Ülkemizin doğusunda olup bitenle ilgili susmamız mümkün değildir. Bunun bitmesi için birer vatandaş olarak elimizden gelen yalnızca barış isteriz diye haykırmaktır. Bunun doğru anlaşılması için ne yapabiliriz, yalnızca metne, kelama, şiire güvenebiliriz Meclis geri dönüşü olmayan bir karar aldı; dokunulmazlıkları kaldırdı ve bunun işaretlerini çoktandır hissediyorduk, tarifsiz bir keder, hayal kırklığı ve korku içindeyim. Can […]
Ülkemizin doğusunda olup bitenle ilgili susmamız mümkün değildir. Bunun bitmesi için birer vatandaş olarak elimizden gelen yalnızca barış isteriz diye haykırmaktır. Bunun doğru anlaşılması için ne yapabiliriz, yalnızca metne, kelama, şiire güvenebiliriz
Meclis geri dönüşü olmayan bir karar aldı; dokunulmazlıkları kaldırdı ve bunun işaretlerini çoktandır hissediyorduk, tarifsiz bir keder, hayal kırklığı ve korku içindeyim. Can Dündar davası, barış metni imzacılarına devletin takındığı tutumun haksız acımasızlığı… Meclis’in kararı titrek ve kırılgan olsa da en son barışçı iletişim ortamını yok etmek ne anlama geliyor. Konuşmak ve karşıdakini anlamak dışındaki seçenekleri çok uzun süredir denemedi mi devlet. Bunun sonucunda 30 binden fazla hayat sönmedi mi? Kalanların büyük acıları sürmüyor mu? Hayatım boyunca yaptıklarımdan çok yapmadıklarımdan pişmanlık duydum. Çünkü yapmam gerekip de yapmadığım eylemde belirleyici duygu “korku” idi. Bugün dünyada ve Türkiye’de iklim korkunun çok hakim olduğu bir iklim.
Birkaç yıl önce bazı kavramları, kelimeleri giderek daha az kullandığımızı fark etmiş ve bir yerlere not almıştım. Artık bu kelimeler aklımıza daha az geliyorlar ve yaşamın içindeki işlevlerini, doldurdukları yeri “şerefli bir geri çekiliş” olarak adlandırırsak, nesnelliğimizi yitireceğimizden korkmamız gereken bir şekilde terk ediyorlar, hızla. Korkunç bir hızla.
Dille ilgili bir sorun bu bir yönüyle, dolayısıyla da yaşamla. Şairlerin belki de fark edemedikleri ya da ilk onların fark ettiği şey, dilimizin gittikçe azaldığı, hastalandığı. Bu nedenle şiir imkansız artık. Çaresi bulunamayan bir hastalık bu. Dile ve dille bulaşan bir hastalık olduğu için yaşama da bulaşıyor doğal olarak; adetlere, geleneklere, selamlaşmalara ya da alışveriş kültürüne, gündelik dile ve sonuçta edebiyata, metine ve algıya bulaşıyor. Çok ayrıntısına girmek istemiyorum ama iletişimi felç eden bu hastalığın asıl sebebi reklamlar değil; ama en büyük taşıyıcısı reklamlar. Reklamlar hastalığın ürediği merkez olan tüketim kültürü tarafından üretiliyor çünkü. Reklamların neredeyse hiçbirinde biz sıradan insanların “empati kurması, dayanışması ve veya paylaşması” “diğerini anlaması”, “anlamaya çalışması” , “barış” veya “özeleştiri” önerilmez. En fazla bireylerin bir bankayla, su satan şirketle ya da otomobille ilişki kurması önerilir.
Dayanışma, empati, sevgi ve paylaşma yalnızca reklamlardan mı, yaşamdan mı yoksa dilden mi soyutlandı, sorusu da en azından şu an için çok değerli bir cevap sunmaz bize. Asıl olan hepsinde hızla yok olmalarıdır bu değerlerin. Reklamlar soyut bir kısa film, grafik tasarım ya da metin değildir. Dünyanın sahiplerinin bugünü ve geleceği nasıl şekillendirmek istediklerini anlatan manifestolardır. Reklamlar geleceğin ekonomik, politik, kültürel sistemlerinin nasıl olacağının, dünyanın gerçek sahipleri tarafından bize bildirildiği, duyurulduğu, tanıtıldığı, sevdirilip benimsetilmeye çalışıldığı çok önemli yapıtlardır. Bu nedenle darbe dönemlerindeki hükümet bildirilerinden daha sık okunur, söylenir ve gösterilirler. Dünyanın neredeyse en kabiliyetli ekiplerine yaptırılırlar. Reklamları yaptıranlar havaalanları inşa eden, fabrikalara sahip olan, devletleri yöneten, futbol kulüplerine başkanlık eden, faizleri ve döviz kurlarını belirleyenlerdir. Yaşamımızı ve reklamları belirleyenler aynıdır. Onlar, dayanışmamızı ve paylaşmamızı istemiyorlarsa, biz bunları yapamayız, böylece onlar yaşamda yok olur. Bütün bu sert ve anlamsız dilin, hastalığın çıktığı noktalardan biridir reklamlar. Bugün görsel ve işitsel tükettiğimiz metinlerin hemen tümü reklamdır. Haberler, ekonomi programları, meclisteki dilde gizli olan, parti sözcülerinin basına okudukları. Dolayısıyla bir metin gördüğümüzde ilk algımız ve şüphelendiğimiz şey onun bir manifesto, bir reklam olduğudur. Barış isteyen bir metni de korkarım cumhurbaşkanı öyle gördü. Samimi bir metin olduğunu bir an bile düşünmedi. Ama böyle düşünmesi gerekirdi, samimi olduğunu, gerçekten barış isteği için yazıldığını düşünmesi gerekirdi, bu yönde çok kuvvetli belge, emare, delil, durum, ifade, imza atanlarca tekrar tekrar açıklanan niyet bildirimleri var ve o herkesin cumhurbaşkanı. Öyle olması gerekir. Çok uzun zamandan beri reklamlar konuşur biz dinleriz. Ve gittikçe sessizleşiriz. Bu nedenle de ayrıca önemli ve çoktan olması gereken gecikmiş bir şeydi bu imzalanan metin.
Artık neredeyse bütün okumalarımızı reklamın ürettiği ve kalıcı kıldığı bir mantık üzerinden yapıyoruz. Okuduğumuz metinle ve metni oluşturanla empati yapmıyor, anlamaya çalışmıyor ve dahası o metnin bir iletişim kurmaya, şartlar ne kadar kötü olursa olsun bir çözüm bulmaya çalıştığına baştan inanmıyoruz. Bilim insanlarının ve şimdi de çok geniş başka gurupların imzaladığı metni okuyan cumhurbaşkanımız da böyle yaptı kanısındayım: “Bunlar benden değil, öyleyse yaptıkları kötüdür.” Biliyorsunuz öyküyü; aslan kuzuyu yemeyi kafasına koymuş ve demiş seni yiyeceğim çünkü az yukarıdan, akıntının geliş yönünden dereye yaklaşıyorsun ve suyumu bulandırıyorsun. Bu sefer aslanın ve derenin daha aşağısına geçmiş kuzu ve aslan yine seni yiyeceğim ne cesaretle bana sırtını dönüyorsun demiş. Eğer metinde PKK ile ilgili belli bölümler, tavsiyeler ya da kınamalar olsaydı korkarım “Teröristle devleti aynı dille uyaran bu metin…” diye başlayan ve bugünkü korkunç sert tonda ilerleyen eleştiriler yapılabilirdi. Asıl olan bu metin değil asıl olan birbirimizi nasıl gördüğümüz. Ben bu metni imzalamayan biri olarak niçin bütün benliğimle bu metni imzalayanların yanında olduğumu anlaşılır ve ötekileştirmeyen bir dille anlatmaya çalışıyorum yalnızca. Bu nedenle hem metinlerle kurulan başta reklam ama kapitalizmle ilgili bir çok başka parametrenin zehirlediği yaklaşımlara, hem empati ve sevgi eksikliğine ve hem de devleti yönetenlerin ayrıntılarıyla bakmayı unuttuğu imzacı gurubun özelliklerine bakmak istiyorum. Çok kısa bir anlatımla dünyayı başka insanları eğiterek değiştirmeye çalışan, emeklerinin karşılığını çok eksik alan ve şiddetten uzak bir gurup bu. İçlerinde alanlarında dünyanın en iyi kabul ettiği insanlar var, ya da en iyilerden. Bu metinde ne diyorlar; barış istiyoruz. Başka bir şey isteseler bunu söylerler miydi, bir çoğu evet söylerdi. Bu insanlar genelde yalan söylemiyorlar. Bu nedenle daha önce soruşturma, sürgün, hapis, işkence, ölüm görmüşler. Ama büyük çoğunluğu yalan söylememiş, aksine düşündüklerini söylemişler. Düşündüklerini özgürce, tüm tehlikelere rağmen söylemişler ve ben de onları bunun için destekliyorum. Asıl olan düşüncelerin özgürce söylenebildiği bir toplumda yaşamaktır. Asıl olan karşı olduğumuz düşüncelerle ilgili eleştirilerin tehdit tonunda olmadığı, ayrıştırıcı ve ötekileştiren, aşağılayıcı bir dilin kullanılmadığı bir toplumda yaşamaktır. Günler geçiyor ve bu metni yazanlar savaş istediğimiz için yazdık demiyorlar. Barış için yazdık diyorlar. Velev ki metinde hatalar eksikler yanlışlar ve yanlış anlaşılacak şeyler olsun, yazanlar barış için yazdık demekte ısrar ediyorlar. Bu yetmez mi bugünkü korkunç sert söylem ve süreçleri durdurmak için.
Cumhurbaşkanımız son on dört yılda, kendi iktidarları döneminde yapılan otoban, cami, rezidans, AVM, köprü HES ve taş ocaklarının yanında kadın cinayetlerinde eğitimde ifade özgürlüğünde ülke içinde meydana gelen ve çok sayıda insanın öldüğü iş ölümleri ve patlamalardaki istatistiklere de bakmalı. Kalkınmaya, demokrasiye, özgürlüklere, mağduriyetlere çok farklı açılardan bakılabilir. Bu ülkede yaşayan insanların bir kısmının kızgın olma hakkı da vardır. Şu anda ülkenin doğusunda olan bitenle ilgili hepimiz devletin dilinden konuşmak zorunda mıyız. Devletin dilinden konuşmayınca bu yalnızca teröristin dili diye mi adlandırılabilir. Hiç şüphe yok ki o metin bir gün sonra yazılsaydı bir gün sonraki karakol patlamasında ölenler için de aynı keder, üzüntü belirtilecekti. Dolayısıyla devlet dilinden terörist dilinden farklı okumalar, anlatılar, eğilimler, arayışlar mümkün ve imzacılar bunda ısrar ediyorlar, nede ısrar ediyor: BARIŞ İSTEĞİNDE. Bu önemlidir. Barış önemlidir. Üçüncü bakışlar olabilir, olmalıdır ve demokrasilerde farklı bakışlar önemlidir, demokrasilerde sıklıkla yalandan da olsa bu farklı bakışlar teşvik edilir. Çünkü bu bakışlar görülmeyeni, fark edilmeyeni, çözümü işaret edebilir. Metinden benim anladığım şey çok açık ve basit: Savaş dursun, insanlar ölmesin. Hiç kimse ölmesin. İnsan hakları ihlalleri son bulsun. Bu dilekleri çok doğal olarak da devlete yöneltmiş bir metin bu.
Cumhurbaşkanımız bugüne kadar gelen tüm cumhurbaşkanlarımızın kaç vatandaşını mahkemeye verdiğine ve kendisinin kaç vatandaşı mahkemeye verdiğine dair somut rakamlara bakarsa bu ülkede yaşayan vatandaşların bir kısmı ile nasıl iletişime kapalı bir haleti ruhiyeyle ilişkilendiğini rahatlıkla görecektir. Hele kendisi gibi düşünmeyenlere karşı içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi çok rahatlıkla görecektir. Cumhurbaşkanımız son on dört yılda kaç defa kandırıldığına bakarsa (sorumlu mevkidekilerin kandırılmış olması bizim kandırılmamıza benzemez, önemli bir hatadır, çünkü bu kandırılmışlığın sonuçlarından teorik olarak tüm toplum zarar görür bu nedenle sorumlu mevkidekilerin kandırılmamaları gerekir) sıradan insanların hata yapabilmelerinin mümkün olacağını, buna rağmen, çok büyük hatalar yapmasına rağmen kendisini cumhurbaşkanı yapmış bu halka bakarak anlayabilecektir. Anlamasa da hoş görmelidir. Kendisi bunca hataya ve kandırılmışlığa rağmen bugün bu ülkenin en önemli mevkiindedir. Peki bu metni imzalayarak Cumhurbaşkanımıza göre hata yapan bu barış isteyen hocalar ne durumdadır, onların eşleri çocukları öğrencileri ne durumdadır. Atılanlar var savcılığa çağrılanlar var, her gece bir sonraki gün ne olacak diye bekleyenler var, çantalarını, valizlerini hazırlayanlar var, çok insani bir duyguyla korkarak imzasını çeken ve bu kez de arkadaşlarıyla arası açılanlar var, var.
Ayağa kalkması ve ateşi bulması, insanı diğer hayvanlardan ayıran yönlerindendir. Konuşması, fikirlerini ifade etmesi, özgürce ifade etmesi ve oyun oynayabilmesi bana göre daha da belirleyici birer özelliktir. Ateş bulunmasaydı, bugün oyun oynayacak, şaka yapacak ve şiir yazacak çok daha az sayıda insan kalırdı belki. Ancak salt ateşi bulup ayağa kalkmakla yetinseydi, o insan, bugünkünden çok farklı bir şey olurdu: Olsa olsa reklamların bir yüzyıl sonrası için tasavvur ettiği ve inşa etmeye çalıştığı şey olurdu. Ama bunlar olmadı, insan konuştu. Bu nedenle ülkemizin doğusunda olup bitenle ilgili susmamız mümkün değildir. Bunun bitmesi için birer vatandaş olarak elimizden gelen yalnızca barış isteriz diye haykırmaktır. Bunun doğru anlaşılması için ne yapabiliriz, yalnızca metne, kelama, şiire güvenebiliriz.
Kelam kutsaldır. Söz uçmaz. Yazı uçmaz.
Konuşmak kutsaldır (magazin programlarını, hava durumu ve maç sunucularını, reklam seslendirenleri bir tarafa bırakacak olursak).
Belki de bu nedenle bütün öğretiler, bütün dinler, Uzak Doğu ve Batı felsefesi “az” konuşmayı, bir başka deyişle dili ekonomik kullanmayı ama yine de konuşmayı öğütler. Susmayı değil. Reklamlar vasıtasıyla kelam da artık alınır satılır bir metaya dönüştü. Cep telefonları icat olduktan sonra bugüne kadar dünyada var olmuş bütün öğretilerin tersine bir mesaj vermeye başladı reklamlar: Daha çok konuşun, konuşun, konuşun, durmadan konuşun. Ama bu bizim konumuzla ilgili bir öneri değil şüphesiz. “Dayanışma ve paylaşma”, “karşıdakini soğukkanlılıkla dinleme” kelimelerinin manalarını hatırlıyoruz ama kavramların yaşamdaki karşılıklarını unuttuk. Daha önceleri eskiyen eşyalarımızı bunları alamayanlara verirdik; eskiyen eşyanızı geri getirin yenisini daha ucuza alın kampanyalarından sonra bunu da unuttuk. Kelimeler kirlendi. Özgürlük deyince aklımıza bir cep telefonu ve özgür bir kız geliyor; eskiden başka şeyler gelirdi. Kelimeler kirlendi, ama kirlenmenin çok güzel bir şey olduğunu söylüyor televizyon sürekli: Kirlenmek güzeldir.
Kirlenmek güzel değildir, insanlar ölürken susmak güzel değildir, cep telefon reklamlarının önerdiği gibi boş konuşmak güzel değildir. Korkularımızdan başka her şeyi unuttuk, konuşmayı da unuttuk, birilerinin bize onu da hatırlatması gerekiyor artık. Ne giyeceğimizi, ne yiyeceğimizi, hangi arabayla nerede tatil yapacağımızı söyleyenlerin bize ne konuşacağımızı da söylemeleri gerekiyor ki bol bol konuşalım. Hatta daha da çok konuşalım, öyle konuşalım ki kontörler yetmesin adeta. Nasılsa boşaldı ve kirlendi kelimeler. Özgür kızdan sonra hiçbir şair “özgür” kelimesini kullanamayacak hiçbir şiirinde. Bütün bu korkunç süreçlerin içinde boşalan yaşamlarımızda büyüyen tüm korkulara baş eğmeden ölümler dursun diye bir metni oluşturup imzalayanlar en doğal, en insani eylemi yapmış olabilirler ancak. Onların barış istediğine şüphem yok.
Anadolu her şeye rağmen bir başkaldırı ve isyan coğrafyasıdır ve kutsadığı şey yaşamdır. Nasıl bir anlayıştır sürekli bu yola çıkarken kefenimizi giydik de çıktık demek ve kefenle mitinglere giden insanlar, Anadolu tüm zamanlarda hep yaşamı kutsamıştır, Luvilerden bu yana. Bu metni yazan insanlar bu mektuplarıyla ölüme isyan ediyorlar. Nasıl anlaşıldığı önemli değil, yazanlar henüz sağ ve tekrar ediyorlar, ölümler dursun, barış gelsin, anlaşma olanakları zorlansın (Müzakere demek istemiyorum, sevmiyorum bu kelimeyi).
Olağanüstü yaratıcılıklarıyla örneğin dondurma reklamlarında kadını ağzında bir fallik simgeyle yaşamını sürdüren bir yaratığa dönüştüren reklamlar, kelamın hiçbir kutsallığını bırakmadılar “bağıra bağıra”. Çölleşen ve birbirimizi anlamamak temelinde hastalanan edebi alan da bize bu ticari ve acımasız söylemin aralıksız pazarladığı ürünlerden biri artık. Reklamın yalanlarından önemli biri olan herkesin farklı, önemli ve biricik olduğu yalanı günümüz insanını o kadar aynılaştırdı ki yapılan bir araştırmaya göre 11-19 yaş arası gençlik, tarihin hiçbir devresinde bu kadar apolitik, aynı olmamış; aynı hamburgeri yiyen, aynı kotu giyip aynı kolayı içen. Ancak buna karşın onları da birbirinden ayıran ve düşmanlaştıran bu yaygın söylem ve atmosfer çok tehlikeli olaylara gebe olabilir. Üniversitelerde bu mektubu imzalayan hocalarının kapısına işaret koyan, onları terörist ilan eden ve bu mektubun yanında duran öğrenci gurupları gittikçe sertleşen söylemi takip ederek birbirlerine karşı gittikçe sertleşiyor ve kinleniyorlar. Bir an önce barış söylemi yaygınlaşmaz ve sağduyu ortaya çıkmazsa çok kötü şeyler olabilir ve bir noktadan sonra olacakları ve gençleri durdurmak mümkün olmayabilir. Söylem aklıselim bir noktaya dönmezse yeni ölümler olabilir.
Dönülemez, konuşulamaz ve kimsenin kimseyi dinlemediği yerler maalesef çok yakın görünüyor. Bu nedenle de bu iletişimin olanaksız olduğu zaman ve mekanlara hızla yaklaşırken bütün bunlara bir alternatif olma amacıyla da önemli bir metin bu yazılan metin.
Sonuçta reklamlar tüm eski buzdolaplarını toplamaya karar vermiş olabilir. “Özgürlük” bir telefon firması ve hiç tanımadığı bir coğrafyada hiç olmadık şekilde gezen bir kızla; “ideal” de bir banka kartıyla özdeşleşmiş ama bu arada bütün bu özgürlükler içinde özgürce konuşmak neredeyse imkansız hale gelmiş olabilir. Bütün bunlara karşın konuşmalıyız.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cemal Süreya
Düşününüz lütfen, yaşamın tarifini düşününüz; ellerinde palalar ve döner bıçakları, bombalar ve tabancalarla haklarını arayan, güçlünün belirlediği, lincin gündelik olay haline geldiği zavallı yaşamlarımızı düşününüz, bizi sürekli taciz eden bir ses ve görüntü bombardımanını düşününüz. Yok olan mahalleleri, yollarda yatan cansız bedenleri ve çocuklarının cansız bedenini bulabildiği, ona ulaşabildiği için sevinen (ne demeli?) bir annenin acısını düşünün. Bu bizim günlük yaşantımızdır, bu postmodern hayatın resmidir. Bu, içinden İlhan Berk, sevgi, empati, özeleştiri ve şiir düşüldüğü zaman, kalan yaşamın toplamıdır. Hepsi budur hayatımızın. Bu süreçte çok katlı binaların havalandırmalı salonlarında tartışılan “pack shot”ların payı olabilir, en azından bu olasılığı gözden geçirmek zorundayız. Şiiri dayanışmayı ve paylaşmayı öldüreni bulmak zorundayız.
Şiiri bir başka ve belki de daha doğru, daha anlaşılır deyişle ifade özgürlüğünü öldürdüğünüzde bütün yaşam alanlarını da yeniden tarif etmemiz gerekir; evi ve sokağı da, kenti ve yurdu da… Şimdi bu kararı alan meclisin üyeleri düşünmek zorunda bunu, bize açtıkları tıkanık ve acı dolu yolu.
Sokak eskiden kucaklaştığımız, konuştuğumuz ve oyun oynadığımız yerdi; şimdi bombaların atıldığı ve insanların ölmüş yakınlarının yanına gidemediği ve onları bombalarla tuz buz olmuş camsız pencerelerin ardından günlerce seyrettikleri korkunç bir yere dönüştü, sokak artık birbirimizi görmemeye çalışarak evlerimize kaçtığımız ve televizyonlarımızdan gösterilen kadarını utanarak, çaresizlik içinde izlediğimiz bir alan. Bütün bunlar biz büyüdüğümüz için böyle değil; çocuklarımız da çocuk olmadan, çocukluklarını yaşamadan büyüdüler. Sokaklardan kaçarak vardığımız evlerimiz, dobermanlar, ışıldaklar bizleri korumayacak; Londra’yı, Madrid’i, New York’u korumadığı gibi. Batı, her türlü batı, her yerdeki batı şiddetin televizyonda görülen ışık izleri ve yıkılmış evler yanan otomobiller, hızla gelen giden ambulanslar olduğunu, kendine gelmeyeceğini düşünüyordu; ama Paris’i gördük, Madrid’i gördük, Londra’yı gördük. Bunu sevinerek, oh olsun diye söylemiyorum. Dünya bir bütün, küreselleşme dediğimiz şey de sermayenin, suçun ve ölümün hiçbir sınır tanımaması yoksa özgürlükler konusunda değişen bir şey yok gördüğümüz gibi. Gece yarısına kadar sokakta oynayan ve mandalina çiçekleri gibi kokusu hâlâ burnumuzda tüten çocukluğumuzda bizi köpekler korumadı. Şimdi sokaklarda ve kumsallarda çocuk cesetleri var. Bunları konuşmayacak mıyız. Kelimeler tam isabetli seçilmemiş olabilir, cümle bu kadar acının içinde hatalı da kurulmuş olabilir, bunları konuşmayacak mıyız. Bunları illa devlet ağzıyla mı konuşacağız. Yasımızı tutmayacak mıyız.
Bu ülkenin en güzel çocukları, en akıllı çocukları bir bir aramızdan, içimizden alınıyor. Yüreğimizden değil ama. Uğur Mumcu, Hrant Dink, Tahir Elçi… Bütün bunlarla ilgili konuşmayacak mıyız. Aramızda mı fısıldaşalım. Yasımızı tutmayacak mıyız.
Bugüne kadar bizi koruyan sevgi ve şiirdi; İlhan Berk, Nazım Hikmet, ve John Lennon koruyordu bizi. Kelamın kutsallığı, paylaşma ve dayanışma koruyordu bizi. O nedenle konuşmaya, söz söylemeye çalışanı ezmek şiddeti arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Yaramamıştır da; Hafızası olmayan bir balık sürüsüne dönüşmemizin önemli sebeplerini aramak ve bulmak zorundayız. Bozulma yalnızca tavuklarda, sulak alanlarda, ormanların kalitesinde değil. İnsani ve ahlaki alanda da çok benzer hastalıklar var. Düşünmemizi, karar vermemizi, insan olmamızı sağlayan her şeyin elimizden kaydığı bir süreçte, bunların sebeplerini aramak zorundayız. Dayanışma ve paylaşmayı hatırlamalıyız. Bizim gibi düşünmeyenlerle de iletişim kurmayı, anlamayı, anlamaya çalışmayı tekrar öğrenmemiz gerekiyor. Bazen Anadolu’yu mitolojik bir zalim tanrıçaya benzetiyorum. En anlamlı akıllı güzel çocuklarını yanına alan bir tanrıça. Bu kurban töreni artık sürmesin.
Acının Adı
Yavaş sessiz senin buyruğunda toplanır altın yavaş sessiz
Yavaş sessiz senin buyruğunda dağılır buğday yavaş sessiz
Yavaş sessiz senin buyruğunda bölünür halkın ekmeği
Seninle hızla kararır bozulur ipek seninle hızla
Hızla düğümlenir bulanır su seninle
Körlenir seninle hızla emeğin tarihi
Ve seninle yavaş yavaş çıkar bakıra kuvarsa tunca yavaş yavaş
Acının uzun uzun yazılan adı.
İlhan Berk
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.