Fidel Castro’ya saygıyla, AKP-Erdoğan iktidarı şanssız günlerini yaşıyor. 2002’de başlayan iktidar süreci, kriz sonrası ekonomik genişleme, dünyadan sıcak para girişi, koalisyonlar döneminde yapılamayan özelleştirmelerin bu dönemde yapılması, AB süreci, çözüm süreci, ABD’nin Ortadoğu politikalarıyla uyum gibi başlıklarda AKP’nin lehine işleyen bir dizi gelişme artık aleyhine dönmeye başladı. Gezi’yle başlayan toplumsal itiraz, iktidarın kurucuları ve ortaklarıyla […]
Fidel Castro’ya saygıyla,
Gazeteciler ve destek eylemleri, ardından barış akademisyenleri ve destek eylemleri, geçtiğimiz hafta da çocuk istismarcılarına, tecavüzcülere af getirecek yasa önerisine karşı kadınların ülke çapında OHAL’i de paspas yapan eylemleri, bu toplumda diktatörlüğü inşa etmenin, inşa edilse dahi sürdürmenin kolay olmadığının göstergeleridir.
AKP-Erdoğan iktidarı şanssız günlerini yaşıyor. 2002’de başlayan iktidar süreci, kriz sonrası ekonomik genişleme, dünyadan sıcak para girişi, koalisyonlar döneminde yapılamayan özelleştirmelerin bu dönemde yapılması, AB süreci, çözüm süreci, ABD’nin Ortadoğu politikalarıyla uyum gibi başlıklarda AKP’nin lehine işleyen bir dizi gelişme artık aleyhine dönmeye başladı. Gezi’yle başlayan toplumsal itiraz, iktidarın kurucuları ve ortaklarıyla yaşadığı sorunlar ve tasfiyeler (Gül, Arınç vd.), Fethullah’la iktidar kavgasının darbe teşebbüsüne kadar varması, küresel ekonomik krizin Türkiye’nin kriziyle birleşerek ekonomiyi zorlaması, Kürtlerle şiddetli çatışmalar ve Suriye’yi aratmayan yıkımlar, AB ile ilişkilerin donma noktasına gelmesi, Rusya krizinin ekonomik yükü, Suriye’de (ve Irak’ta) işlerin AKP’yi hezimete uğratan bir biçimde ilerlemesi ve cihatçılarla aranın açılması, ABD ile ilişkilerin bozulması, Kürtlerin Suriye’de elde ettiği kazanımlar… Değirmenin üstündeki rüzgar tersine döndü. Erdoğan, şanslı sayılabilecek kadar uzun bir süre boyunca siyasi kriz yaşamadan yönetebildiği sürecin, Gezi’den başlayarak art arda siyasi kriz üreten gelişmelerle sonuna gelmiştir. Kendisi de bunu gördüğünden her koşulda iktidarda kalmanın yolu olarak başkanlığı, baskı ve savaş politikaları eşliğinde dayatmaya başlamıştır.
Ekonomik kriz, siyasi krizi tetikleme potansiyeli taşımaktadır, zira bir türlü dindirilemeyen toplumsal itirazın yeni bir ateşleyicisi olabilir. 2016 yılı dolar artışı 400 milyar dolarlık dış borca 26 milyar dolar daha ekliyor. Rusya ile yaşanan krizin bedeli ve patlayan bombalar turizm gelirlerinde iki yılda 15 milyar dolar gerileme yarattı. Tarımsal ihracatta yüzde 79 gerileme yaşandı. Erdoğan’ın medarı iftiharı mega projelerin beş tanesine (Osmangazi Köprüsü, Yavuz Sultan Köprüsü…) 23,7 milyar dolarlık hazine garantisi verildi, temmuzdan bu yana bu maliyete 4 milyar dolar daha eklendi. Üstelik, Osmangazi Köprüsü için ABD’deki enflasyona göre de artış vaadi verilmiş. Köprünün adı Osmangazi, parası dolarla borçlanmadan geliyor (herhalde bunlar Yeni Osmanlıyı da YİD -yap işlet devret- modeli ile kurdurmayı düşünüyorlar).
Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında bulunan Türkiye ekonomisini*, AB’ye meydan okuyarak, vatandaşa dövizlerinizi satın telkininde bulunarak, Şanghay’a gideriz edebiyatıyla yönetemeyeceklerini biliyorlar. Binali Yıldırım ise “ayakta kalmaya çalışacağız” diyerek krizin boyutunu ağzından kaçırdı. Ama bir çözümleri yok! Daha doğrusu faturayı emekçi halka yüklemekten başka çözümleri yok ve onu da doğrudan dillendiremediklerinden, “biraz yükün altına girin” kampanyalarıyla gelecek yıkıma moral hazırlık yapmaya çalışıyorlar. Başbakan Yıldırım “Yine bugün de vatandaşlarımızın desteği ile bu durumun üstesinden geleceğiz. 8,5 milyon vatandaşımız, devlete olan borcunu ödemek için Maliye Bakanlığı’na, Çalışma Bakanlığı’na müracaat ederek borcunu yeniden yapılandırmak istedi. İkisini topladığımız zaman 112 milyar, vatandaşımız diyor ki ‘Kriz mi var, al sana para. 112 milyar parayı devlete ödemek için kuyruğa girdik’ Böyle bir milletten söz ediyoruz.” Oysa vatandaşın ödediği para zorunlu vergi, ceza, faizlerden oluşuyor; girdiği kuyruk ise faiz indiriminden faydalanma kuyruğu, gönüllü bir destek filan yok! Binali de biliyor, vatandaş da biliyor bunu. Ama anlatacak daha iyi bir hikayeleri yok! Asgari ücreti artırmayacağım, taşeronları kadroya almayacağım, emekliler daha da yoksullaşacak, turist gelmeyecek, domateslere cenaze namazı kılmaya devam edeceksiniz, işsizlik daha da artacak ve yoksullaşacaksınız diyemediği için dolarları bozdurun fıkrası anlatıyorlar.
Ekonominin, siyasetin mantığına göre konuşmaya kalkan hükümet üyelerini ise Erdoğan anında refüze ediyor.
Ekonomi Bakanı Zeybekçi OHAL için, “Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanı olarak OHAL’i istemiyorum kardeşim” dedi. Başbakan Yıldırım, 2017’de OHAL’e gerek kalmayacağını, referanduma OHAL altında gitmeyeceklerini söyledi. Erdoğan, AB üzerinden bunlara, “Belki 3 ay belki üstüne 3 ay daha uzatacağız. Size ne ya, bunun kararını parlamento verir, hükümet verir” diyerek, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali yanıt verdi. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in AB güzellemesini ve diğer Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in idam tartışmasını da eklersek kavgaya ramak kalmış durumda. İşi toparlamak ise Numan Kurtulmuş’a kaldı, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra “dolar bir süre sonra belli bir seviyeye düşer; OHAL gerektiği kadar uzatılır” açıklaması yaptı. Hangi sürede, hangi seviye soruları ise yanıtsız bırakıldı.
Doların yükselişinde etken olan ana faktörler; AB ile ilişkilerin bozulması, OHAL, başkanlık referandumu, ABD merkez bankasının (FED) faiz kararı ve iktidarın mülkiyet hakları konusunda keyfi uygulamaları olduğuna göre siyasal bir kriz sonucunda iktidarın ayakta kalabilmesi için birkaç mucize lazım. Erdoğan’ın birinci mucizesi baskıyı arttır, herkesi sustur (yani faşizm) olarak özetlenebilir. Mülteci şantajının iş görmesi ve 7 milyar avronun gelmesi, ancak bu para mülteciler için hayata geçen proje ve yatırımlara harcanmak üzere geleceğinden zaman alacak ve etkisi büyük olmaz. ABD’nin Suriye politikasında değişiklik yapıp taşeronluğu AKP’ye vermesi de artık mümkün değil. Başka bir mucize dışarıdan yeni gelecek sıcak para daha doğrusu kara para; kara paranın da riskli bir ülkeye girecek kadar en gözü kara olanının uyuşturucu parası olduğunu ve bunun Rıza Zarrab’dan çok daha büyük sorunlar yaratacağını da not edelim. Erdoğan için en önemli mucize ise solun bu koşulları halkçı devrimci bir çıkışın olanağına çevirmeyi başarmaması olur.
CHP’nin ana muhalefet partisi olarak AKP karşısında ortaya koyduğu performansa bakıldığında başta söylediğimiz şans unsurlarının en az birinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Toplumun geleceğine dair kendi hedeflerini ortaya koyan bir muhalefet çizgisi yerine AKP’nin (MHP’nin de desteğini alarak) güçlü olduğu başlıklar üzerinden siyaset kurmaya çalışmanın CHP’ye başarı kazandırması mümkün değil. Ekmeleddin, projesi, sağcı siyasetçi aday göstermesi, Yenikapı Mitingi, Saray’a çıkması gibi AKP’yi AKP’nin silahları ile vurma taktiği bir defa dahi tutmadığı halde tekrar etmesini anlamak zor, muhtemelen ilerde tarihçiler de anlayamayacak. Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan bölücülük suçlamasıyla bir tetikçi tarafından kurşunlandı (adeta kendileri olayı unutturma derdindeler); ardından Erdoğan, CHP bildirisine Tezcan’ı vuran tetikçiyle aynı suçlamaları getirerek savcıları göreve çağırdı; ardından AKP Genel Sekreteri de Kılıçdaroğlu’nu aynı suçlamalarla tehdit etti. CHP ise tüm bunlara karşı muhalefet startını Adana’dan “böldürtmeyeceğiz” adlı mitingle veriyor ve sonuç almayı bekliyor. Hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç elde etmeye çalışıyor!
Oysa toplumun AKP gericiliğine karşı çok ciddi direniş dinamikleri olduğu durmaksızın kendini gösteriyor. Gazeteciler ve destek eylemleri, ardından barış akademisyenleri ve destek eylemleri, geçtiğimiz hafta da çocuk istismarcılarına, tecavüzcülere af getirecek yasa önerisine karşı kadınların ülke çapında OHAL’i de paspas yapan eylemleri, bu toplumda diktatörlüğü inşa etmenin, inşa edilse dahi sürdürmenin kolay olmadığının göstergeleridir.
20 Kasım’da Birleşik Haziran Hareketi’nin çağrısı ile düzenlenen miting mevcut muhalefeti aşan sol bir alternatife olan acil ihtiyacı bir kez daha gösterdi. Ancak mitingin ardından düzenleyicileri tarafından da yürütülen, mitingin faşizme karşı mücadele açısından taşıdığı anlamdan çok, CHP’nin son anda çekilmesi, AKP’nin kriminalize etme operasyonları, flama açılması gibi tali tartışmalardan vazgeçilip solun mücadele birliğinin yaratılması açısından anlamına bakılmalıdır. Halkevleri’nin “Faşizme karşı birleşelim” başlıklı çağrısı bu açıdan önemlidir.
Çocuk istismarcılarına af yasasına karşı ayağa kalkan kadınlar, kadın özgürlük mücadelesinin değerlerini kuşanıp diktatörlüğe karşı toplumsal tepkinin sözcülüğünü üstlendiler, sokak hareketindeki öncülükleri ile gericiliğe ve faşizme karşı direnişin temel dinamiklerinden birini gösterdiler. “Bedenimiz, hayatımız bu ülke bizim” diyen devrimci kadınların bu süreçte aldıkları inisiyatif, “bu ülkeyi diktatöre bırakmayacağız” diyen tüm kesimlere izlenecek yolu da işaret ediyor. AKP’nin bu topluma giydirmek istediği sömürüden, mezhepçilikten, şovenizmden, yağmacılıktan, faşizmden dokunmuş elbiseyi toplumun tüm kesimleri reddediyor. Kabul ettirilmesi de olanaklı değildir. Ne solcular, sosyalistler faşizme razı olurlar, ne Aleviler Sünni olmaya, ne Kürtler Türk sayılmaya, ne laikler gerici baskıya boyun eğmeye, ne kadınlar tacize, tecavüze, ikinci sınıf olmaya, ne işçiler-emekçiler kölece çalışmaya razı olurlar. Doğanın ve kentsel ortak alanların sermaye için yağmalanmasına, işçilerin madenlerde, inşaatlarda ölümüne çalıştırılmasına, üniversitelerin medreseye dönüştürülmesine….. direniş sürüyor ve durmayacak. Adana Aladağ’daki yurt katliamının ardından bir kez daha görüldüğü gibi, bu düzen geleceğimize kasteden gerici-neoliberal bir katliam düzenidir. Bu katliamların hesabı sorulacak; eşit, parasız, laik eğitim mücadelesi yükseltilecek.
Son dönem direnişlerinde görülmesi gereken önemli özelliklerden bir tanesi de örgütlü unsurların etkin rolü ve sürükleyiciliği olmasına karşın örgütlerin stratejik müdahalesinde ciddi eksikliklerin olmasıdır. Devrimciler bu direnişleri büyütmeyi kendilerine görev edinirken, her birini ilmek ilmek örmeli, bunları örgütlü kılmalı ve elbetteki kendilerini de dönemin mücadele gereklerine göre yeniden örgütlemelidirler. Faşizm örgütlü hareketle veya hareketin örgütlü kılınması ile yenilebilir. Laik, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü, barış içinde bir ülkeyi kurana kadar daima!
Hasta La Victoria Siempre
* Türkiye 1976’da 72 milyar dolarlık geliriyle G20’ye 17’nci sıradan girdi. 1979’da 16’ncılığa yükseldi, bugünlerde krizin etkisiyle 20. sıranın altına düştü.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.