Yavuz’un özellikle Trabzon Rumlarını Türkleştirme ve Müslümanlaştırma, Alevileri kılıçtan geçirme ve cebren halife olma gibi tarihe geçen “zaferleri” var
Bugün Yavuz adını o köprüye vermek, Hitler’in adını Elbe Nehri üzerindeki bir köprüye vermekle eşdeğerdir
Tarih, aristokrasiler mezarlığıdır. Okuduğumuz tarih, monarşi maliklerinin fetih fantezileridir. Şah, kral, prens, çar, knez, imparator, sultan, emir, voyvoda, kağan, hakan ve hanların tarihidir. “Atalarımızın tarihi” dedikleri, dönemin egemenlerinin “kahramanlık” öyküleridir. Milli tarih yazıcılığı, muktedirlerin fetihlerini dramatize edip onların “tahakkümünü” kutsamaktan başka bir işlev görmez. Statükocu tarih bilimi, Enver Paşa’nın Batum hareketini şaşaalı bir anlatıyla tasvir eder ama aynı şahsın Batum’da petrol ticareti yaparak 3. Ordu Kumandanı Vehip Paşa ile ortaklaşa milyonlarca lirayı gasp ettiğini yazmaz. Bu anlamda İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nin kurucusu Tony Cliff şunu söylemektedir: “Resmi tarih, Kleopatra’nın süt içinde banyo yaptığını yazar. Ancak o sütün kimler tarafından üretildiğini yazmaz.”
Son günlerde imparatorluk düşleri içinde yatıp kalkan şevketli devlet adamlarımız, tavus kuşu gibi gururlanarak bir köprüye Yavuz Sultan Selim adını vermişlerdir. Yavuz sözcüğü anlam olarak hem iyi, güzel hem de kötü, fena anlamlarına gelmektedir. Tıpkı keskin bir bıçak gibi. Bıçak bazen iyidir, çünkü istediğiniz maddeleri kolay sindirmek için onu kullanabilirsiniz. Bazen kötüdür, çünkü aynı bıçakla insan da öldürebilirsiniz. İşte bizim tarihimizdeki Yavuz, ikinci kategoriye girer. Özellikle Trabzon Rumlarını Türkleştirme ve Müslümanlaştırma, Alevileri kılıçtan geçirme ve cebren halife olma gibi tarihe geçen “zaferleri” var.
Zaferlerinden adeta kıvanç duyulan “halife” Yavuz’un hayatı ve taht mücadelesi ise tam bir fecaat. Bilindiği üzere baba II. Beyazıt öldüğünde geriye üç oğlu kalıyor: Ahmet, Ebu-l Hayr Mehmet Korkut ve Yavuz. Çocuklardan yaşı en küçük olanı Yavuz. Ataerkil hiyerarşiye göre şekillenen imparatorlukta tahta en büyük veya tecrübeli olan Sultan Ahmet’in geçmesi bir teamüldü. Lakin resmi tarih, tabulaştırdığı “kültlerine” zarar gelmesin diye Yavuz’un bu teamülü ayaklar altına almasını “nizam-ı âlem” için doğru bulmaktadır. Şayet Yavuz, devletin birliği ve bekasını isteseydi ağabeyinin hâkimiyetini kabul etmesi yeterliydi. Demek ki sorun imparatorluğun geleceğini ve çıkarlarını gözetmek değil. Sorun bir kişinin tahtı ele geçirip iktidar açlığını doyurmak istemesiydi. Yavuz, işe Sadrazam Koca Mustafa Paşa’yı (Sultan Ahmet’in sadık taraftarı) boynundan vurdurarak başladı. Ardından 1513 yılında kardeşlerini Bursa’da yay kirişiyle boğdurdu. Hemen bu noktada resmi tarih öğretisinin tımarlı sipahileri devreye girerler: “Türklerde kan dökülmez, yay kirişiyle adam öldürülür.”
Yavuz’un yaptığı hanedan içi kıyımlara bir göz attığımızda bilanço çok ağır: 2 kardeşini ve 10 yeğenini öldürtmüş. Devletin birliği değil, devlette bir kişinin despotluğudur bu. Diğer ağabeyi Mehmet Korkut önemli bir şair, bestekâr ve bilgin. Aynı zamanda dedesi Fatih’in en çok değer verdiği torunuydu. Öyle ki onu sarayda özel yetiştirmişti ve eğitimine çok önem vermişti. Anlaşılan Yavuz’un dedesine de saygısı pek yoktu, yani günümüzde inakçı tarih yazıcılığının dilinde destan olan İstanbul’un “fatihine”. Tarihçi Yılmaz Öztuna, dogmalarla bezenmiş bir kitabının satırlarında Yavuz’un yaptıklarını Osmanlının birliği ve menfaati için tensip etmiş. Bir taraftan kardeş katlini kabul gören, diğer taraftan Müslüman bir devletin “hoşgörüsünden” dem vuran hilkat garibesi bir tarih anlayışı. Bizim bunak tarihçilerin yaptığı, ayakkabıya uysun diye ayağa şekil vermektir.
Aslında modern öncesine dair her müstebit portrenin kutsanması, tüm totaliter rejimlere özgü bir tarz-ı siyaset. Bugün Yavuz adını o köprüye vermek, Hitler’in adını Elbe Nehri üzerindeki bir köprüye vermekle eşdeğerdir. Yok Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi, yok Yavuz Sultan Selim Köprüsü, yok Osman Gazi Köprüsü. Her tarafta monarkların müptezel isimleri. Çocukların adları dahi Cengiz, Yavuz, Timur. Ne diyordu Karl Marx, “Ölenlerin geleneği yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker.” Yok mu bu topraklarda yetişen dilaver bir ozan, şair, âşık? Nedir şu elinde kılıç ve yay kirişiyle harplerde arz-ı endam eden “muhterem asilzadelere” duyduğumuz hayranlık? İşte numunelik bir şahsiyet olarak merhum Milliyet yazarı Hasan Pulur’un dilinden dökülmüş zavallı övgüler: “Elbette, Yavuz Sultan Selim, büyük bir padişah, kudretli bir asker, hatta büyük bir âşık…” Demek ki hayranlık uyandırıyor “kerametli” ilk halifenin yaptıkları.
Yavuz, gelinen noktada Türk halkının yüreğinde hem aşuk hem de maşuk olmuş vaziyette. İnşa edilen Yavuz köprüsü, belki devlet ricalini sevgili “mitsel ecdadına” kavuşturacaktır ama Alevilerle olan tüm bağını da koparacaktır. Çok kültürlü Anadolu toprakları için bu tam bir fazahattir. Türk halkı devlete tapınmaya son vermedikçe, hep beşiği kötü ruhlar tarafından korunmaya mahkûm bir halk olarak yaşayacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.