diktanın bir rejim meselesi olduğunu, ve ona ihtiyaç duyan sistemin işleyişi hedef alınmadıkça gelenin gideni aratabileceğini bizden başka kim söyleyebilir?
geçtiğimiz haftalarda iki yazı, sosyal medyada büyük ilgi gördü, defalarca paylaşıldı; bunlardan bir tanesi deniz yıldırım’a[1], diğeri metin çulhaoğlu’na[2] ait. bu iki yazının ortak noktası önderlik sorunu diyebileceğimiz meseleyi ele almaları.
ben önderliğin, kendi kendini tayinle olamayacağını, herhangi bir toplumsal değişim sürecinde öncünün kim olduğunu tarihin belirleyeceğini düşünenlerdenim. önderlik bir iddia meselesi değil sadece, buna talip olmak bile belli soruları cevaplamayı, belli işlevleri yerine getirmeyi gerektiriyor.
uzun bir zamandır okuduğum türkçe politik metinlerin çoğu, iki şey söylüyor; “korkmuyoruz” ve “bizi korkutamazsınız.” bunun yanında, bize korkmamamızı öneriyorlar.
oysa deniz yıldırım’ın başka kelimelerle ama son derece veciz biçimde ifade ettiği gibi, korkup korkmayacağımıza kendimiz karar veriyoruz. ama cevaplanmasına ihtiyaç duyduğumuz sorular var.
- başımıza neyin gelmesinden korkmayalım?
- ne yapmaktan korkmayalım?
- korkmazsak ne kazanırız?
yani, siyasal rejim nereye gidiyor, buna karşı ne yapmamızı öneriyorsunuz ve bunu yaparsak nasıl bir sonuç alma ihtimalimiz var?
bence, “onurumuzu korumak için direnmeliyiz, direnmezsek çocuklarımızın yüzüne bakamayız, ‘anne, … olurken sen ne yapıyordun?’ diye sorarlarsa ne cevap vereceğiz,” gibi saiklerle harekete geçmek mümkün değil (zaten çocukların da ebeveynlerine hesabını sorduğu şeyler bunlar olmuyor). gittikçe ağırlaşan bedeller böyle ahlaki sebeplerle göze alınmaz, alınamaz (kendi adıma, “direnmezsek işler daha da kötü olacak, tepemize daha da fena binecekler” gibi argümanları daha ikna edici bulurum).
yani bugün kitlelere önderlik etme, hadi bunu bırakın onları harekete geçmeye ikna etme niyetinde olan bir gücün bu üç sorunun cevabını vermesi gerekiyor, en azından (başka arkadaşlar başka soruların cevabını da bekliyor olabilir) bir siyasal rejim tahliliniz, önereceğiniz bir harekete geçme planı ve bu plan hayata geçtiğinde varabileceğimiz yer konusunda bir vizyonunuz olmalı.
işler değişirken aynı şeyleri yapmaya devam mı
geçen yıllarda, içinde bulunduğumuz durumdan bir sıçramayla çıkacağımız -en azından çıkmanın yol ağzına geleceğimiz- üç moment oldu; gezi, 30 mart yerel seçimleri ve 7 haziran seçimleri. bu üç momentte bunun gerçekleşmemesinin sebeplerini tartışmak ayrı yazıların konusu.
öte yandan, iktidarın “çok sıkıştığı” için saldırganlaştığı fikrine katılmıyorum. çünkü bir kriz olduğu doğru ama bu her zaman güçsüzlük ve sıkışıklık anlamına gelmiyor ve bir sıkışıklık olsa bile, “sonları yakın” falan gibi öngörüler, bence iradenin falan değil, kafasızın iyimserliği.
o yüzden önümüzde yukarıda anlatmaya çalıştığım türden sıçramalardan ziyade uzun erimli bir mücadele var. bence artık bir mıknatıs gibi kitleleri kendine çekmek mümkün değil, o yüzden onların içine, daha sonra orada hareket imkânı verecek çıpalar atmak daha doğru olacak. bunun bir anlamı da “tepeden” işlerin anlamının git gide azaldığı, buna karşılık basına falan yansımayan, görünürlüğü olmayan, hatta mümkünse görünmeyen taban çalışmalarının öneminin arttığı bir dönemde olmamız.
bir sorumluluk alanı olarak öncülük
bunun bize sunduğu birçok imkân da olabilir. örneğin solun, tek taktiği meydan okuma olan, basbayağı maço hareket çizgisinden uzaklaşmak gibi. çünkü bir devrimci hareket bazen meydan okur, bazen geri çekilir, eğer üstüne gelecek saldırının vereceği zarar, kazanacaklarından fazlaysa atak yapmaz, toplanır, güçlenir, tekrar ilerler, yani belli bir zarar/kazanım hesabıyla, alan kazanmak üzere hareket eder, tek hedefi cesaretini kanıtlamak olamaz; o mahalle kabadayısının vizyonu ki o da epeyce arkaik bir tipoloji artık.
teşbihte hata olmaz, dağılacağı belli olan bir kitlenin önünde, dağılmadan önce birkaç havai fişek atmak değil, dağıldıktan sonra buluşulacak yeri ve zamanı gösterecek işaret fişeğini hazırlamak ve o havai fişeğini bir adım bile geri çekilmeyecek gücün toplandığı anlara saklamak olmalı mesele, bence.
öncülük iddiası ağır yükleri de beraberinde getirir, kitlelerin öncüye karşı sorumluluğu yok ama öncünün kitlelere karşı sorumlulukları var; bunların arasında onları yormamanın da bulunduğunu, sanırım geçtiğimiz dönem gösterdi.
bir nokta daha var, bazen geniş bir kampanya, dernek, forum vb. içinde, çok küçük bir örgütlülükle bile “öne” geçmek mümkün oluyor. hepimizin başına gelmiştir, yüz kişilik bir topluluğun içinde birlikte hareket eden yedi kişi egemen olabiliyor. ama böyle bir sürecin sonunda çevremiz boşaldığında, öneri ve kararlarımız ciddiye alınmadığında şaşırma hakkımız oluyor mu?
devrimciyi solcudan ayıran şeyler
öte yandan, şunu hatırlamakta fayda var. her dikta, diktatörlük yapmaya hevesli birini ve ona destek sunan bir siyasal yapıyı gerektirir. ama bir diktatörlüğü, siyasi ve ekonomik zemininden, sistemin bu rejim değişikliğine duyduğu ihtiyacın sebeplerinden ayrı düşünüp bu ikisine indirgersek ya da indirgenmesini -en azından sessiz kalarak- desteklersek, politik faaliyet olarak, bir kişiye beddua etmeyi ve onun sağlık durumunu takip etmeyi ciddiye alan insanlara dert anlatmak zorunda kalırız. öte yandan, diktanın bir rejim meselesi olduğunu, ve ona ihtiyaç duyan sistemin işleyişi hedef alınmadıkça gelenin gideni aratabileceğini bizden başka kim söyleyebilir?
bugün iktidar, toplumu, “biz” ve “onlar” olarak bölmüş durumda. onun çizdiği ve bir yara gibi açıkça kanayan çizgiyi kabul etmek ve temel almak o yarayı derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. biz de tabii ki toplumdaki çatışmaları varsayarak hareket etmeliyiz ama çizgiyi bambaşka bir yerden, patriyarkal ve kapitalist sınıflara ve baskı altındaki kimliklere işaret edecek şekilde çizmemiz gerekmez mi? emekçinin bir üretim aracı gibi görüldüğü vahşi kapitalizm koşulları bu iktidarda olgunlaştı; ücretler yerinde sayarken neden fiyatlar artıyor ve neden babamızın alabildiği evi almamız artık mümkün değil ve neden çalışmadığımız zamanlar bazen uykuya bile yetmiyor? neden kadınlar, lgbti+’ler kendilerini on yıl öncekinden daha tehlikede hissediyor, neden hukuk onlara yönelik şiddeti hoş görüyor ve erkekler neden toplumdan alamadıkları gücü bile devletten alabiliyor?
öte yandan gündem, savaş karşıtı bir siyasetin önemini, gerekliliğini ve kapsamını büyütüyor. artık sadece barışı talep etmekle yetinemeyiz, yoksul çocuklarının canları pahasına emperyal maceralara girişilmesine de karşı çıkmak zorundayız, hatta bunun için geç bile kalıyoruz. demokrasi, siyasetle ilgilenen bir azınlığın talebi olabilir ama savaş karşıtlığı öyle değil, çok geniş kesimlerin meselesi.
savaştan kimlerin çıkarı olduğunu, türkiye’nin git gide büyüyen silah sanayiinin, inşaat sektörünün bu işte nasıl bir payı olduğunu göstermek devrimcilerden başka kime düşer?
sosyal medyadan duvar yazısına, mahalle toplantısından iki satır demece kadar ulaşabildiğimiz her araç ve alanda bunları anlatmamız gerekmiyor mu?
savaştan, yoksulluktan, erkek şiddetinden, madde 80’den ve hepsini sıralamaya kalksam yetişemeyeceğim her şeyden korkan ne yapacağını bilir zaten. inanmayan proje okulların öğrencilerine bakabilir.
son olarak, ferguson’da bir dövizde gördüğüm, mısır’da bir duvarda yazılı olduğunu okuduğum bir sloganı hatırlatmak istiyorum.
“beklediğimiz önderler biziz!”
[1] http://www.abcgazetesi.com/asil-sorun-politiklesmis-yenilgi-7361yy.htm