Kimin kendi masasında “yazdığı kader” gerçeğe dönüşür, şimdiden kestirmek elbette imkansız. Ancak kim hangi kaderi yazarsa yazsın, bunu bekleyen ve seyreden olmamak gerek
Tüm siyasi aktörler için yeni bir dönem başlamıştır, kimin kendi masasında “yazdığı kader” gerçeğe dönüşür, şimdiden kestirmek elbette imkansız. Ancak kim hangi kaderi yazarsa yazsın, bunu bekleyen ve seyreden olmamak gerek. “Biz bu ülkeyi değiştireceğiz ve kader, sen buna boyun eğeceksin” diyen devrimcilerin yapacağı çok iş var
15 Temmuz 2016, ne mutlu bize yeni bir milli günümüz, milli bayramımız oldu.[1] Artık 15 Temmuz, “FETÖ”den ve “FETÖ”nün darbe girişiminden kurtulma günü olarak kutlanacak. İroni değil gerçek, solcular için de geçerli. Eğer başarılı olsalardı, Fethullah Gülen’in komünizmle mücadelede ne yaman bir nefer olduğu düşünüldüğünde, çok değil bir ay içerisinde solcuların büyük kısmı ya öldürülmüş ya da cezaevine tıkılmış olacaktı.
Bu arada, çok şükür ki darbe görmemiş (bu sefer ki biraz çakma da olsa) kuşağımız da kalmadı. Yeni neslin karakter gelişiminde en büyük eksiklerinden biri olan “darbe deneyimine sahip olmamak” da böylece giderildi. Ayrıca “darbe muhabbeti”nin, kuşaklar arası iletişimin gelişmesine de katkısı olacaktır, kuşkusuz.
15 Temmuz gecesi nelerin olduğunu az çok herkes gördü, öğrendi. Ancak bunları kimin ve ne için yaptığı konusunda bir ortak kanaat olmadığı gibi, herkes, kendi iddiasını kanıtlayacak bolca argümana sahip olarak pozisyonu korumakta ısrarcı.
İlk olarak en yaygın iddia; kendisini 14. Alim[2] (müceddid) olarak gören Fethullah Gülen’in bütün bu işin organizatörü ve uygulatıcısı olduğu yönünde. Amacı da yıllardır iktidar mücadelesi verdiği (özellikle 2012’den itibaren) Tayyip Erdoğan’ı devirerek kendisinin “tek erk” olduğu bir dönüşümü sağlamak. Yaklaşık 40 yıldır, özellikle de 1980 faşist darbesinden sonra[3] çok özel bir sistematikle devlet kadrolarına yerleştirdiği elemanları harekete geçirerek bu “kalkışma”ya girişti. En yaygın kabul gören bu iddia olmakla birlikte tüm AKP’liler ve özellikle de Erdoğan, bu kurgu üzerinden hareket etmekteler.
Darbenin başarıya ulaşamamasının neden(ler)i olarak da Tayyip Erdoğan’ın ve başta AKP’liler olmak üzere halkın, darbeciler karşısındaki dirayetli ve kararlı tutumunu göstermekteler. Darbe girişiminin erkene alınması (ki bunun gerçek nedeni henüz kesin olarak bilinmiyor) da önemli bir etken.[4] Bu konuda AKP’lilerin tezi; darbe girişiminin, ordu içerisinde erken haber alındığı ve müdahale edildiği için erkene alındığı şeklinde.
Bu konuyu biraz daha ayrıntılı olarak ele almak gerekli. Darbe uzmanı olsun ya da olmasın herkesin (bu arada toplumun tamamı darbe nasıl yapılır ya da nasıl yapılmaz konusunda zaten uzman oldu), hemfikir olduğu konu; böyle darbe mi olur? Evet, böyle darbe olmaz. Saat 21.38’de işe başlanmaz. Herkesin sokakta olduğu, eve gitmeye çalıştığı saatte, eve gidiş yolunu örneğin Boğaziçi Köprüsü’nü tanklarla kapatıp sonra da “sokağa çıkma yasağı” konulmaz. Telefon, internet, televizyon yayını kesilmeden yani karşı tarafın iletişimi kesilmeden hegemonya kurulmaz. Birinci aşama başarılmadan, yani Tayyip Erdoğan ve hükümet üyeleri enterne edilmeden, kuvvet komutanları toparlamadan ve iletişim araçları kontrol altına alınmadan ikinci aşamaya geçilmez vs, vs, vs… Darbecilerin başarılı olduğu tek alan “polisin teslim alınmasıdır”.[5]
Tüm bu “aksilikler” ve saçmalıklar göstermektedir ki darbe ne iyi planlanmış ne de iyi uygulanmıştır. Özellikle uygulamada en kritik aşamalar (büyük ölçüde içeriden) engellenmiştir. TÜRKSAT’taki, Telekom’daki, TİB’deki içerideki elemanlar yapması gerekeni yapmadığı gibi, bu yapılara dışarıdan müdahale edenler de başarısız olmuştur. Marmaris’teki Erdoğan’a yönelik operasyon ise tam bir keşmekeş ve muamma.[6] Planda, Başbakan Binali Yıldırım hiçbir biçimde olmadığı gibi İçişleri, Savunma başta olmak üzere hiçbir bakan operasyon konusu yapılmamış. Hatta MİT Müsteşarı bile?! Tekrar etmek gerek; darbe ne iyi planlanmış ne de iyi uygulanmıştır!
Tüm bunlara rağmen başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP’liler darbenin başarısızlığa uğramasında en büyük nedenin Erdoğan’ın halkı direnişe (meydanlara) çağırması ve halkın da bu çağrıya karşılık vermesi olduğunu söylüyorlar. Bu söylemin politik nedenlere dayandığı açık. O politik neden de bundan sonra yapılacaklar için Erdoğan’ın ve AKP’nin güçlü gösterilmesine duyulan ihtiyaç.
Darbenin başarısız olmasının asıl nedenlerini önem sırasına göre sıralamak gerekirse;
1-Darbecilerin planında ve uygulamasındaki arızalar,
2-Asker içindeki katılımın düşük olması (bütün illeri ve ordunun orta kademesini harekete geçirememesi) ve özellikle iki generalin darbeyi bastırma faaliyeti; Özel Kuvvetler Komutanı ve İstanbul’daki 1.Ordu Komutanı.[7]
Halkın darbeye karşı sokağa çıkması ve darbecilere direnmesinin ise özellikle ilk saatlerde çok çok zayıf kaldığı, hatta kayda değer hiçbir girişimin olmadığı ise çok açık.[8] Erdoğan’ın çağrısından sonra dahi kendi kitlesinin çok az bir bölümü sokağa çıkmaya cesaret edebilmiş durumda.[9] Kuşkusuz bunun asıl nedeni toplum üzerindeki darbe günleri hatıralarının kaybolmamış oluşu ve elbette ki Tayyip Erdoğan’ı savunma meşruiyetinin zayıflığıdır. Kitlesel bir çıkış ve karşı koyuş ancak darbecilerin güçsüzlüğü anlaşıldıktan sonra gerçekleşmiştir. Bu arada eklemek gerekir ki Erdoğan’ın, özellikle Atatürk Havaalanı’na yaptığı çağrı “Bana canlı kalkan olun” talebidir. İstanbul AKP il ve ilçe teşkilatları ilk dakikalardan itibaren açık ve faaliyette olmalarına rağmen kendi kitlesini sokağa çıkarmakta zorlanmış, neredeyse yapabildiği tek iş belediyelere taşeron olarak çalışan şirketleri zorla tehdit ederek, onlara ait iş makinelerinin, çöp kamyonlarının barikat yapılmasını sağlamak olmuştur. Mahalle kavgalarına bile müdahalede gecikmeyen TOMA’lar, o gece İstanbul sokaklarında gözükmemiştir.[10]
Darbecilerin yaptığı plana bakılacak olursa neredeyse tek ağırlık verdikleri konunun Genelkurmay başkanını ve kuvvet komutanlarını darbeye ikna etmek olduğu rahatlıkla görülebilir. Kuşkusuz bunun çok önemli bir nedeni var; 81 ilin kontrolünün ancak ve ancak bu şekilde sağlanabileceğinin, yani bütün askeri teşkilatı sadece (en üstten başlayan) emir komuta altında hareket ettirebileceklerinin farkındalar. Bir tek ilin bile kontrol edilememesi ve hatta karşı atağa geçmesi halinde bir direniş yayılmasına neden olabilecek ve dolayısıyla kontrolün devamı için bir iç savaşın göze alınması anlamına gelecektir.
İkinci önem verdikleri husus ise Tayyip Erdoğan’ın canlı olarak ele geçirilmesidir. Buradaki amaç ise açıktır. Kitle desteğinin ve kendi meşruiyetlerinin zayıf olduğunun bilincindeki darbeciler, ancak Erdoğan’ın itirafları ya da itirafları olmasa bile ona isnat edilen suçların halka açık bir yargılamayla açığa çıkarılması ve belki de Uluslararası Adalet Divanı’na gönderilmesi ile toplumun çok büyük çoğunluğunu hareketsiz bırakma hesabındaydılar.[11]
Erdoğan ve AKP’nin iddiasındaki bir kritik söylem de darbenin arkasında ABD’nin, özellikle de CIA’nın olduğu yönündedir. Erdoğan bu iddiayı sık sık tekrarlamakta ve hatta şürekasından Bekir Bozdağ, “ABD’nin bu darbeyi Fethullah Gülen’in yaptığını, sayın Obama kendi adını nasıl biliyorsa o kadar bildiğinden eminim” demektedir.[12] Fethullah Gülen’in iade edilmemesinin ya da edilmeyecek olmasının kanıtı olarak da CIA ile ilişkilerini deşifre etmekten duyulan korkuyu göstermekteler. Oysa devlet olanakları ellerindedir hatta FETÖ’cü örgüt üyeleri ellerindedir, bunların ilişkileri rahatlıkla tespit edilebilir, ülkedeki CIA ajanları açığa çıkarılabilir. Hatta bu kadar eminseniz ABD’ye yaptırım uygulamak da, hadi yaptırım demeyelim şantaj yapmak da elinizdedir; ABD büyükelçisini “istenmeyen adam” ilan edersiniz, kendi büyükelçinizi geri çekersiniz, klasik bir yöntem olarak ABD mallarına boykot uygularsınız, çok çok ama çok çok kararlıysanız NATO’dan çıkar, İncirlik Üssü’nü kapatırsınız. Hadi bakalım FETÖ’yü vermesin! Bunların ki “cam kabadayısı”nın[13] kuru şakırtısı.
ABD’nin yıllardır at oynattığı/otlattığı topraklarda böylesi bir girişimden “haberdar” olmaması elbette düşünülemez ancak Tayyip Erdoğan’ın ABD’yi hedef gösteren açıklamaları sadece kendi kitlesini “herkese hatta ABD’ye bile kafa tutan liderin” arkasında saf tutmaya çağırmaktan öte bir anlamı yoktur.
Şimdi gelelim ikinci yaygın iddiaya. Bu iddia Fethullahcıların. İddianın özü şu; bütün bu işleri Tayyip Erdoğan tezgahladı. Uzun bir süredir, yaklaşık 2012’den beri iktidarı Fethullahcılarla paylaşmak istemeyen -ki o iktidara bizzat bu ilişki sayesinde gelmiş ve bu ilişkilerin ona sunduğu “hizmetler”[14] sayesinde iktidarda kalmış olan- Tayyip Erdoğan, yolsuzluk ve hırsızlık batağına saplanınca, bu durumu dini inançlarından dolayı kabul edemeyecek olan Cemaat’i tasfiyeye girişti. Hatta Cemaat’le birlikte kendisine muhalif olabilecek devlet içindeki diğer kadroları da bu tasfiye sürecine kattı. Operasyon MİT’le birlikte planlandı.
Normal şartlar altında (NŞA) bu kadar büyük çaplı bir tasfiyeyi[15] hiçbir biçimde yapamayacak olan Erdoğan, bu tezgahı kendi kurmuştur. Kendi adamlarını da darbeciymiş gibi göstererek görev aldırmış, daha sonra işi provoke etmiştir. Yoksa bu kadar bilgili, akıllı ve deneyimli kadrolar nasıl olur da bu kadar aptallıklar yapabilirler? Tayyip’in adamları internet, TV yayınlarını kesmemiştir, hatta bombalardan onlar sorumludur, Tayyip’e suikast bile tam bir düzmecedir, darbeyi bildiği için o tarihte İstanbul veya Ankara’da bulunmamış, Marmaris bölgesinde farklı bir yerde gizlenmiş ve gelişmeleri izlemiştir, hatta ailesini daha önceden başka yere göndermiştir vs, vs. Eklemek gerekir ki yurtdışında en çok reyting alan bu iddiadır.
Ayrıca uluslararası ilişkilerde tamamen dışlanmış olan Erdoğan, bu sayede “darbeye direnmiş demokrasi kahramanı” olarak tekrar kabul görmeyi amaçlamıştır. Erdoğan’ın kazancı bunlarla da sınırlı değildir. Uluslararası politikada (Davutoğlu’nu postalayarak işaretini verdiği) değişiklikleri bu sayede yapabilecektir. Şimdiden bile bütün suçlar, örneğin Rus uçağının düşürülmesi darbecilere kesilmiştir bile. Üstelik içeride işlediği suçları da (Hrant Dink, Roboski gibi) darbecilere kesip, iç ve dış kamuoyunda aklanmayı hesap etmektedir.
Tüm bunların yanı sıra, zaten fıtratında olan yolsuzluk ve haksız kazanç için yeni olanaklar yaratmıştır. İlk 15 gün sonunda 3412 taşınmazın tapusu devlete geçmiş, 6435 taşınmaza bloke konmuş, 2491 şirkete el konmuştur. Bunlar başta Bilal’inkiler olmak üzere Erdoğan’a yakın kişilere peşkeş çekilecektir.
Ordu karşısında elde edilen güç ise paha biçilmez değerdedir. Daha şimdiden yaptığı değişiklikler göstermektedir ki orduyu “böl ve yönet” taktiği işletecektir, parçalara bölüp her parçayı kendisine bağlamaktadır. Ordu konusundaki avantajı sadece bu kadarla sınırlı değildir, orduyu ve ordu hizmetlerini özelleştirmek bir yana TSK’nın bütün “kupon arazilerine” el koymayı planlamaktadır.
Darbe girişiminin daha ertesi günü yürürlüğe konulan 60 bin kişilik cadı avı listesi, bu kadar kısa sürede nasıl hazırlanmıştır? İlk bir hafta içinde çıkarılan Kanun hükmünde kararnameler belli ki çok önceden belirlenmişti vs,vs, vs.
Tüm bunlar bir yana, büyük politik oyunları kimin tezgahladığını bulmak için çok bilinen bir yöntem vardır; kimin kazançlı çıktığına bakılır. Bu yöntemle bu sürece bakılırsa çok açık görülecektir ki Tayyip Erdoğan kazançlı çıkmıştır, o zaman tezgahlayan da odur.
Üçüncü yaygın iddia ise emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dillendirdiği, anlaşıldığı üzere askeri çevrelerde yerleşik olan ve ayrıca kafası daha global çalışan, her gelişmeyi büyük oyunculara mal eden yerli entelijansiyamız[16] tarafından da rağbet gören bir iddia. Bu iddiaya göre her şeyi ABD, daha dar ifadesiyle CIA planladı ve uyguladı.
Bunun için de yıllardır beslediği, koruduğu hatta FBI’ya rağmen ABD’de oturma izni alabilsin diye her şeyi yaptığı Fethullah Gülen’i kullandı. Ve elbette operasyonun içine kendisine doğrudan bağlı “diğer” kadroları da kattı. Ancak tüm bunları yaparken asıl olarak “başarısızlığı örgütledi”. Kilit noktalara yerleştirdiği “kendi elemanlarını”, operasyon başladıktan sonra ters yönde harekete geçirdi; telefonları devre dışı bıraktırmadı, Erdoğan’a operasyon için giden ekibi oyalattı, İncilik Üssü’nü bir süre sonra devreden çıkarttı vs, vs. Ancak her şeye rağmen ihtiyatı elden bırakmadı, ABD, Dışişleri Bakanlığı’na 3-4 saat sonra “Türkiye’de barış ve istikrardan yanayız” gibi ne olduğu anlaşılmayan bir ilgi de gösterdi.[17]
Tüm bu tezgahın asıl amacı da kuşkusuz Ortadoğu politikası. Gerek Kürt sorununda ama ondan bile kritik önemde olan Suriye konusunda Tayyip Erdoğan’dan bile daha rijit duran TSK’ya hem büyük bir darbe vurulmasını sağlamak -ki Erdoğan’ın yapacağı ilk şeyin bu olduğunu tahmin etmek için kahin olmak gerekmez- hem de TSK’nın güvenilirliğini tamamen ortadan kaldırmak.
Böylece, uzun bir süredir ABD’nin Ortadoğu politikalarının bizzat ilişiğinde olması gerekirken bir türlü uyum sağlamayan hatta zaman zaman bunlara direnen Erdoğan’ı ve TSK’yı devreden çıkarmış oldu. Ordudaki komutanların neredeyse yarısı atıldı[18], kalan yarısı gölgesinden kuşkulanır hale geldi, uçak sayısı pilot sayısından daha çok oldu[19]. Kolu kanadı kırık TSK, bölgeye burnunu bile sokamaz, bölgedeki legal/illegal bütün ilişkileri dağılır ya da geri çektirilir, içindeki ilişkilerde yabancı servisler için daha rahat kullanılır hale gelir. Erdoğan zaten uzunca bir süre FETÖ ile uğraşmak zorunda kalacak, paranoyaklığın birkaç evresi şimdiden yerleşmiştir zaten, uzunca bir süre kendi koltuğunu sağlamlaştırmakla uğraşacak. Ve bu arada ABD, İsrail, Rusya, Almanya ne isterse vermeye razı olacak, “Ne istediniz de vermedik” ilişkisi aktörler değişse de hep baki kalacak.
Bu iddiayı yani bütün tezgahı ABD’nin kurduğu iddiasını, emperyalizmin uluslararası strateji düzleminde bir başka noktaya ilerletebilmek de mümkün. Özellikle Ortadoğu’daki ve asıl olarak Arap Baharı’nın yaşandığı kuşaktaki gelişmelere emperyalist merkez(ler)in nasıl bir stratejik değişiklikle yanıt bulacağı uzun zamandır ciddi bir sorun alanı oluşturmaktaydı. Bunun için birkaç denemeleri de oldu. Mısır, bunun en belirgin olanı. Hatta Türkiye’de yapılmak istenenin Mısır’a fazlasıyla benzediği de söylenebilir!
Çok uzatmadan tezi ilerletelim; Türkiye’de devreye sokulan darbe girişimi, emperyalizmin “ılımlı İslam” modelinin değiştiğine ilişkin somut bir göstergedir. Bu modelin bir zaman ki önemli aktörleri artık gözden çıkarılmış ve tasfiye sürecine girilmiştir. Bu durum Tayyip Erdoğan için geçerli olduğu kadar Fethullah Gülen için de geçerlidir. Ancak yine de Türkiye’de yaşananlar, bu modelin yerine neyin konulduğu konusunda bir ipucu vermemektedir. Oysa seçenekler çok değil; daha radikal bir dinci model, AB’ye uyumlu bir liberal sosyal demokrasi[20] ya da uzun döneme yayılmış bir iç savaş (bunun örneği de yanı başımızda zaten).
İddialar, seçenekler, tezler hepsi ortada. Aktörlerin hangi iddiayı sahiplendikleri, bundan sonra neyi amaçladıklarıyla doğrudan ilişkili. Siyasetin/siyasetçilerin tarih okuması, önlerine koydukları hedefin taşlarını döşemekten ibaret.
Her iddianın kendi içinde gerçeklikle bir bağı var kuşkusuz, henüz tüm detaylar açığa çıkmamış olsa da şu an ki verilerin gösterdiği bu darbe girişiminin öncülüğünü yapan ve asıl inisiyatif alanın Fethullah Cemaati’ne (örgütüne) doğrudan bağlı kadrolar olduğu ortada. Bu kadroların basit bir manipülasyonla harekete geçebilecek bir acemiliğe sahip olduklarını düşünmek safdillik olur.[21] Teşkilatın en üstünden verilen bir karar ve uygulama emri mutlak gerekir. Dolayısıyla Erdoğan’ın (ya da AKP cenahından birilerinin), bu durumu başlatması ve yönlendirmesi çok mümkün görülmemekte.[22] Ancak Erdoğan cephesinin, bu olası durumdan tamamen habersiz olduğu ve çok büyük bir sürprizle karşılaştıklarını da söylemek “komik” olur. Önceden bir takım önlemlerin alınmış olduğu muhakkak; kuvvet komutanlarıyla bu işin simülasyonunun daha önceden yapılmış olması ve bağlılıklarının garanti altına alınması, yakın koruma ekibine sızmanın engellenmiş olması, o tarihler arasında İstanbul ve Ankara’da bulunmamış olunması, MİT’in (en azından üst kademesinin) daha önceden FETÖ ekibinden uzaklaştırılması gibi…
Diğer yandan Cemaat’in, ABD’den tamamen bağımsız ve hatta ona rağmen ve üstelik ona karşı böylesi bir icraatta bulunması düşünülemez bile. Yıllardır kendisini koruyup gözeten, faaliyetlerinin önünü açan, üstelik geliştirdikleri ortaklığın birçok ülkeyi kapsadığı bir ilişkide “kendi kafasına göre” hareket etme diye bir şey olmaz. Tersten ABD de, yaklaşık 70 yıldır girdisini çıktısını bildiği ve her kritik durumda müdahil olduğu bir ülkede yani Türkiye’de, birilerinin “kafasına göre at oynatmasına” izin vermez elbette. Burada bir çıkar ortaklığı olduğu su götürmez (en azından işin başlatılmasında).
Ancak gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla “gizli bir elin” darbe başladıktan sonra olaya el attığı ve darbenin başarıya ulaşmaması için kritik müdahalelerde bulunduğu görülmektedir.[23] Marmaris’e gidecek helikopter ekibinin bekletilmesi, internetin kestirilmemesi vs, vs. Kuşkusuz bu ”gizli el”, ABD’den başkasını işaret etmemekte. Ancak bu noktada bir başka “elin” de tamamen “bihaber” olmadığının üstünü örtmemeli; o da Almanya elbette. Ekonomik ve siyasi olarak bütün Avrupa’nın hamiliğini üstlenmiş (İngiltere’nin Brexit kararından sonra bu konum iyice pekişmiş), dışarıdan sadece mülteci sorunu nedeniyleymiş gibi görünen ama özünde Ortadoğu’nun yeniden sömürgeleştirilmesinde “gizli ancak etkin”[24] bir konuma ulaşan, hatta kendisine bu ihtiyaçtan dolayı İncirlik’te özerk bir toprak parçası (askeri üs) tahsis edilen, topraklarında 2 milyon Türkiye vatandaşını barındıran[25] Almanya’nın Türkiye’ye ilgisinin, “gelişmelere müdahil olmayan, bunların sonuçlarına göre tutum geliştiren” bir içerikte olması beklenemez.
Sonuç olarak, komuta kademesi yarı yarıya azalmış, itibarı neredeyse sıfırlanmış, asıl tehdit olarak içine bakacak bir ordu ve böylesi bir orduyu yanı başında tutmak dışında bir tercihi olmayan, kafa hizasından gelebilecek bir kurşun beklemenin paranoyaklığını sürekli büyüten bir Tayyip Erdoğan, her zamankinden daha zayıftır, hem “iç düşmanlara” hem de “dış düşmanlara” karşı.
Tüm siyasi aktörler için yeni bir dönem başlamıştır, kimin kendi masasında “yazdığı kader” gerçeğe dönüşür, şimdiden kestirmek elbette imkansız. Ancak kim hangi kaderi yazarsa yazsın, bunu bekleyen ve seyreden olmamak gerek.
“Biz bu ülkeyi değiştireceğiz ve kader, sen buna boyun eğeceksin” diyen devrimcilerin yapacağı çok iş var.
[1] Bu bayramın en çoşkulu (!) kutlanacağı yıl da hiç kuşkusuz 2019 olacaktır. Tayyip Erdoğan o zamana kadar dayanırsa cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 2019 Ağustos’undan önce artık yer yerinden oynar.
[2] Bu alimler öyküsü, İslam peygamberi Muhammed’in bir hadisine (sözüne) dayandırılmaktadır. Bu hadiste, “Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmete dini işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir” denmektedir. Ancak hadiste geçen müceddid yani “men yüceddidü” sözü din alimleri arasında da tartışmalı bir konudur. Bazılarına göre bundan kasıt bir kişidir, oysa diğerlerine göre ise bu bir zat değil, bir cemaat bir kadrodur. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil, birkaç olacağını söyleyenler de vardır. Bunlarla birlikte, şimdiye kadar 14 olması gereken (610’da peygamber olunduğuna göre 2000-600=1400/100=14) müceddidlerin kimler olduğu da tartışmalıdır. Örneğin dokuzuncusu İmam Bulkini midir yoksa İmam Suyuri midir vs, vs.
Bundan çok daha kritik bir durum söz konusu aslında. Bu, Fethullah Gülen’in kendisini bırakın 14. İmam olarak görmeyi, peygamberlerden de yukarıda bir sıfatının olduğunu beyan etmesidir. “Kainatın İmamı” sıfatının tam ifadesi, diğer tüm peygamberlerin üstünde, Allah’tan hemen sonra geliyor oluşudur. Buradaki Kainat aynı zamanda diğer peygamberlerin yapamadığını (çünkü onlar bölgesel düzeylerde sınırlı kalmışlardır) yapıyor/yapacak olmasının simgesidir.
[3] Fethullah’ın, 1980 faşist darbesinin hemen ardından Sızıntı Dergisi’nde yazdığı “Son Karakol” yazısını hatırlatmak yerinde olur. O yazıda Feto, “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” diyor ve ekliyor Kenan Evren’in din dersini zorunlu hale getiren icraatını kast ederek ekliyor: “Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahrette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.”
[4] Darbe girişiminin tarih olarak erkene alınmasında şimdiye kadar dillendirilenler arasındaki en ciddi gerekçe; Cemaat üyesi subayların çok büyük bir kısmının YAŞ toplantısında ihraç edileceği. MİT’in bir liste oluşturduğu ve bu listenin Genelkurmay’a verildiği söyleniyor. Bu listedeki sayılar için ise 600 diyen de var, 4000 diyen de. Ancak neden gece yarısı değil de akşam 21.30’da başlandığı hâlâ tam olarak açıklanamadı.
[5] İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve hatta il emniyet müdürleri ortalıkta görünmemiştir, Bayrampaşa Çevik Kuvvet ilk “uyum sağlayan”dır. Yerel polis kuvvetleri tamamen ortalıktan çekilmiş, hatta Vatan Caddesi’ndeki il emniyet müdürlüğünde direniş bile olmamış, 4 tankla gelen darbeciler kendileri (bir süre sonra) vazgeçmiştir.
[6] Bu konuda eldeki tek veri, operasyonu yapacak olan ve hatta yapmaya girişen generalin ifadesi. Bu ifadeye göre operasyona başlama emri geç verilmiş hatta uzun bir süre çalışır vaziyetteki helikopterde uzun süre bekletilmişler. Bu süre kaybı ve bu sürede helikopterin yakıtının azalması Erdoğan’a hem zaman kazandırmış hem da takibin süresini azaltmış.
Eski özel harekatçı ve bir süredir TRT’de iliştirilmiş gazeteci olarak Kürdistan’da polisin yanında program yapan şimdilerdeyse neredeyse bütün televizyonlarda uzman olarak yeni bir işlev kazanan Mete Yarar’ın iddiası, darbecilerin mükemmel bir plana sahip oldukları ancak Erdoğan ve ekibinin birtakım taktiklerle bunları atlattıkları yönünde. Oysa yanıt verilemeyen sorular ortada. Sadece bu görev için bir araya getirilmiş, ne işi yapacaklarını hepsinin bildiği, başlarında bir tuğgeneralin olduğu, gece uçuş özelliğine sahip 3 helikopterin kullanıldığı 37 kişilik ekip neden dört saat boyunca harekete geçirilmiyor? Bu dört saat boyunca Erdoğan eniştesinden haber alıyor, oteldeki yerini değiştiriyor, 00.20’de yerel gazetecileri otelin önüne toplayıp açıklama yapıyor, bu açıklamanın ulaştırılamadığı öğrenilince bu sefer 01.10’da CNNTürk’e bağlanıp, o meşhur açıklama tekrarlanıyor, helikopterle Dalaman’a oradan İstanbul’a uçuluyor vs, vs. Tüm bunlar olurken operasyon ekibi hâlâ beklemede, Erdoğan bölgeden ayrıldıktan sonra otel basılıp geri kalan personele şiddet uygulamakla iştigal ediyor.
[7] Özellikle 1. Ordu Komutanı’nın, Erdoğan’ı İstanbul’a çağırırken kendisine güvenebileceği konusunda verdiği referans ilginç; “Beni Bahçeli’ye sorabilirsiniz”. Ayrıca bu iki komutandan da 1. Ordu komutanı Ümit Dündar Genelkurmay 2. Başkanlığı’na -ki bir sonraki atamada Genelkurmay başkanı olacak-, Özel Kuvvetler Komutanı Zeki Aksakallı ise tümgenerallikten korgeneralliğe yükseltilerek görev süresi bir yıl uzatılarak ödüllendirildi.
[8] En çok kalabalığın toplandığı Boğaziçi Köprüsü’ndekilerin sıkışan trafikte bekleyenler olduğunu görmek gerek.
[9] İsmailağa Cemaati’nin, Çarşamba’dan Vatan Caddesi’ne gelmesi ki mesafe iki kilometre bile değil, gece saat 3’ten sonra olmuştur.
[10] Askerlere su sıkan bir tek TOMA görüntüsü var mı? Durum “toplumsal olay” olarak görülmemiş ki “müdahale aracı” kullanılmamış.
[11] Bunun tarihteki örneği Adnan Menderes’tir.
[12] Reis’ini övmekte sınır tanımaz Bozdağ; “Geçmişte Yeltsin tankın üzerine çıkmıştı, esasında Tayyip Bey de uçağın üstüne”.
[13] Cezaevlerinde bolca bulunur “cam kabadayıları”; ya koğuş ağasına kızmıştır ya gardiyana ama ikisine de gücü yetmez, o da karizmasını cam kırarak, camlara kabadayılık yaparak gösterir.
[14] “Hizmet hareketinin” bu hizmetleri saymakla bitmez; Ergenekon, Balyoz, kaset kayıtları, seçim hileleri, vs,vs.
[15] Darbe girişiminden 23 Temmuz gününe kadar kamuda görevli 45 bin 484 kişi açığa alındı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda 21 bin 738, İçişlerinde 8 bin 777, Adalet Bakanlığı’nda 2 bin 935 kişi. Bu sayı 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde kamudan atılanlardan daha fazla.
[16] Bu entelijansiya içine Doğu Perinçek’i katmamak gerek elbette, o her şeyden vareste, kendine has bir yaratık. Bağırsağından tenya çıksa, onu da CIA ajanı ilan eder.
[17] Belki de bu açıklamayı tersten okumak daha doğru olabilir, yani “Türkiye’de savaş ve istikrarsızlıktan yanayız” minvalinde.
[18] İki KHK ile toplam 3073 asker (general, subay astsubay) ordudan atıldı. Sadece general sayısı 157.
[19] İsviçre ile dalga geçiyorlardı. İsviçre’de savaş pilotları saat 17.00’da mesai bitti diyerek uçuşa çıkmıyormuş. Şimdi bunlar mesai saatleri içinde uçacak pilot bulamıyorlar!
[20] “Evet, evet, bize en uygunu bu, hadi CHP’nin arkasına dizilelim” diyenler buradan bile duyuldu.
[21] Liyakatleri ne kadar yetersiz olduğu söylense de sonuç itibariyle devlet içinde 30-40 yıllarını geçirmiş bu şahıslar, tek bir hamlede tüm geçmişlerini ve geleceklerini riske atacak bir hamle içine girmişlerdir. Ve bu durum kolayca göze alınabilecek bir tercih değildir.
[22] Bu kadar çok parçalı bir organizasyonun tüm parçalarını (üstelik kısmen dışarıdan) kontrol etmek çok riskli. Yani Erdoğan cenahının her parçayı, yani suikast ekibini, kuvvet komutanlarını sindirme girişimini, televizyon yayının kesilmesini, internet erişiminin engellenmesini vs, vs. topyekun kontrol altında tutması olası olabilir ancak bunun risklerini göze almak neredeyse imkansız. Çünkü oluşabilecek en ufak bir terslik, örneğin suikast ekibinde çıkabilecek en ufak bir aksilik, maazallah Erdoğan’ı götürürdü.
[23] Bu noktada her şeyin arkasında bir uluslararası güç arayan Erdoğan’ın, Haziran İsyanı sırasındaki komplo teorileri hatırlarda, bu konuda tek laf etmemesi ilginç olsa gerek.
[24] Bu noktada ilginç bir noktanın daha altını çizmek gerek; Kürt Siyasi Hareketi dahil IŞİD’in bile (klasikleşen yöntemleri ile) doğrudan Almanya’yı hedef almaktan özellikle kaçınması?
[25] Hâlâ Almanyalı olmaya direnen, üstelik çok önemli bir bölümünün siyasi ve dini faaliyetlerine devam ettiği ve hatta bunları örgütlediği ve elbette Alman ekonomisinde yaklaşık yüzde 10’luk bir ekonomik gücü kontrol eden bir topluluk.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.