakta kalmalar arasında cinsel istismar yasasını geri çekmediklerini yeniden gündeme getireceklerini söyleyenlerin cumhuriyetinde bir çocuk, 9 yaşında bir çocuk kendini taciz eden kişiyle yüzleştirilmeye dayanamayıp kalp krizi geçirerek ölüyordu. Bu yaşta kalp kriziyle ölen bir çocuğun kriz nedenini aramak için bedenine değil ruhuna bakmalıydınız artık. Çünkü burası ruhları parçalanmışlar cumhuriyetiydi.
Burası artık en çok çocuk maması çalındığı haberinin yapıldığı topraklardı ama aynı zamanda çocuk mamasının aslında “çalınma” değil hayatta kalma, varoluş mücadelesi olduğu topraklardı da burası…
Ve elbette siz Avrupa’ya karşı kullandığınız insanları, mültecileri iddia ettiğiniz gibi beslemiyorsunuz. Aksine onlardan besleniyorsunuz. Ülkelerini yakıp yıktığınız, çocukları dahi çalıştırıyor ve üstüne de hakaret ediyorsunuz. Evleri daha çok paraya kiraya veriyor, işçileri daha ucuza çalıştırıyorsunuz. Ve bunu diğer işçilere karşı da koz olarak kullanıyorsunuz.
mülteci.net‘in haberi şöyle devam ediyor:
Esenyurt Evren Sanayi Sitesi’nde Atman Ayakkabı Atölyesi de bu mağduriyetin yaşandığı işyerlerinden. İşçilerin söylediğine göre atölyede başta Bangladeş, Suriye ve Gürcistan olmak üzere mülteci işçiler çalıştırılıyor. Mülteci işçilerin yaklaşık 3 aydır ücretleri verilmiyor. Ücretini isteyenlere ise kapı gösteriliyor. Ücretini isteyen işçilerden biri “Sürekli bugün git yarın gel diyorlar, en son yılbaşında ödeme yapacaklarını söylemişlerdi ancak 100 lira verip gönderdiler. Bir evde 4 aile kalıyoruz, bazen yiyecek ekmek bulamıyoruz. Çaresiz kalmış durumdayız, insan yerine konulmak istiyoruz” diye konuştu. İşçiler atölyenin taşındığı Bayrampaşa’da da birçok işçinin ücretini ödemediğini aktardılar.
Çocuk işçilik var
İşyerinde sigortalı çalışan işçilerin sayısı ise bir elin parmağını geçmiyor. Servis verilmediği için işçiler her gün kilometrelerce yolu yürümek zorunda kalıyor. Günlük 12 saat çalıştıklarını belirten işçiler 3 kişiye bir ekmek verildiğini, yemeklerin yenilmeyecek kadar kötü olduğunu anlatıyorlar.
Ayakkabı üretimi yapılan atölyede, çocuk işçilerin sayısı da oldukça fazla. İddialara göre çocuk işçiler çalışırken küfür ve hakaretlere maruz kalıyor. Yetişkinlerin yaptığı işleri yapan çocuk işçilere daha az ücret veriliyor.
Siz beslemiyor, besleniyorsunuz… Avrupa’ya bir şey diyecekseniz önce masallarını iyi bilmelisiniz; modern bir Hansel-Gratel masalındayız ve bunu siz de iyi biliyorsunuz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.