Taner Timur’un veya benzer görüşe sahip yazarların, tarihi istedikleri yöntemle ele alıp kurgulamaları kendi tercihleridir. Ama tarihi sürecin bilimsel bir çerçeveye oturtulmasını talep etmek de bizim hakkımızdır
Profesör Taner Timur, Birgün Gazetesi’nde yazdığı makalede uzun bir tarihsel süreci sanki yeryüzünden uzakta, insanların hayalinde, kavrayışında geçenlerin cereyan etmesi gibi anlatmış. Yani tarihsel süreç adeta sınıflardan, maddi üretim ilişkilerinden, ezilen uluslardan bağımsız cereyan ediyormuş gibi kurgulanıyor. Böylesi bir analiz metodu, çok açık ki siyasi baskı rejimi, toplumsal muhalefetin zayıflığı ve devletin şiddeti kadar ağır bir mesele. Elbette Taner Timur’un veya benzer görüşe sahip yazarların, tarihi istedikleri yöntemle ele alıp kurgulamaları kendi tercihleridir. Ama tarihi sürecin bilimsel bir çerçeveye oturtulmasını talep etmek de bizim hakkımızdır
Materyalizmin tarihsel bir zemine yerleştirilmesinde, büyük katkısı olan Friedrich Engels, 1895’te “Olaylar güncel tarihle değerlendirilirse nihai iktisadi nedenlere kadar uzanmak asla olanaklı olmaz” diye yazmıştı.
F.Engels, Marks’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” eserine (ki bu eser Marks’ın modern tarihin bir dönemini -1848 devrimlerini- materyalizm kanunları ile açıklama yolunda ilk çabasıdır) 45 yıl sonra yazdığı “giriş”te siyasetin güncel, görünen olgularının arka planındaki gerçek temelin (nedenlerin) kısa vadede, yani olayların vuku bulduğu anda ortaya konulamayacağını belirtir. “Belirli bir dönemin ekonomik tarihine güncel gözle bakamayız. Bu ancak sonradan bir ‘bakış’ olabilir, yani gerekli malzemeleri toplayıp biriktirdikten sonra yapılabilir.”
Şunu da ekler: “Materyalist yöntem çoğu zaman siyasal çatışmaların, ekonomik gelişmenin meydana getirdiği toplumsal sınıflar ve sınıfların kendi bölümleri arasındaki mücadeleden doğduğunu; ve siyasi partilerin bu sınıfların ve sınıfların fraksiyonlarının az çok ifadesi olduklarını göstermekle yetinmek zorunda kalır.”
Ne yazık ki, hâlâ güncel olan (ve sınıflar mücadelesi sürdükçe güncelliğini yitirmeyeceği muhakkak olan) Engels’in makalesi, siyasal analiz uzmanının, sosyoloğun, iktisatçının, gazete köşe yazarının, aşırı derecede bol olduğu Türkiye’de gerekli ilgiyi hiçbir zaman göremedi (Bu mesele verimli ayrı bir inceleme konusu).
Engels’in bu çok önemli tarihi makalesini hatırlamama sağ olsun, Marksist diye de nitelenen Profesör Taner Timur vesile oldu.
Şöyle, geçen gün Profesör Taner Timur, Birgün Gazetesi’nde yazdığı makalede (Aydınlanma, çağdaş dünya ve ‘üç tarz-ı İslâm’, 10 Temmuz 2016) uzun bir tarihsel süreci sanki yeryüzünden uzakta, insanların hayalinde, kavrayışında geçenlerin cereyan etmesi gibi anlatmış. Yani tarihsel süreç adeta sınıflardan, maddi üretim ilişkilerinden, ezilen uluslardan bağımsız cereyan ediyormuş gibi kurgulanıyor. Böylesi bir analiz metodu, çok açık ki siyasi baskı rejimi, toplumsal muhalefetin zayıflığı ve devletin şiddeti kadar ağır bir mesele.
Elbette Taner Timur’un veya benzer görüşe sahip yazarların, tarihi istedikleri yöntemle ele alıp kurgulamaları kendi tercihleridir. Ama tarihi sürecin bilimsel bir çerçeveye oturtulmasını talep etmek de bizim hakkımızdır.
Makalemizin sınırları içinde T. Timur’un vardığı sonuçları tartışmaktan çok, yazarın yöntemini, meseleyi ele alış tarzını ele alacağız.
****
Taner Timur makalesinin ilk pasajında “Aydınlanma yüzyılında soylularla filozofları bir araya getiren Paris salonlarında sık sık ‘Nasıl Türk olunur?’, ‘Nasıl Acem olunur?’, ‘Nasıl Çinli olunur?’ diye sorular sorulur ve tartışılırdı. (…) Aydınlanma çağında Osmanlılar asla ‘Nasıl Fransız olunur’, ‘Nasıl İngiliz olunur?’, ‘Nasıl Alman olunur?’ gibi sorular sormadılar. Günahtı böyle sorular, cezaları ağır olabilirdi. Hatta içlerinde yaşayan Rumları, Ermenileri ve Yahudileri bile anlamadılar” görüşüyle, milliyet, milletleşme vatandaşlık meselelerine gönderme yapıyor. “Osmanlı İmp. devri çağın gerisindeydi” genel geçer yaklaşımını (“edebi” bir süs katarak) tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.
Ama meselenin maddi, sınıfsal, sosyal boyutuna tek kelime ile değinemiyor. Timur, tarihsel bakımdan ihtiyaçların, taleplerin ve düşüncelerin maddi süreçten yani üretimden sınıflardan, üretici unsurlardan bağımsız biçimde ortaya konulamayacağını kavramamış gözüküyor? Üstelik Osmanlılar dediği kesim de muğlak. Bu Osmanlı ifadesi devleti mi, Saray’ı mı Sultan’ı mı? Veya bütün bir toplumu mu içeriyor? Cumhuriyet karşıtı, sınıflardan arınmış geri bir dönemi nitelendirmek için kullandığına kuşku yok. Bu tür bir yaklaşımın toplumun gelişme sürecini, bu sürecin niteliğini ortaya koyması mümkün değil.
Timur daha sonra milliyet-millet olma-vatandaşlık meselesinde Osmanlıların yaya kalmasını “Ve Osmanlılar da böylece temelsiz bir gurur ve ibret verici bir zihni tembellik içinde dış dünyaya kapalı kaldılar. Sonunda da sadece yabancıların tarihini değil, kendi tarihlerini de Avrupalılardan öğrenmeye başladılar” şeklinde izah ediyor!
Görünüşteki olguları, daha doğrusu kendi gördüğü noktaları ortaya koyuyor ve tarihi karşılaştırma yaparak bir kanaate varıyor. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda egemen düşüncenin (egemen düşünceyi üretenlerin) Aydınlanma Çağı’nı (yani Burjuva devrimleri) “anlamamasının” ve tabi ki beslenememesinin nedeni olarak kişileri, onların (çalışkanlığı veya tembelliği gibi) davranışlarını, iradelerini sorumlu tuttuğu anlaşılıyor. Rasyonalist bir açıklama çabası. Gelgelelim tarihin bu türden yorumu burjuva idealizminin sınırları içinde kalır. Şunu da belirtmeliyim ki Timur’un bu yaklaşımı Doğan Avcıoğlu’nun pozitivist tarih incelemesinden de, kendi eseri “Türk Devrimi ve Sonrası”ndan da geri bir düzeyi ifade ediyor.
***
Devam edelim.
Timur şunları yazmış:
“Aydınlanma çağı, düşüncede her türlü tabunun yıkıldığı çağ olduğu gibi, cemaat zihniyetinden cemiyet (millet) zihniyetine geçiş çağı da oldu. (…) Bizde ise cemaat-cemiyet sorgulamaları ancak 1908’den sonra başladı. Osmanlı Devleti’nin “ecnebi sermayenin jandarması” haline geldiği son dönemde bu konudaki arayışlar “üç türlü siyaset” arasına sıkışıp kalmıştı: Türkçülük, İslâmcılık, Garpçılık! Abdülhamit İslâmcılığı, yüzeysel Tanzimat “garpçılığı”na; Gökalp Türkçülüğü de Abdülhamit’in siyasal İslâmcılığına tepki olarak doğdu ve hiçbiri de başarılı olamadı. Yüz yıl sonra bugün vardığımız noktaya bakılırsa, hilafet ve saltanatı kaldıran ve her türlü din ve ırk bağı dışında bir vatandaş yaratmayı hedefleyen Türk Devrimi’nin de hedefine ulaştığını söyleyemeyiz. Özellikle de İslâmcı bir iktidarın, kendi “dava”sını zafere ulaştırmak hırsıyla 2023’e doğru “kutsal yürüyüş” yaptığı şu günlerde..”
Hep geç kalan (Niyazi Berkes buna bocalama adını vermişti) Türkiye… Üstelik “ileri noktayı” (ya da ölçütü) nedense sosyalizm mücadelesi veya modern işçi sınıfının kitlesel mücadelesi (ayaklanma ve devrim) temsil etmiyor da yine burjuva devriminin sınırları içindeki “aydınlanma” temsil ediyor (Bu “aydınlanma zirvesi”nin ekonomik bakımdan simetrik karşı noktası da “kalkınma” olgusudur. Allah’tan Timur bu meseleyi de işin içine katarak analizini zenginleştirip ufkumuzu genişletmemiş). Cemil Meriç bile “Çağımız (ütopik sosyalist) Saint Simon’la başlar” derken, (muhakkak ki burjuva devrimlerini küçümsemiyordu) 1848’lerden sonra perspektifin (hedefin) farklı olduğunu, belirtmiş oluyor, sosyalizm çağını işaret ediyordu. Bir bakıma sosyalizmi işaret noktası olarak belirtiyordu.
Milletleşme-milliyetçilik cereyanının Türkiye’de neden 1900’lerde başladığı cevap verilmesi gereken bir meseledir ve buna tarihi materyalizmin hareket kanunları dışında gerçek bir cevap veremeyiz. Çünkü bu “geç milliyetçiliğin” tarihi, maddi, sınıfsal, sosyal nedenleri vardır. Bu nedenler ortaya konulmadan, hiç olmazsa bu nedenlere işaret edilmeden, 1908 Devrimi, milliyetçilik akımı, Kemalizm, Ermeni Tehciri, Müslüman tüccarın devlet himayesine alınması, Devletin ta 1908’den bu yana işçi sınıfına karşı sert tedbirler alması, ve şimdi güncel ve acil olan Kürt Sorunu ve de İslamcılık kesinlikle ortaya konulamaz.
Ziya Gökalp’in Diyarbekir’den gelen bu Kürt asıllı aydının neden tam da o devirde Türkçülük imal edicilerinden biri olduğu de anlaşılamaz. Kısaca şunu belirtebiliriz ki, dönemin maddi üretim ilişkileri, sınıfsal, sosyal özellikleri, ulusal taleplerin canlanması, egemen sınıflar arasındaki mücadele 1908 devriminin koşullarını yarattığı gibi, tam da bu Türkçülük (milliyetçilik) için uygun (gerekli kaçınılmaz) iklimi yaratmıştır. Düşünceler, düşünce akımları tam da bu maddi gerçekliğin yansıması, ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Tarihi materyalizmin kanunları başka türlüsünün de olamayacağını ortaya koyuyor.
***
Sınıfsız-sömürüsüz -kaynaşmış bir halkız!
Timur’un, Kemalizmin “sınıfsız-sömürüsüz-kaynaşmış halk” tezine nazire yaparcasına Türk Devrimi’nin (1923) “Her türlü din ve ırk bağı dışında vatandaş yaratmayı hedeflediği” iddiası bir safsatadan ibarettir. Pozitivist bir temelden, dahi yoksundur. Her şeyden önce, yeni rejimin “vatandaşlık hukuku” bakımından bir dizi hukuki düzenlemesi (vergi düzenlemeleri, medeni haklar, miras hakları, çalışma hakkı kadın hakları vs.) kapitalist sermaye birikiminin önünün açılması için kaçınılmazdı. Tarihi materyalizm çerçevesinde meseleye bakarsak, Milli Mücadele’nin başlıca örgütleyicisi sınıf olan yerli-Müslüman Türk burjuvazisinin bilincine çıkmamış olsa dahi, tarihi bakımdan, kapitalist sermaye birikiminin sağlanması için en önemli birkaç nesnel şarttan biriydi. Bu türden medeni haklar belli ölçüde sağlanmadan “serbest emek pazarı” oluşturulamazdı.
Şurası muhakkak ki kapitalist sermaye birikimi, feodal bağlara sahip emekçi üzerinden tesis edilemez. Böylesi bir emek pazarının oluşabilmesi için, işçinin pazara özgürce gelip, kapitalistle (yazılı-sözlü) sözleşme yapması gerekiyordu. Ve bunun sağlanması için işçi adayının (kadın veya erkek hatta çocuk) dinle bezenmiş feodal bağlardan belli ölçüde kurtulması zorunluluktu. İşçinin işgücünü, kapitaliste “özgürce” satabilmeli ki gerekir ki artı-değer üretimi gerçekleşsin.
Sonra bu artı-değeri kapitalist ele geçirsin ve sermaye biriktirsin, Dolayısıyla, bu “vatandaş yaratma meselesi” sınıftan-sömürüden-kapitalizmden bağımsız biçimde analiz edilemez. Etmek için herhalde Timur gibi “derin siyasal analizler” yapıyor olmak gerekiyor.
Sonra, cumhuriyetin tek parti rejiminde Zonguldak maden havzasında ve başta Karabük demir sanayi ile Sümerbank fabrikaları (Bursa-Kayseri-Nazilli) olmak üzere “mecburi çalışma” düzeninin (izinsiz şehri terk edememe köyüne dönememe, belli çalışma süresini doldurmadan işinden ayrılmama vs), medeni ve özgür vatandaşlık ile bağdaştığı da herhalde iddia edilemez. Bu nedenle o vatandaş yaratma iddiası demokratik haklarla, modern bir iş kanunu (Batıda olduğu gibi) ile sarılıp sarmalanamamıştır. Ayrıca (aşağıda belirtiyorum) burjuvazinin tarihsel korkularıyla sakatlanmıştır da.
Kısacası rejimin vatandaşlık konusundaki tutumu, sermaye sınıfının tarihi ve andaki ihtiyaçlarıyla uygundur. Bir başka ifade ile, sermaye sınıfının ihtiyaçları bu vatandaşlık meselesinin çerçevesini çizmiştir. Bu konuda bir tutarsızlık yoktur. Tutarsızlık Timur ve benzeri siyasal uzmanlarımızın “idealist” yaklaşımı ile “olguların gerçek nedenleri” arasındaki çelişkinin büyüklüğünde ve bu çelişkinin burjuva safsataları (ideoloji) ile doldurulmaya çalışılmasındadır.
Mesele burada tamamlanmıyor. Olgular, rejimin “vatandaş yaratırken” din ve ırk bağını gözden kaçırmadığını da kesin biçimde ortaya koyuyor. “Korkak” Türk yerli burjuvazisi (Tarihsel korkusunun nedenleri ve bu korkudan neşet eden, halen güncel olan Ermeni tezi, Kürt meselesi, İslamı kontrol altında tutma politikası gibi siyasal angajmanları bu tarihi nedenlere kadar uzanır) Türk asıllı olmayan ve İslam dininden olmayan (Gayri-Müslimler) vatandaşların yapamayacağı işlerle ilgili yasal düzenlemelere ihtiyaç duymuş, medeni hakları, Batı Avrupa burjuva devletlerinin gerisinde kalarak sakatlamıştır da.
Sınıfsız, maddi temelden yoksun İslam
Timur, daha sonra günümüze sıçrıyor, izleyelim:
“Aslında bugün bu ülkede karşı karşıya olduğumuz temel soru şudur: Anayasa’sında laikliği temel bir ilke olarak benimsemiş olan Türkiye’de, bu soyut ilke, [her türlü din ve ırk bağı dışında bir vatandaş yaratmayı hedeflenmesi] nasıl toplumsal ve kültürel yaşantımızın doğal bir parçası haline gelecektir? İnancın din dışında da (felsefî, etik, estetik) kaynakları bulunduğuna göre, kağıt üzerinde halkının % 99’u Müslüman olan bir ülkede, pratikte inanç özgürlüğü nasıl sağlanacaktır?”
Şu meşhur, ülkenin yüzde doksan bilmem kaçı Müslüman ifadesi… (Genellikle yüzde 98 denilirdi ama Timur derecesini artırmış yüzde 99 yapmış) Tabi ki oranın şu veya bu olması mesele değil. Bizi ilgilendiren mesele toplumun neden din bağı veya din ilişkisi üzerinden ifade edildiği. Mesela neden sınıflar düzeyinde ifade edilmez bir toplum. Üstelik günümüzde (1900’ler veya 1930’lardaki gibi) nüfusun küçük bir kısmını değil en büyük kısmını ücretliler oluştururken. 2015’in Türkiye’sinde 17 milyona ulaşan bir ücretli işçi sınıfına aşağı yukarı 2 milyona yakın irili ufaklı burjuva sınıfına, 2,5 milyon kadar esnafa vs. sahibiz (Şükür ki epeydir bu türden ifadeler için toplumu sınıflara bölmek iddiasıyla dava açılmıyor). Bu maddi temel yerine, toplumu, kimlikler, dini tercihler, davranışlar, oy verilen partiler vb. bakımından analiz etmek mümkündür. Mümkündür ama burjuva idealizminin sınırları içinde kalınmış olunur yine. Biz dini kimliği kullanacaksak bile bu sınıfsal maddi olgular temelini ihmal etmeden kullanırsak toplumun gerçek vaziyetini ve gelişme eğilimlerini ortaya koyabiliriz.
***
İslamcı siyaseti de (Milliyetçi Yusuf Akçura’ya nazire yaparak) üç grup içinde “yeniden tarif ediyor”: “Gerçekten de finans hegemonyası çağına damgasını vuran Aydınlanma ve devrim düşmanlığı, yüzyıl önceki ‘Üç Tarzı Siyaset’i bugün karşımıza ‘Üç Tarz-ı İslâm’ olarak çıkardı.”
Timur, günümüzün iktidarını eleştirirken şunları belirtiyor:
“Aradan yüz yıl geçti; devran döndü; bugün bu kez de Abdülhamit özentileri çağında yeni bir ‘siyasal İslâm’ dönemi yaşıyoruz. (…) Kalbi fundamental İslâm’da; ara sıra cihadistlere de göz kırpıyor; (…) [Geri dönülmez noktayı] çoktan aşmış durumda! Temsil ettiği ‘tarz-ı İslâm’ diğer iki tarzın kötü taraflarını kopyalamakla meşgul; fakat ne fundamentalistlerin ‘kalbine’, ne de modernistlerin ‘aklına’ sahip görünüyor. Günler oy ve çıkar hesaplarıyla geçiyor ve bir zamanlar Yıldız Külliyesi’nde oturan ‘Usta’nın akıbeti bugün de ufukta şekillenmeye başlıyor.”
Yine aynı hikaye… Yazarın AKP iktidarını kastettiği muhakkak ama bu iktidarın hangi sınıfların temsilcisi olduğu, sermaye sınıfının ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı, sermaye içindeki bazı fraksiyonlara doğrudan dayandığı, veya dayanması gerektiği gibi araştırma yapma derdi yok. Ve partinin İslamcılık özelliğinin tam da bu sınıfsal olgulardan, yani genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekle birlikte, İslamcı irili ufaklı bir burjuva sınıfına yaslanmış olduğundan neşet etmiş olduğunu dikkate almıyor.
Sonra, işçi sınıfının küçümsenmeyecek bir kitlesini, ortalama ücretlerin sistemli biçimde düştüğü, işçi mücadelesini son 14 yılda İslamcılık da dahil bir dizi politikayla kontrol altında tuttuğuyla da ilgisi yok Timur’un. Ve bu sayede 1965’lerden sonra genel grevsiz, sürekli düşen ücretler eşliğinde sermayenin (kar oranları düşse de) istikrarlı biçimde biriktiği bir dönem olduğuyla da ilgilenmeyeceği muhakkak.
***
F. Engels, bir başka (Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm) eserinde “Her tarihsel dönemin, dini, felsefi ve öteki fikirlerini da açıklamaya yarayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. [Ancak böylelikle] idealizm son sığınağından tarih anlayışından kovulmuş, tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış (…) oluyordu” değerlendirmesini yapar.
Engels bu satırlardan sonra materyalizmin veciz cümlesini de ifade eder: “[Tarihsel Materyalizm ile] insanların varlığını bilinçleri yoluyla açıklamak yerine, insanların bilincini varlıkları yoluyla açıklamak için bir yol bulunmuş oluyordu.”
AKP veya başka parti, İslamcılık, işçi sınıfının İslamcılıkla ilgisi vs. bütün bu olguların arka planına, bakmak, bu olguları ortaya çıkaran maddi kuvvetleri, sınıf mücadelesinin durumunu, bu mücadeleye göre şekillenen siyaseti, toplumsal muhalefeti vb. ortaya koymak zorundayız. Ancak bu şekilde tarihin sınıf mücadelesi eksininde ilerlemesine katkı sağlayabiliriz.
Timur’un maddi üretim sürecinden ve bu sürecin oluşturduğu sınıflardan, bu sınıfların siyasete yansımasından bağımsız ve bunları yok sayan analizlerinin ve İslam’ı ele alan yaklaşımının burjuva düşüncesinin sınırları içinde olduğu ve ondan beslendiği muhakkak. Ama bunun burjuvazinin gerçek gücünü, yani maddi üretimdeki rolünü ve bunun devlet üzerindeki hakimiyetini dikkate almamış olmasının burjuvaziye dahi yararı olmaz. Değil ki işçi sınıfına ve toplumsal muhalefete olsun.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.