Artık Jane Eyre ya da Uğultu Tepeler romanlarında gördüğümüz cinsten tutkulu aşklar yaşanmıyor. Çünkü bize çok iyi şeylermiş gibi pazarlanan büyük veri, optimizasyon, ve liberal ideoloji her şeyin içini boşalttığı gibi aşkın ve tutkunun da içini boşaltıyor. Zaten tam da bu sebepten ötürü insanlar Grinin Elli Tonu gibi dandik romanlara ve BDSM fantezilere yöneliyorlar Neden […]
Artık Jane Eyre ya da Uğultu Tepeler romanlarında gördüğümüz cinsten tutkulu aşklar yaşanmıyor. Çünkü bize çok iyi şeylermiş gibi pazarlanan büyük veri, optimizasyon, ve liberal ideoloji her şeyin içini boşalttığı gibi aşkın ve tutkunun da içini boşaltıyor. Zaten tam da bu sebepten ötürü insanlar Grinin Elli Tonu gibi dandik romanlara ve BDSM fantezilere yöneliyorlar
Neden kısa süreli ve yoğun yaşanmış ilişkiler uzun ve yavaş yaşanmış ilişkilerden daha çok hatırlanır?
Kadınlar evliliğe neden erkeklerden daha fazla meyillidir?
Bağlılık/sadakat fobisi neden erkeklerde daha sık görülür?
Gayet yolunda giden bir ilişkide evlilik konusu gündeme geldiğinde erkekler neden ilişkiden soğurlar?
Sorunlu adamlar neden hep sizi buluyor?
Neden sürekli terk ediliyorsunuz?
Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının açmazı
Şimdi tüm bu soruların çekirdeğinde yatan modern evlilik piyasasının dinamiklerini çözümlemeye başlamadan evvel, orijinali yemek.com sitesinde yayımlanan ama televizyonda Aramızda Kalmasın adlı dedikodu programında tartışılınca viral olan, enteresan boşanma hikâyesini referans noktamız olarak şuraya koyalım.
Pek çok insanın hayalindeki evliliği yaşayan (varlıklı iki aile, şaşalı bir düğün, rüya gibi bir balayı, İstanbul’da deniz manzaralı bir ev…) ve herkesin imrenerek baktığı ideal bir çift var(mış). Anlatılana göre adamın yemekte yaprak sarma istemesi karısının, Boğaziçi mezunu olduğu için, çok zoruna gitmiş ve çift 6 ay sonra boşanmış. Allah tamamını erdirsin…
Hayat müşterektir… Beyan etmeye bile gerek yok ama, muhakkak ki evde makul bir iş bölümüne gidilmelidir. Bu, eşlerin farklı işleri üstlenmesiyle olabileceği gibi eşlerin aynı işleri dönüşümlü yapmasıyla da gerçekleşebilir (tabii birincisi daha mantıklı olan seçenektir). Mesela, uzmanlaşmaya gidildiği durumda kadın yemek yapma işini, erkek de bulaşık işini üstlenmiş olabilir (ya da tam tersi). İşlerden biri hafifse (diyelim ki bulaşık), iş yükünü dengelemek için bunun yanında çöp atma işi de eklenebilir. Gibi…
Aslında, yukarıdaki boşanma hikâyesinde bahsedilen kadının yaprak sarmaması kendi içinde çok ilginç bir mesele değil, pekâlâ yapmayabilir. Fakat bunu Boğaziçi mezunu olmasıyla gerekçelendirmesi akıllara şu soruları getiriyor:
Patlamış mısırlarınızı hazırladıysanız, başlayabiliriz…
Austen dünyasının dinamikleri ve ilişki normları
Kapitalizm öncesi (feodal) ve kapitalizmin başladığı ama henüz tam olarak topluma nüfus etmediği (pre-modern) dönemlerde çiftler, büyük oranda, çöpçatanlar vasıtasıyla ve ailelerin yönlendirmesiyle tanışıp evlenirlerdi. Yani bugünkü gibi serbest dolaşımlı bir flört piyasası yoktu.
Damdaki Kemancı (Fiddler on the Roof) müzikali tam olarak kapitalizmin çöpçatanlık kurumunu dönüştürmeye başladığı bu pre-modern dönemde, Rusya’daki bir Yahudi kasabasında geçer. Tevye’nin beş kızından en büyüğü Tzeitel evlenme çağına gelmiştir. Kardeşler, büyük ablanın evlenip sıranın kendilerine gelmesini bekledikleri için kasabanın çöpçatanı Yente’nin Tzeitel’e bir kısmet bulacağını Matchmaker (Çöpçatan) şarkısıyla anlatırlar:
Matchmaker, matchmaker
Make me a match
Find me a find
Catch me a catch…
Fakat Tzeitel’in tereddütleri vardır. Yoksul bir aile oldukları için kızların çeyizleri yoktur. Ve çeyiz (dowry) o dönemin evlilik piyasasında bireylerin sosyoekonomik statülerini yansıtan en objektif belirleyicidir. Dolayısıyla çöpçatanın kızlara bulacağı adaylar ya yoksul ya da biraz varlıklı ama çok yaşlı adamlar olacaktır. Nitekim Yente’nin bulduğu ilk aday kasabanın hali vakti biraz yerinde, ancak Tzeitel’in babasından bile yaşlı, olan kasap Lazar Wolf olur. Tabii ki Tzeitel’in yaşlı kasaba varmak gibi bir niyeti yoktur, çünkü o çocukluktan beri görüştüğü terzi Motel ile evlenmek istemektedir.
Tevye büyük kızını, çöpçatanlık gelenekleri doğrultusunda yaşlı kasapla evlendirip ekonomik olarak biraz nefes mi almalıdır?!? Yoksa modernizmin topluma empoze etmeye çalıştığı, ne idüğü belirsiz, “flört” kurumu sayesinde gizlice anlaştığı terziyle mi evlendirmelidir?!? Hikâyenin geri kalanı gelenekler (ki Tradition müzikalin tartışmasız yıldız şarkısıdır bence) ve modernizm arasında sıkışan Tevye’nin ikilemini mizahî bir şekilde anlatır.
Benzer konular, ziyadesiyle, Pride and Prejudice, Sense and Sensibility, Persuasion, Emma, Northanger Abbey ve Mansfield Park romanlarıyla tanımlanan Jane Austen’in dünyasında işlenir. Hatta Austen’in, hak ettiği kıymeti görmeyen, Emma romanının eksen karakteri (Emma) her boka maydanoz olarak ortalığı karıştıran genç bir çöpçatandır. Victoria döneminin evlilik piyasasını düzenleyen sınıfsal ve sosyoekonomik dinamikleri (Sütçü İmam vs. Boğaziçi vs. Harvard) anlamak için birebir olan bu eğlenceli romanın dört bölümlük BBC dizi uyarlamasını tavsiye ederim (İngilizler de son zamanlarda, bizim gibi, eski romanlarından uyarlama dönem dizileri çekiyorlar; ancak bizimkilerin yaptığı gibi kısa bir kitabı üç sezonluk yılan hikayesine çevirmeden). Ayrıca Bronte kardeşlerin romanları da Austen dünyasını tamamlayıcı, biraz daha karanlık, argümanlar ortaya koyar.
Bu dönemde, kur yapma aşamasında eli kuvvetli olan taraf kadındır. Kurallar keskin çizgilerle belirlenmiştir. Erkek kendi sosyoekonomik sınıfına uygun bir kadını beğenir ve niyetini bir şekilde (daha eski dönemlerde ekseriyetle çöpçatan vasıtasıyla, daha yeni dönemlerde mektup yazarak ya da bazen direkt kendi konuşarak) belli eder. Erkek diyaloglarda çok nettir; kelime oyunlarına girmez, alavere dalavere yapmaz (bunu bugünkü “papatya kalplim ben de seni seviyorum ama kendimi evliliğe hazır hissetmiyorum” ile kıyaslayın). Kadın biraz düşünür; arkadaşlarına, çöpçatana ve ailesine danışır. Kadının meyli varsa, ailesi de çocuğu kendilerine yakıştırıyorsa ikili görüşmeye başlar. Kur yapma süreci kafe ve bar köşelerinde değil kadının evi, odası ve bahçesi gibi yerlerde olur. Yani erkek kadının ayağına gelir ve kontrol tamamen kız tarafındadır (bunu günümüzdeki “eve kız atma” ritüeli ile kıyaslayın). Yalnız dikkat edin ‘kontrol tamamen kızdadır’ demiyorum, ‘kız tarafındadır’ diyorum. Çünkü o dönemde kadın her daim bir erkek tarafından (baba, koca, veya abi…) denetim altındadır. Kadın nihai karar verici olsa dahi ilk aşamada pasiftir; birileri kadınla ilgilenmeye başlarsa süreç gelişir. Kadının ilgilendiği birileri varsa da bu ilgisini açıkça gösterebileceği fazla bir zemin yoktur.
Bu keskin kuralı klasik masallarda da gözlemleyebilirsiniz. Mesela prens (her ne kadar kulede kilitlenmiş olsa da) Rapunzel’in odasına çıkar, prens yine Pamuk Prenses’in kaldığı eve gelir, prens kapı kapı gezerek Külkedisi’nin evini bulur, Uyuyan Güzel yine aynı şekilde… Yani dışarıda ulu orta bir flörtleşme söz konusu değildir. Tabii bu ve benzeri masallar Austen dünyasından birkaç yüzyıl öncesinin toplumsal yapısını işlediği için bazı masallarda yoksul sınıftan güzel kızlar bir şekilde yakışıklı prens ile evlenip sınıf atlayarak saraya girebilirler. Oysa gerçekte bu, pek rastlanmayan, çok istisnai bir durumdur; zaten bunlar, tam da bu yüzden “masaldır…”
Dahası, ilişkilerde, erkek duygularını açık açık beyan etmek zorundayken, Austen dünyasında vurgulanan adabımuaşeret kurallarına göre kadınlar duygularını son ana kadar saklamalıdır (oysa günümüzde duygularını açıkça yansıtan taraf kadındır). Kadınların duyguları o kadar kontrol altındadır ki erkek evlilik teklifini neredeyse karşı tarafın kabul edeceğinden emin olmadan yapar (bugün evlenme tekliflerinin çoğunluğunda iki tarafın halihazırda bir konsensüsü vardır, çoğu zaman teklif bir prosedür olarak yapılır). Duyguların kontrol altında tutulması gerekliliği kadınları, bir nevi, duygusal ve statüsel koruma altına alır. Oysa erkek, karşısındaki kadının hislerinden habersiz bir şekilde evlenme teklifinde bulunacağı için reddedilme stresiyle kur sürecini yaşar. Öte yandan, hislerini tam olarak ne zaman ve hangi tonda belli etmesi gerektiği konusunda da kadınlar gerginlik yaşar. Çok erken ya da çok aşırı bir duygusal tonla erkeğe açılmak toplum nezdinde yanlış anlaşılmaya sebebiyet verebilir. Mesela, 1811 senesinde ilk baskısı çıkan, Sense and Sensibility, Elinor’un duygularını kontrol etme mücadelesi ile özetlenebilir.
Çok ilginçtir ki o dönemde maskülenlik erkeğin bağlılığı ve sadakati üzerinden tanımlanır. Henüz kur yapma aşamasında bile erkek toplum huzurunda bir kadına yoğunlaştığı andan itibaren niyetinin ciddi olduğunu belli etmiş olur. Bundan sonra erkeğin başka kadınlarla yakınlaşması gayriahlaki bulunur (bunu günümüzdeki “erkeğin elinin kiri” deyimiyle kıyaslayın). Erkek hislerinden emin olduğu noktada kızın babasına danışarak evlenme teklifi için müsaade ister. Tüm bu ritüeller erkeği ve ilişkiyi, aileler ve toplum huzurunda transparan kılar (bunu günümüzde aynı anda 3-4 kişiyle flört eden erkeklerle [hatta az da olsa kızlarla] ve gizli yaşanan ilişkilerle kıyaslayın).
Eğer nişanlanmak için karşılıklı söz verildiyse, bu sözün tutulması bireylerin karakterini belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Nişan demek söz demektir ve dünya tersine dönmediği taktirde o söz tutulmalıdır (bunu da günümüzdeki ‘nişan çiftlerin birbirini deneme süresidir, baktın olmadı bozarsın’ düşüncesiyle kıyaslayın). Son olarak, Victoria döneminde evlilik, bugün olduğunun aksine, erkek için daha önemli bir statü simgesidir. Patriarkide evlilik kurumu, soyun ve soyadının devamı için, büyük önem taşır.
Austen dünyasından günümüze geçiş
Kapitalizmin olgunlaşması ve serbest piyasa mantığının işgal edebildiği her alanı işgal etmesiyle birlikte Austen dünyasının kültürel kodları birer birer yok oldu. Artık birliktelik için babaya danışmak ya da çöpçatanın fikrini almak gibi şeyler söz konusu olmadığı gibi kadının duygularını baskı altına alması da gerekmiyordu. Ailelerin değer yargıları ve çöpçatanların tavsiyeleri belirleyici olmaktan çıkıp çiftlerin kendi aralarındaki mutabakat bağlayıcı olmaya başladı. Çünkü modern birey geleneklerle, toplumsal normlarla ve konvansiyonlarla hareket eden değil, rasyonel bir karar alma süreciyle serbest bir şekilde tercihler yapan bireydi. Bireyin rasyonel olması liberal demokrasinin, özgürlüğün ve hür iradenin ön koşullarından biriydi. Yani toplumsal değerler ehemmiyetini yitirirken bireysel kararlar ve tercihler ön plana çıktı (‘işsizlik’ bile sistemik bir sorun olarak değil, ‘mevcut piyasa ücretinde çalışmayı tercih etmeyen bireyler yığını’ yaklaşımıyla açıklandı).
Batı toplumlarından başlayarak modernizm (bireycilik, teknoloji, ilerleme, tüketim, bilim) dünyanın büyük bir bölümüne yayıldı. Böylece [spoiler] Tevye’nin gelenekler ve modernizm ikileminde galip gelen taraf da modernizm oldu. [spoiler devam] Bütün kızları çöpçatan Yente aracılığıyla değil kendi rızalarıyla flört ettikleri adamlarla anlaşarak evlendiler.
Tevye’nin ikilemi bugün bizde babaların “gençler aralarında anlaşmışlar bize de hayırlı uğurlu olsun demek düşer” konuşmasıyla çözülüyor. Aslında baba, tıpkı Tevye gibi, sıkıntılı ve huzursuz; vaziyetten hiç de memnun değil, çünkü süreç üzerinde ailenin neredeyse hiçbir kontrolü yok. Hatta muhtemelen damat adayını hayatında ilk defa kızı istenirken görüyor. Fakat artık çok geç, yapacak bir şey yok, zaman değişti, gelenekler tarihe karıştı. Bugün kız isteme ritüeli bile tıraştan bir prosedürün ötesine geçemiyor.
Kısacası, modern dönemde kadın, ailenin kontrolünden koparak “özgürleşti.” Feodal dönemin katı kurallarından kurtuldu. Evinin bahçesinde değil toplumun içinde bir birey olmaya başladı. Kendi rızasıyla flört etmeye, hatta evlilik öncesi cinsel ilişki yaşamaya başladı. Sadece kadın da değil, erkek de özgürleşti. O da toplum önünde eskiden olduğu kadar transparan olmak zorunda değil. Toplumsal kuralların bireyleri sıkıştırdığı bir yapıdan serbest piyasa yapısına geçildi. Her ne kadar bu demokratikleşme ve özgürlük sesleri kulağa çok hoş gelse de, davul henüz çok uzaktaydı…
Romantik ütopyanın tüketilmesi
Tüm bu dönüşümler aslında bize çok güzel bir sosyal deney zemini sunuyor; yani planlamalı ve geleneksel bir evlilik piyasasından, 180 derece, serbest ve özgür bir piyasaya geçiş… Feminist sosyolog Eva Illouz iki dönem arasındaki bağlantıyı modern-öncesi dönemdeki romantik ütopyanın kapitalist sistem tarafından metalaştırılmasıyla açıklıyor. Illouz, Consuming the Romantic Utopia kitabında, modern ilişkilerin kapitalizm altında deregülasyona maruz kaldığını göstererek liberal dönüşümün romantizmi nasıl tükettiğini anlatıyor.
Kapitalizm toplumların damarlarına nüfus ederken öne çıkarılan unsur bireycilik idi. Bu süreçte psikoloji bilimi kullanılarak her şeyin müsebbibinin birey olduğu burjuva ideolojisine entegre edildi ve devlet aygıtları bu ideolojinin topluma neşredilmesinde kullanıldı. Bireycilik düşüncesi üzerine bütün bir terapi kültürü inşa edildi. Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçları, evlilik terapistleri, psikolojik danışmanlar, işyeri psikologları, rehberlik hizmetleri, yoga kursları ve meditasyon eğitimleri gibi sorunların kaynağını (toplumsal tasarım olarak değil de) bireyin kendi yanlışları, eksikleri, bilgisizliği ve tembelliği olarak gören alanlar büyük birer ekonomik (ve ideolojik) sektör haline geldiler.
Liberal dönüşümün son halkası romansın, ilişkilerin, bireylerin, ve cinselliğin kapitalist tüketim kültürü altında metalaşması oldu. Bu dönüşümün başlangıç fazını 20. yüzyılın başlarındaki pin-up kızları ile, ara fazını 1960’larda yayın hayatına başlayan Playboy dergisiyle, üçüncü ve son fazını ise doksanların sonundan itibaren hayatımızı işgal eden İnternet ile sembolize edebiliriz.
Modern dönemde, kapitalizmin bir uzantısı olan, lanet olası reklam ve pazarlama sektörü geleneklerin liberalizm ile aşındırılmasından istifade ederek modern romansın normlarını, kendine ekonomik rant kapısı açacak şekilde, belirlemeye başladı.
Austen dünyasında romans, sevdiğiniz kadının odasında yalnız kalıp el ele tutuşmak iken günümüzde romans deyince aklımıza günbatımına karşı sahilde el ele yürümek geliyor. Çünkü reklam panolarındaki Phuket Adası’nda her şey dahil bir haftalık balayı tatili bize bu fotoğrafla satılıyor…
Artık kur yapma görüşmeleri kadının evinde gerçekleşmiyor. Çünkü kapitalizm ile “serbestleşen” flört süreci kafelerde, barlarda, sinemalarda yiyip içip hesap ödeyerek ilerliyor…
Erotik fantezilerimiz samanlıkta etek kaldırmak değil (bkz. Fareler ve İnsanlar), ağızda pinpon topuyla BDSM (Bondage, Discipline, Sadism, Masochism). Çünkü cinsel tatminsizliğin “tedavisi” için uydurulmuş milyarlarca dolarlık bir seks oyuncakları, gece kulüpleri, terapi ve edebiyat sektörü var…
Belli ki samanlıkta etek kaldırmanın, evde buluşmaların, serenat yapmanın, mektup yazmanın ve şiir okumanın hiçbir ekonomik değeri yok. Sıfır maliyet, maksimum romans… Ancak kapitalist üretim biçimi, liberalizm ve ekonomik verimlilik kisvesi altında, alışveriş alanına girmemiş her şeyin üzerine bir fiyat etiketi koyup metalaştırır (misal, eskiden maçları Pazar günleri devlet kanalından naklen ve şifresiz izlerdik; nasıl olduysa oldu, bir anda aynı maçları izlemek için şimdi ayda 80 lira vermek zorundayız).
Artık sistem pahalı bir restoranda mum ışığında yenen bir akşam yemeğini bize romans olarak pazarlıyor. Pırlanta yüzük ile yapılan evlilik teklifi eskiden ekseriyetle bir soylu sınıf ritüeli iken bugün De Beers başarılı reklam ve pazarlama kampanyalarıyla tek taş yüzüğün her çift için olmazsa olmaz olduğunu bizlere empoze etti. Altınbaş reklamları, aşkınızı anlatmanın tek yolunun pırlanta yüzük olduğunu söyledi. Akabinde işçi ve memur çocukları bile eşten dosttan borç para alıp pırlanta yüzük ile evlenme teklifi yapma derdine düştüler.
Fakat daha ilginci, son fazla birlikte, artık sadece romantik deneyimlerin değil insanların bizzat kendilerinin birer meta haline getirilmesiydi. Buna vesilen olan ortam ise internet oldu.
Sosyal medya ve soğuk yakınlıklar
Neo-klasik (liberal) iktisat akımının en temel iki ilkesinden biri özgür/serbest seçim, diğeri de optimizasyondur. Yani modern birey ölçer, biçer, tartar, hesabını yapar, ve kendi kısıtları altında en fazla fayda elde edeceği (optimum) opsiyonu seçer. Kararlarını hesap kitap yapmadan, toplumsal konvansiyonlara uyarak, eşine dostuna danışarak, paylaşılmış hatıralara bakarak yapan bireyler irrasyonel (akılsız ve mantıksız) bireylerdir.
Buna göre Carrefour’a gittiğinizde marketteki binlerce ürünün fiyatı, içindekileri, kalitesi, gramajı, sağlınıza yararı ve zararı dahil aklınıza gelebilecek bütün bilgileri matematiksel bir fonksiyona koyup optimize ettikten sonra alış-veriş kararınızı vermelisiniz (bkz. herhangi bir mikroekonomiye giriş dersi). Eğer komşularınız Maret sucuk alıyor diye siz de gidip Maret sucuk alıyorsanız (valla viral reklam değil) mantıksız bir seçim yapmış oluyorsunuz. Çünkü belki Apikoğlu’nun sucuğunu (ama bu olabilir J) daha çok seveceksiniz. Komşunuzun tercihini takip ederek kendinizi bu potansiyel faydadan mahrum bırakıyor olabilirsiniz. Optimum sonuca ulaşmak adına gerekli hesaplamaları yapmadığınız için, serbest piyasa müdafaasından başka bir şey olmayan ana-akım iktisat bilimi sizi akılsız ve mantıksız olarak betimler.
Zamanla liberal ideoloji aynı yaklaşımı flört ve evlilik piyasası için de yedirmeye başladı. Geleneksel dönemde, aynı statü grubu içinden evlenmek, tercih alanını kısıtladığı için, optimum eş seçimini engelleyen bir toplumsal kuraldı. Yine, eş seçimine bir çöpçatanın vesile olması ve aileye danışmak bireyin akılsız olduğunu gösteriyordu; çünkü rasyonel birey başkalarının yönlendirmesiyle değil kendi optimizasyon kararıyla hareket etmeliydi. Üstelik, ana-akım iktisat geleneklerle davranmanın ekonomik olarak verimsizlik yaratacağını, gelişmiş ekonomilerin optimizasyoncu liberal bireylerden oluşması gerektiğini de insanlara dayatıyordu.
Bunun bir sonucu olarak Emma ve Yente’nin yerini bugün match.com, Ashley Madison, Tinder, happn ve siberalem.com gibi online randevu siteleri aldı (match.com match.com, make me a match, find me a find, catch me a catch).
1995 yılında kurulan match.com (sektör lideri), üye sayısını (ve hasılatlarını) istisnasız her yıl arttırarak 2015 senesinde 60 milyon aktif kullanıcı ve 4.7 milyon aylık ücret ödeyen kullanıcı seviyesine ulaştırmış durumda. Yıllık hasılatı da, yine her yıl artarak, yaklaşık 1 milyar dolar eşiğine dayandı (Yente bu kadar zengin olmamıştı). Bu zamana kadar, match.com vasıtasıyla 500 binden fazla uzun süreli birliktelik yaşanmış, yaklaşık 92 bin evlilik yapılmış ve takribî 1 milyon bebek dünyaya gelmiş (açıklamadıkları daha ilginç veriyi tahmin edebilecek misiniz?). Site, POF.com gibi kendine rakip diğer şirketleri satın alarak tekel olma yolunda büyümeye devam ediyor.
Bazı siteler, ücretli üyelerine 6 ay içinde ilişki garantisi veriyor. Yani, belli kullanım şartları altında, 6 ay içinde bir ilişki başlamazsa bütün paranızı geri alabiliyorsunuz. Match.com ilk 6 ayda ilişki yaşamazsanız, bir sonraki 6 ayı ücretsiz veriyor. Tabii bu garantiyi verirken match.com’un pazarlama çıpası eşleştirme algoritmasının (sözde) bilimselliği. Her şirketin farklı bir eşleştirme algoritması var ve bunlar Coca-Cola formülü gibi saklanan algoritmalar.
Dünyanın önde gelen psikologları ve evlilik terapistleri tarafından hazırlanan 400-500 soruluk, tamamlaması saatlerinizi alabilecek karakter testleri ile profilinizi (sanal karakter) oluşturuyorsunuz. Kendinizi tanıtan ve potansiyel partnerinizde olmasını istediğiniz onlarca parametreyi nümerik ve sözel ifadelerle sisteme girdikten sonra bir algoritma sizi eşleştirmeye başlıyor. Ardından eşleşmelerin uyum oranına göre (yüzde 97 uyumlu gibi) size bir sıralama sunuyor. Siz de bu listedeki profillere bakıp, resimleri inceleyip, tanıtım yazılarını okuyup beğendiğiniz kişilerle iletişim kuruyorsunuz. Sonrası Allah kerim… “Online dating” hizmetinin teknoloji fakiri gençler ve yaşlılar için alternatifi olan televizyondaki evlilik programları da benzer bir mantığı el yordamıyla uygulayarak bize sunuyor.
Şimdi, bu çeşit bir eşleştirme modeli liberal piyasaların serbest seçim ve optimizasyon ilkelerini bütünüyle uygulayan bir model. Hatta insanlar, geniş veri setine dayanarak yapılan bilimsel eşleştirmelerden çok daha iyi ilişkiler çıkacağını düşünüyor. Böylece “seni ne kadar yanlış tanımışım” sözünün tarihe karışacağı, ayrılmaların azalacağı, evliliklerin artacağı ve daha uzun süreceği bekleniyordu. Bakalım öyle mi oldu…
Bu veri bolluğunda insanlar geleneksel dönemde yapılmayan hesapları ve kitapları yapmaya başladı. Daha önce karar sürecinin direkt bir parçası olmayan detaylar (pinpon topu, seyahat bavulu, hobileri, vücudundaki ben, boyunun tam olarak kaç santim olduğu) artık bir puanlama algoritmasıyla eşleştirmelerde belirleyici olmaya başladı. Yani sadece gözünün üstünde kaşı olması değil, o kaşın renginden tutun da uzunluğuna kadar her şey bir fonksiyona girer oldu.
Bakın çok enteresan… İlişkilerin başlangıcında, istisnaları olsa da, önce bir fiziksel etkileşim olur (ki bu deneylerle de ispatlanmış bir eğilimdir), sonra görüştükçe kişinin karakteriyle ilgili çıkarımlarda bulunursunuz.. Buluşmalarda karşınızdaki kişinin huyuna, suyuna bakarak yaptığınız tahlil, ilk baştaki fiziksel elektriği/etkileşimi çarparak arttıra da bilir, tamamen yok da edebilir (siz Kıvanç Tatlıtuğ’un televizyonda yaydığı enerjiye bakmayın öyle, karısına sorun bakalım evde nasılmış. Ayrıca televizyonda gözüktüğü kadar uzun boylu da değil. Zaten evlendi artık, başı bağlı. Evet, çekemiyorum J). Fakat liberal/modern dönemdeki seçim düzleminde dünya tersine dönmüş durumda; önce metinsel bilgi geliyor, sonra buluşma olursa fiziksel bir etkileşim var mı yok mu diye bakılıyor. Bu çok ilginç bir kırılma…
Dahası, burası çok önemli, görüşme öncesindeki bu hesaplama süreci orada kalmıyor, görüşmeye de sirayet ediyor. Neden bir randevuya hazırlanırken ayna önünde, ben dahil, 1,5 saat geçiriyoruz (tamam 1,5 saat değilse de 40 dakika harcadığım olmuştur)? Çünkü düşünüyoruz ki karşımızdaki bizimle ilgili, yemek yerken ağzımızı şapırdatmamızdan küpemizin rengine kadar, en ince detayın hesabını kitabını yapacak. Hatta, bu ölçüp biçme tantanası ilişki boyunca da devam ediyor. Mesela iki sene evvel görüştüğüm bir kız “Artık ne yapacağım biliyor musun? Ben bir ilişkiye haftada kaç saat harcıyorum, ve bunun karşılığında ne alıyorum; buna bakacağım. Eğer harcadığım zamana değmiyorsa uzatmanın manası yok” dedikten kısa bir süre sonra benle konuşmayı kesmişti. Anlaşılan benim için harcadığı birkaç saatin karşılığını alamıyordu. Tabii yakın bir zamanda tekrar mesaj atmalara başlayınca, “acaba fayda-maliyet analizi hesabında işlem hatası mı yaptı” diye düşünmeden kendimi alamadım (lafımı da koyarım böyle J).
Önceki bir yazımda herkesin bayılarak izlediği TED konuşmalarının banallığı üzerinden modern şarlatanlığa dair kolay bir çözümleme getirmiştim. Linkteki TED konuşması, ilişki piyasasındaki aktörlerin hiper hesaplama işlemlerinin ne raddeye geldiğini son derece sempatik bir sunumla anlatırken, meseleyi “aslında herkes bunu yaparsa mutlu sona ulaşacaktır” sonucuna vardırıyor.
Bu sitelere üye olan herkes, 1-2 hafta boyunca “Hoşgeldiniz” mesajından başka mesaj almayınca şuna uyanıyor: Bu piyasada, eşi benzeri görülmemiş, çılgınlar gibi bir rekabet var, resmen köpek köpeği yiyor. Dolayısıyla iyi randevular almak için profilinizi kapitalizmin incelikli reklam ve pazarlama prensiplerine göre güncellemeniz gerekiyor. Vesikalık fotoğraf yerine tam boy, güler yüzlü, zengin gösteren, tercihen dekolteli bir profil fotosu seçiyorsunuz (Instagram’a sadece kafa fotoları yüklerseniz insanlar sizin şişman olduğunuzu düşünecektir). Kendinizi anlatırken kullandığınız kelimeleri gözden geçiriyorsunuz; çok uzun (TL;DR) ya da çok kısa (işte risk budur) açıklamalar yapmamanız gerekiyor (ideal tanıtım mesajı 92 kelimeymiş). Kendinizi ne kadar seksi arz ederseniz piyasada talep bulma şansınız o kadar artıyor (fakat iki sonraki bölümde göreceksiniz ki bu arz-talep ilişkisi asimetrik bir ilişki). Çünkü modern piyasalarda cinsellik ve romantizm birbirinden ayrı kategoriler olarak değerlendiriliyor.
Aslında siz farkına varmadan, rekabetçi piyasa koşulları sizi, bizzat benliğinizi, bir sosyal medya metaı haline getiriyor. Tıpkı Hepsiburada’ya girip çok satan fotoğraf makinelerine bakar gibi Tinder’da insanlar profiller arasında geziniyor (yarım saatte 1000 tane profil gezebilirsiniz). Tıpkı çok fazla teknik özellikleri olduğu için kararsız kalınan LCD televizyonlar gibi millet bu profillerdeki detayları kıyaslayarak bir karar vermeye çalışıyor. Tıpkı piyasadaki bir ürün çok tuttuğu zaman hemen benzerlerinin çıkmasıyla bir standardizasyona gidilmesi gibi, randevu sitelerinde de profiller standartlaşmaya başlıyor. Oysa siz çok naif beklentilerle basit bir hesap açıp insanlarla tanışmak istiyordunuz sadece… Ama görüyorsunuz ki Tinder, match.com, happn, OkCupid vesaire bildiğiniz kurtlar sofrası.
Zamanla başarılı profiller taklit edildiği için, bir süre sonra neredeyse farksız profiller arasında gezindiğinizi hissetmeye başlıyorsunuz (aynı şey kendi profiliniz için de geçerli). Misal match.com istatistiklerine göre 232 bin kişi kendini tanımlarken “down to earth” (havalarda olmayan, aklı başında) söz öbeğini kullanmış, 1 milyon üye seyahat etmeyi sevdiğini söylemiş. Tabii işin inceliği bu standardizasyonda kendi profilinizi (ürününüzü) farklılaştırmakta. Kahve dünyanın en jenerik ürünlerinden biridir, her kafe kahve satıyor, kahve aynı kahve… O zaman fark yaratmak için kahveye bir imaj değeri ve ilginç bir deneyim katmanız lazım (bkz. Starbucks). Millet Amerika’da özel fotoğrafçılara para verip ışıklı gölgeli profil fotoğrafları çektiriyor artık. Her profilin aynılaştığı bir ortamda insanlar Starbucks stratejisiyle kendini farklılaştırmaya çalışıyor. Herkes “down to earth” ama ben aynı zamanda barıştan yana bir insanım; ya da herkes seyahat ediyor ama ben çok farklıyım Barcelona’ya değil abuk subuk yerlere (misal Petra, Ürdün’e) seyahat ediyorum. Gibi…
Dahası, bir sürü kadının incelikli bir pazarlama diliyle “her yola gelirim” imajı çizdiği ortamda “ben Boğaziçi mezunuyum, beklentilerim yüksek” mesajı verirseniz 6 ay sonra paranızı geri alırsınız. Yani, serbest piyasaların önemli bir dinamiği olan aşağı doğru yarış, profilinizi ve kriterlerinizi başta yüksek belirleyip sonra düşürmeye zorluyor (esnaf mantığı). Bunu alışveriş sitelerinde satmayan ürünlerin indirime girmesine benzetebiliriz.
40 yaşına merdiven dayamış biri olarak niyetiniz pekâlâ kısa zamanda ‘evlenmek’ olabilir, ancak 3-4 ay boyunca düzgün bir randevu dahi alamadıktan sonra profilinizde indirime giderek tercihinizi ‘uzun süreli ilişki’ olarak güncellemek zorunda kalırsınız. Hâlâ mı olmadı, bu sefer damping yapıp ‘tek gecelik ilişki’ ile yok satmaya başlayabilirsiniz. Mantık bu yani.
Hatta, bu randevu siteleri belli aralıklarla belli şehirlerde bir gece kulübü kapatıp üyelerine speed-dating (hızlı randevu [korkunç bir şey]) hizmeti de veriyor (konuyla ilgili The Double Hour filmi ilginizi çekebilir). Hızlı kapitalizmin dayattığı fast-food kültürü, serbestleşen flört piyasasına da nüfus ederek insanları ilişki obezi haline getiriyor. İlişki saymak ve skor tutmak da bu obezitenin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Aslında dikkatli baktığımız zaman herhangi bir kapitalist üretim sektöründe var olan her dinamiğin evlilik ‘sektörü’ne de yansıdığını görüyoruz. Piyasa, reklam, pazarlama, slogan, vahşi rekabet koşulları, doğru fiyatlandırma, promosyon, indirim, ürün farklılaştırması, memnuniyet garantisi, raf ömrü vesaire… Eva Illouz, Soğuk Yakınlıklar derken, sıcak romantik ilişkilerin, bireycilik ve akılcılık sebebiyle, giderek soğuduğunu böyle anlatıyor bizlere.
Bitmedi. Modern reklam ve pazarlamanın en bariz özelliği, artık herhalde çoğumuzun anlamış olduğu, hayal kırıklığıdır. Çünkü reklam ve pazarlamacıların işi herkesin gözünün içine bakarak yalan söylemektir (sözüm meclisten dışarı diyeyim de… İnternet pazarlamacısı arkadaşlarım var, alınıyorlar sonra). Serbest piyasalar bizi fanteziler alemine sokuyor. Geleneksel ve feodal dönemde (daha iyi ya da kötü olduğu için söylemiyorum) insanlar sınıflarının sınırlarını biliyorlardı. Tzeitel hiçbir zaman çarın oğluyla evlenip saraya giremeyeceğini bildiği için terziyle flörtleşiyordu. Feodal dönemde köylü kızların prenses olma gibi bir fantezisi yoktu. Zaten tam da bundan ötürü Külkedisi bir masaldan ibaretti.
Günümüz kültüründe böyle masallar yok, çünkü sistem bize bu sınıf atlama hayalini bir masal olarak değil, ambalajlanmış bir gerçeklik olarak pazarlıyor. Hakikatten de serbest evlilik piyasasında, eğer belli tavizleri vermeyi göze alırsanız ve şansınız da yaver giderse, pekâlâ Ali Ağaoğlu’nun ortanca hanımı olarak “saraya” girebilirsiniz (ya da rezidansa). Ama bunun bile ihtimali on binde birdir. Geriye kalan 9999 kişi kapitalizmin pazarladığı modern beyaz atlı prens fantezisiyle hayallerde yaşıyor. Yahu gerçek prensin Tinder’da ne işi var? Hepsi ‘feyk’ (neyk?)… İnce elenmiş bir pazarlama retoriğiyle hazırlanmış profiller, profesyonel fotoğrafçıların çektiği ve belki fotoşoklanmış resimler, premium üyelik için 30 dolar daha fazla verenlerin listelerde yukarı çıkması vesaire… Resmen yasal üçkağıtçılık…
Kapitalist sistem gerçek dünyayla fantezi dünyası arasında büyük bir uçurum yaratıyor (bkz. Madame Bovary’nin tatminsizliği, ruhsal çöküntüleri ve hayal kırıklıkları). Çünkü pazarlanan umut ne kadar büyük olursa insanların o hayal için harcayacağı para ve zaman da o kadar büyük olacaktır (yeter ki pazarlamacılar köşeyi dönsün). Kapitalizmin istisnasız her alanında bu böyledir… Reklamlarda gördüğünüz yeni bir ürün için aylarca para biriktiriyorsunuz, internetten sipariş veriyorsunuz, günlerce sabırsızlıkla beklediğiniz kutuyu açıp ürünü taş çatlasın 1-2 ay bızıkladıktan sonra yasaklanmış bir kitap gibi bir köşeye koyup tozlanmaya mahkûm ediyorsunuz (örnek mi? Amazon Kindle). Aynı şekilde; profil fotoğraflarına baktığınız birini hayal etmeye başlıyorsunuz, sabırsızlıkla ilk buluşmaya gidiyorsunuz. Sonuç, patates… Adamın profili soldaki hamburgeri satıyor, ama gerçekte sıkıcı, maço bozuntusu, öküz bir herif.
Sistemin bize pazarladığı bir fantezi dünyası, yüzleşilen gerçeklik, ve kronikleşen hayal kırıklığı.
Modern hayatlarımızın tek cümlelik özeti…
Peki neden? Psikologlara, kişisel gelişimcilere, yaşam koçlarına sorsanız içinizdeki enerjiyi dışarı çıkartın, kendinize daha gerçekçi hedefler koyun diyerek size şarlatanlık satacaklar. Çünkü terapi kültürüne göre sorunun nedeni bireysel davranış bozuklukları ve yanlış verilen kararlardır (yetersiz veri, kötü optimizasyon, başarıya giden 8 adımı bilmemek). Bunlara kalsa prenses sendromu (muhafızlar!!! J) insanların haddinden yüksek beklentiler oluşturmasından kaynaklanan, ve tedavi edilebilecek, psikolojik bir sorun. Hmm, peki neden feodal dönemde insanlar o kadar yüksek beklentiler oluşturmuyorlardı da modern dönemde oluşturuyorlar?
Meselenin, kapitalizme içkin, sosyolojik ve ekonomik boyutları var. İşte bu açıklama görülmek ve gösterilmek istenmiyor; çünkü, bir, mesele sistemik demek çözüm olarak da sistemik bir dönüşüme (devrime ya da radikal reformlara) ihtiyacımız var demektir. İki, sistemik meseleler bizi aşar; ben dünyayı değiştiremem ama kendimi değiştirebilirim. Öyle mi? İyi o zaman, sen sevgi pıtırcığı Aret Vartanyan’ı zengin etmeye devam et… Hatta ortak banka hesabı açın, çünkü maaşının yarısı bu kişisel gelişimci şarlatanlara gidecek demektir. Pardon, Aret kişisel dönüşümcüydü değil mi?
Diyebilirsiniz ki “tamam belki haklısın ama ben zaten bu sitelerde takılmıyorum, o kadar çaresiz değilim (henüz).” Evet, belki çoğunuz aşkı ya da evliliği bu uygulamalarda aramıyor (henüz), ben de aramıyorum. Ama zaten bu siteler problemin kaynağı değil, sonucu… Problemin kaynağı geleneksel evlilik piyasasından, serbest tercihli ve rekabetçi modern flört piyasasına geçilmesidir. Bu siteler ve uygulamalar evlilik piyasasındaki yozlaşmanın doruk noktasını temsil ediyor. Fakat; bir, bu sitelerin kullanımı ve yaygınlığı giderek artıyor. İki, bu sitelerdeki hesaplama, optimizasyon, serbest tercih yaklaşımı sanal olmayan flört piyasasına da sirayet ediyor. Arkadaşlarını bile tercih ederken vakit-fayda analizi yapan insanlar var. Normal bir randevuda ya da ilişki süresince insanlar benzer ince hesaplara girmiyor mu? Ya da yıllarca çabalayıp evlenilecek adam bulamadıktan sonra ‘indirim yapıp’ daha kolay ilişkilere girenler sadece siberalemciler mi? Kaldı ki bu sitelerde adının görülmesini utanç kaynağı olarak görenler alternatif olarak anonim bir şekilde stalkerlık (takipçilik) yapmıyor mu (academia ve linkedin’e dikkat edin, onlar bildirim yolluyor J)? Facebook, twitter ve instagram’ın ikincil fonksiyonu kamusal match.com değil mi? Buralarda da profiller benzer motivasyonlarla hazırlanmıyor mu? Lütfen birbirimizi kandırmayalım…
Demem o ki online dating sitelerindeki zihniyet reel flört piyasalarına da sirayet ediyor. Aynı tasarım sosyal medyanın her alanında var.
Bakıyorum etrafa, bir sürü insan bayılıyor şu büyük veri (big data) işine. “Ölçülemiyorsa işe yaramıyordur” ya da “Ölçemezsen iyileştiremezsin” gibi dijital sloganlar hayatımıza, sanki iyi şeylermiş gibi giriyor. İşte bu hesaplamalı, kitaplamalı, algoritmalı, optimizasyonlu, serbest tercihli, hür iradeli, insanların herhangi bir tüketim malından (buzdolabı ya da çanta gibi) bir farkının kalmadığı flört, evlilik ve hatta arkadaşlık piyasası zaten tam da bu liberal dangalakların hayalini kurduğu dünya.
Fakat yetmez, çünkü liberal zevzekliğin sınırı yok. Bunlara kalsa insanların tüketim ve alışveriş alışkanlıklarından tutun, hobilerine kadar her şey veri seti halinde yapılandırılmalı ve optimize edilmeli… Mesela Mert arkadaşımız (happn arkadaşlık uygulamasının haberine yorum yazarken) tüm bunları sosyal verimsizlikleri azaltan uygulamalar olarak görüyor. İyi bir şey yani ona göre…
Liberal ideolojiniz ve serbest piyasalarınız yerin dibine batsın (amin). Büyük veriniz kadar başınıza taş düşsün (amin). Rabbim sizin optimizasyonlu plazalarınıza ateşler salsın (amin). Ben köyüme, samanlıkta etek kaldırmaya gidiyorum…
Feminizm, rıza ve ihtiras üçleminde sıkışan kadınlar
Eva Illouz, ilerici gözüken modern ilişki piyasalarının kadını şeklen özgürleştirdiğini, ama alttan alta daha fazla sıkıştırdığını öne sürüyor. Çünkü yeni dönem ilişki piyasaları bireyi, romantizmi ve cinselliği birer tüketim metaı haline getirip üzerine bir fiyat etiketi yapıştırıyor. Bu tüketim kültürünü kronikleşen hayal kırıklıkları izliyor. Uzaktan bakıldığında bu durum her iki cins için de geçerliymiş gibi gözükse de aslında oyunu erkek kontrol ediyor ve kadın pre-modern dönemdekinden daha zor bir duruma düşüyor.
Modern piyasada flört ve kur yapma, geleneksel dönemde olduğu gibi kadının evinde değil, ya bar köşelerinde ya da erkeğin leş gibi sigara kokan evinde cereyan ediyor. Dahası, bu alanlar (bar, kafe, stadyum [evet!]) maskülen alanlar olduğu için kontrol yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Erkek statüsünü, spor arabasını, ve kalın kredi kartlarını kullanarak flört sürecini lehine çeviriyor. İşin garibi, bu duruma bağzı kadınlar (feminist azınlık) itiraz ederken diğer bağzı kadınlar (altın avcıları ve feminist olmayan kadınlar) fazla ses etmiyor (belki ‘yanlış bilinç’). Fakat iki grup kadın da şunu yapıyor: serbest flört piyasasının kuralsızlığından (gri alanlardan) istifade ederek pozisyon elde etmeye çalışıyor. Nasıl mı?
Kadın, tarafsız sahaymış gibi gözüken ama ipleri erkeğin kontrol ettiği günlük hayat alanlarında yoğun stres altında yaşıyor. Çünkü kadının benliği serbest piyasalarda, ailesinden koparak özgürleşmişse de toplum hâlen erkek-egemen bir toplum. Kuralsızlıkta ve rekabette ezilen kadınların bazıları, aşırı reaksiyon gösterip, flörtün, lâf atmanın, tacizin, kur yapmanın ve cinsel ilişkinin kurallarını, eskiden olduğu gibi, tek taraflı olarak belirlemek istiyorlar.
Şimdi, Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen bir başka olaya referansla, size retorik bir soru sorayım: Çok fazla kalabalık olmayan bir yolda yürürken arkanızdan biri size “güzelsin, güzel” diye şakayla karışık iltifat etti; dönüp bakınca gördünüz ki bu iltifatı eden a) Burak Özçivit b) üstü başı boyalı bir inşaat işçisi çıktı. Her iki durumdaki tepkiniz aynı mı olur?
Valla ben size söyleyeyim, Burak Özçivit bana bile lâf atsa “Abi eyvallah” der giderim, sonra da herkese anlatırım J.
Herhangi bir cinsel çağrışımı olmayan “güzelsin, güzel” lâfı TCK’ya göre bir suç teşkil etmemektedir, bence doğrusu da budur zaten. Fakat Boğaziçili bir hanım kızımız güvenlik kulübesinin aynalı camında saçını düzeltirken içerideki güvenlik memurunun, şakayla karışık “güzelsin, güzel” demesine çok bozulmuş (olaylar olaylar piii).
Marxist sosyoloji bunu, merdivenleri Boğaziçi’ne kadar çıkmış, evlenerek sınıf/statü atlama kartını cebinde taşıyan bir kızın güvenlik görevlisi gibi alt gelir grubuna mensup birinden lâf yemesini hazmedememesi olarak okur. Eva Illouz’un yaklaşımı ise bunun reaktif olduğu yönündedir. Aslında her ikisinin de açıklayıcılık payı var. Ancak bağzı feministler bu iki açıklamayı da kabul etmeyecektir. Onlara göre taciz tacizdir, kadının beyanı esastır, ve tacizin kurallarını kadın koyar. Ama bunun yanlış pozitifini Kabataş olayında hepimiz çok iyi gördük.
Şimdi feminist spektrumun en uç noktasına gidelim (maksadım kontrastı arttırarak argümanı netleştirmek). Illouz’un bir Newsweek özel sayısından kitabına taşıdığı şu örnek çok manidar. Amerika’da bir üniversitedeki feminist bir grup öğrenci okul yönetimine sundukları Cinsel Taciz Kuralları bildirisinde şunları talep ediyor:
Amaç %100 karşılıklı mutabakata dayanan cinsel ilişkidir (full consensual sex). Birine ‘seks yapmak istiyor musun?’ diye sormak yetmez. Her adım için ayrı rıza almanız gereklidir. Eğer bluzunu çıkarmak istiyorsanız, sormak zorundasınız. Göğüslerine dokunmak istiyorsanız, sormak zorundasınız. Elinizi cinsel organına indirmek istiyorsanız, sormak zorundasınız. Parmağınızı içeri sokmak istiyorsanız, sormak zorundasınız.
Ya aşk atlı karınca gibi bir şeydir… 8 yaşındaki bir çocuğun dünyadaki bütün çikolataları Ece’ye vermek istemesidir. Hoşlandığınız çocuğun sizi hiç beklemediğiniz bir anda dudaklarınızdan öpmesidir…
Kız arkadaşınıza “aniden saçından tutup seni duvara dayayabilir miyim lütfen?” diye sorduğunuzu düşünsenize… Durumun komikliği bir yana, kaç erkek böyle bir soruyu sorabilir ve kaç kadın bu soruya ‘tabii ki dayayabilirsin’ diye cevap verebilir? Ondan sonra Flash TV’lerde görüyoruz “Kaynım bana kaydı, çünkü kocam beni gıdıklamıyor.” Seni gıdıklayan gıdıklamış zaten…
Yok madem öyle, ekseriyetle (yüzde 80) kadınlar tarafından okunan, Grinin Elli Tonu üçlemesi neden best-seller oldu o zaman? Çünkü bugün çoğu evli kadının sıkıntısı yatak odasında yüzde yüz rıza olmaması değil, hiçbir şey olmaması. Grinin Elli Tonu dandik bir erotik edebiyat romanı olmanın ötesinde aslında başarılı bir kişisel gelişim kitabıydı. Yatak odasında aradığı aksiyonu bulamayan kadınların cinsel hayatlarını renklendirecek ipuçları bulduğu bir kitaptı. Filmden sonra seks oyuncakları satışları ikiye katlanmış. Bir araştırma şirketinin verilerine göre, Grinin Elli Tonu çoğunlukla yüksek sosyoekonomik kesimler tarafından okunmuş. Çünkü bu fantezilere en çok onlar öykünüyor (millet de zannediyor ki Robert kolejli elitler kelepçeli partilerden kırbaçlı gruplara akıyor. Alakası yok, olay köylerde, küçük kasabalarda kopuyor. Düşünsenize sinema yok, tiyatro yok, konser yok, lunapark yok, AVM yok, bar yok, gece kulübü yok, düzgün yol bile yok, hiçbir şey yok… Bu insanlar bütün kış ne yapıyorlar sanıyorsunuz? Hiçbir eğlencenin olmadığı küçük köy ve kasabalarda herkesin en kolay ve bedava eğlencesi sekstir, hem de her türlüsü, hayattan soğursunuz J).
Ayrıca, “yüzde yüz rıza olmalı” diyen feministler kitabın yazarı E.L. James’e niçin bu kadar saldırdılar o zaman? Zira ilk kitap Christian’ın Ana’ya kırmızı odadaki kurallar için detaylı bir kontrat imzalatmasıyla başlıyor. Yani kitaptaki bütün fanteziler Ana’nın sözel rızasının da ötesinde, imzalı bir sözleşmeyle gerçekleşiyor. Normal şartlar altında rıza her zaman kısmîdir. Sevişmeye başladığınızda olayın nereye gideceğini kestiremezsiniz. Süreç içinde belli sinyallerle gidişatı sınırlayabilirsiniz. Fakat Grinin Elli Tonu, aslında çok zekice bir hamleyle, sado-mazoşist bir cinsel ilişkideki tüm parametreleri detaylı bir sözleşme ile belirleyerek kadının edilgen ve itaatkâr olduğu fantezileri yüzde yüz rıza çerçevesinde yaşatıyor.
Cinsel ilişkinin en tutkulu yanı spontane olmasıdır (tabii bu demek değildir ki sokakta millet önüne geleni gıdıklasın). Makul bir rıza zemini oluştuktan sonra gerisini insanlar akışına bırakır (ancak toplumsal normların dışında kalan BDSM fantezileri ya da başka hassas meseleler için rıza aranır).
Çelişkilerle dolu hayatımızı idare etmemiz için 6 sayfalık bir el kitabı yok. Hepimiz ilişkilerin metalaştığı bir flört piyasasından ve içi boşaltılmış cinsel deneyimlerden geçiyoruz. Romantizmden geriye kalan kırıntıları da devlet dairesi resmiyetindeki prosedürlere hapsetmek hangi sorunları çözecek? Bu sözleşmeler kadın bedenini bir meta olmaktan çıkaracak mı? Yoksa aksine meta değerini daha fazla mı arttıracak? Cinsel ilişki sırasında kadın da her adımda erkekten rıza almalı mı? Bütün bir gece noter huzurunda soru ve cevaplarla mı geçecek? Eğer öyleyse cinsel ilişkideki tutku ve arzu nerede kaldı (where’s the passion lads)?
Flört ve toplum içindeki iletişimdeki gri alanların kurallarını keskin bir çizgilerle belirleyip siyah ve beyaz hale getirmek isteyen marjinal feministlere göre sokakta birbirini tanımayan insanlar iltifat etmeden önce de sormalılar mı? Yoksa hiç konuşmamaları mı gerekiyor? Ya da atılacak ve atılamayacak laflarla, iltifatların bir listesi mi olmalı? Güvenlik görevlisi laf atmak yerine uzun uzun (hatta seksi seksi) baksa da taciz midir? Eğer öyleyse tam olarak kaç dakika bakılabilir? Yoksa hiç bakamaz mı? “Güzelsin, güzel” diyen güvenlik görevlisi bir kadın olsaydı Boğaziçili kızımız endişelenip aynı tepkiyi verecek miydi (muhtemelen hayır..)? Peki ya kadın güvenlikçi aktif BDSM lezbiyense (eyvah!!!)? Toplumsal alanlarda erkekler kadınlarla konuşamayacaksa, kadınlar erkekler konuşabilir mi? O da yasaksa insanlar nasıl birbirleriyle tanışacak? Erkek güvenlik görevlisi, erkek bir öğrenciye “yakışıklısın, yakışıklı” diyebilir mi? Diyemez mi? Berber diyebilir mi? Neden kadınların kuaförleri feminen erkekler olur da erkeklerin kuaförleri maskülen kadınlar olmaz? O değil de Burger King soğanların cücüklerini ne yapıyor, hiç düşündünüz mü?
Bir de komünizm için bürokratik derler… Sistem bizden, neredeyse, cinsel ilişki için adliyeden sabıka kaydı alıp 15 liralık dosya masrafı ve bağış makbuzu getirmemizi isteyecek.
Bakın… Kapitalizm kadına aynı iş için erkeğin aldığı ücretin yüzde 60 ilâ 85 kadarını veriyor. Parlamentolarda, yüksek iş dünyasında, ve devlet kurumlarında kadınların varlığı ve temsiliyeti kısıtlanmış durumda. İşsizlik ve yoksulluktan alternatifsiz kalan bazı kadınlar, belki çocuklarına bakabilmek için, çareyi seks işçiliği yapmakta buluyor. Her yıl yüzlerce kız çocuk yaşta evlendiriliyor. Hepimizin bunlarla mücadele etmesi gerekirken herhangi bir cinsel yan anlamı olmayan ‘güzelsin, güzel’ gibi lâfların ya da kontrat feminizminin cinsiyet eşitliği mücadelesinin bir parçası olması gerektiğini, sizi bilmem ama, ben düşünmüyorum.
Kuruyemiş kâsesi teorisi vs. sosyoekonomik statü piramidi
Kapitalizm, 1960’lardan bu yana, feministlerin de yardımıyla, kadınları da işgücü piyasasına dahil edip sömürülecek işçi havuzunu genişletmiş oldu, üstelik aynı iş için kadınlara çok daha düşük ücretler vererek. Ama ne yapalım, parayı verenin düdüğü çaldığı kapitalist ekonomilerde, kadını erkeğin ekonomik gücü altında ezilmekten kurtaracak tek yol da çalışmaktan geçiyor. Sadece çalışmak yetmez, kalifiye işlerde çalışmalısınız.
Erasmus programı, uluslararası şirkette staj (Fransızcada kölelik demektir), yüksek lisans, İtalyanca, sertifika falan derken yüksek maaşlı kariyerinize başlayana kadar otuzunuza merdiven dayadınız. Biyolojik saatiniz hızlı ilerlediği için beyniniz size “anne ol, anne ol, anne ol, anne ol…” diye sinyaller göndermeye başladı. “Anne ol” diyorsun da evlenecek adam mı var?
Valla hiç kıvıracak değilim.. Yok!!
Ama neden?!
Erkekler böyle, genetikleri şöyle, hormonları farklı, onlara her yol Paris falan demek yetersiz (ve neredeyse totolojik) kalıyor. Çünkü Austen dünyasının erkekleri böyle değildi. 200 senede erkeğin biyolojisinde pek bir şey değişmediğine göre sorunun gerçek kaynağını başka bir yerde aramalıyız.
Akşam arkadaşlarınızla bara çıktınız; beş bira söylediniz, biri demli… Yanına da lüks karışık kuruyemiş tabağı geldi. Derken beş dakika tuvalete gidip geldiniz, ne göresiniz? Kâsedeki bademlerden, fındıklardan, Antep fıstıklarından geriye sadece leblebiler ve kabak çekirdekleri kalmış.
Dolayısıyla siz kariyerinize başlayana kadar modern evlilik piyasasındaki bütün Antep fıstıkları evlendi gitti… Beyniniz size ‘anne olmalısın’ dediği yıllarda piyasada sadece leblebiler kaldı (Bu teorinin uzantısında bademler, fındıklar, cevizler bittikten sonra çerez tabağında leblebi ve kabak çekirdeklerinin arasında, tek tük de olsa, ucu kapalı olduğu için sona kalan Antep fıstıkları da vardır. Gece boyunca kimsenin kırmaya cesaret edemediği bu fıstıkları dişine güvenenler kırıp yiyebilir). Tabii aslında mesele herkesin bildiği kuruyemiş kâsesi teorisi kadar basit değil. Çünkü teoride herkes kâseye elini uzatabilirken gerçek hayattaki kâse asimetrik bir serbest piyasa piramidi.
Modern evlilik piyasası, geleneksel döneme göre daha özgür ve daha demokratik gözükse de aslında sistem kadının manevra alanını hiç olmadığı kadar daraltıyor. Sonuçta erkeği zorlayan bir biyolojik saat yok (var da yavaş ilerliyor). Cinsel cazibenin romantizmden ayrılarak ön plana çıktığı serbest piyasa koşullarında piyasayı cinsel sermayesi fazla olan kontrol eder.
Şimdi, burası çok önemli, bu piyasayı, en tepede en yüksek sosyoekonomik sınıftan en taş erkeklerin ve kadınların, en altta da leblebilerin olduğu bir piramit olarak düşünün. Herhangi bir katmandaki kadınlar, fayda maksimizasyonu doğrultusunda, kendinden üstteki katmanlardakilerle flört ederek sınıf atlamak istiyorlar (bkz. Boğaziçili kızın güvenlik görevlisinin iltifatına bozulması). Dolayısıyla bu piramitte kadınlar yukarı doğru bakarken erkekler aşağı doğru bakıyor. Erkeklerin evlenmek gibi bir acelesi yok (yavaş biyolojik saat ve cinsel sermaye birikimi), ama kadınların var (hızlı biyolojik saat). Dahası, toplumsal bir norm olarak kadın üst sınıftan bir fırsat (‘catch’) yakalamaya çalışırken (bkz. Bir İstanbul Masalı) erkek kendi sınıfından evlense kâfidir, hatta piramitte birkaç basamak aşağıya bile inebilir. Ama bankada üst düzey yönetici olan bir kadın bir garsonla evlenemez. Bu asimetri bütün ipleri erkeklerin eline veriyor. Piramidin en tepesindeki erkekler piramidin neredeyse tamamına ulaşabiliyor.
Öte yandan, memur veya öğretmen çocuğu olsa da, Boğaziçi’nde okuyarak entelektüel birikimini ve sosyoekonomik statüsünü yükselten kadınlar bu piramitte üstlere çıkıyorlar. Üst basamaklara çıktıkça piramidin tepesindeki üçgenin alanı küçülüyor; dolayısıyla kadınlar, kendi katmanına kadar olan bir sürü kadın ile üstteki az sayıda erkek için rekabet ediyorlar. Bu da, müzikal sandalye oyununda olduğu gibi, bazı kadınlar ayakta kalacak anlamına geliyor. Yani modern evlilik piyasasında kadınlar için kıtlık söz konusuyken erkekler için bereket var. Herhangi bir katmanda müzik durduğunda hiçbir erkek ayakta kalmıyor, hatta geriye boş sandalye bile kalabiliyor. (Şimdi bazılarınızın “bereket diyorsun da valla bizde yıllardır icraat yok, nasıl oluyor bu iş?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Bereket, kendinden altındaki katmanların geniş olmasından kaynaklanıyor. Fakat, bir, yukardaki katmanlardakiler kendinin altındaki bütün katmanları kontrol edebilirken, altlara indikçe azalan katman sayısıyla birlikte bolluk azalıyor, ve erkekler için rekabet artıyor. İkincisi, üniversiteden çıkmış plazada çalışıyorsun. Yani senin içinde bulunduğun sosyoekonomik katmandaki kızlar (mesela aynı plazada her gün yemek yediğin güzel kızlar) yukarı katmanlara bakıyor (mesela üst düzey yöneticilere). Tıpkı ortaokuldaki kızların lise 3’teki erkeklerle çıkması gibi. Senin aşağı bakman lazım ama kapitalist iş hayatı sosyalleşmeni kendi çevrenle sınırladığı için alt katmandan insanlarla oturup tanışabileceğin sosyal ortam pek olmuyor. E sen de biraz standartlarını yüksek tutunca tüm bunlar bolluk içinde yokluk çekmene sebep oluyor. Bunun için ya birkaç kat üstte çıkacaksın ya da bir şekilde alttaki katmana ulaşacaksın. Ya da gidip match.com’u zengin edeceksin).
Şimdi böyle bir ortamda üst katlardaki erkekler kendilerini neden bir ilişkiye bağlamak istesinler? Fayda maksimizasyonu yapıyor, gününü gün ediyor, sermaye birikimine gidiyor, vur patlasın, çal oynasın… Fakat, ısrarla vurguluyorum, erkek, insanlık tarihi boyunca böyle değildi; bu bireyi ve bu koşulları kapitalist sistem yarattı!
Öte yandan bereketin erkekler için, kimsenin görmediği, olumsuz bir tarafı da var aslında. Şimdi size 30 lira verip “git bir tişört al” desem, 3 gün gezersiniz, alamadan gelirsiniz. Çünkü milyonlarca tişört var. Tüketim kültüründe seçeneklerin çokluğu, liberal teorinin salladığı üzere serbest optimizasyon yapılmasını sağlamıyor, aksine karar vermeyi zorlaştırıyor. Yapılan akademik bir deneye göre, marketteki reyona 6 farklı marka reçel konduğunda potansiyel müşterilerin yüzde 30’u reçel alıyorken, reçel sayısını 24’e çıkarınca müşterilerin sadece yüzde 3’ü reçel alıyor (choice overload). Bu konuda Dan Ariely’nin sayısız çalışması var.
Ecemnaz’la çıkmaya başladınız; fena gitmese de arada ufak tefek sorunlar yaşıyorsunuz. Geleneksel dönemde başka kadınlarla pek kırıştıramazsınız, ama modern dönemde “ya İlaydasu daha iyiyse” sorusu aklınızdan bir türlü çıkmıyor. Dahası, sistem size, piyasadaki zemini hazırladıktan sonra, yapmanız gereken şeyin tam da İlaydasu’ya bir göz kırpmanız gerektiğini söylüyor zaten. Fakat bu sonu gelen bir süreç değil… Çünkü kiminle birlikte olursanız olun (bu ülkede Hülya Avşar aldatıldı [bkz. Ferrari Feraye]) orada bir yerde her zaman bir Alâracan vardır kafanızı karıştıran. Tıpkı hedonik bir koşu bandı gibi; siz koştukça tempo artıyor, tempo arttıkça siz daha hızlı koşuyorsunuz. Ama aslında hiçbir yere gitmiyorsunuz, aynı odanın içinde nefesiniz kesilene kadar koşuyorsunuz. İşte alternatiflerin bolluğu ve serbest piyasa koşulları, erkekleri hem hedonik bir aşk sarmalına sokuyor, hem de karar vermeyi zorlaştırıyor. Aşk oyunu aklımızı başımızdan alıyor ama her gelen de gideni aratıyor (bkz. Kenan Doğulu – Aşk Oyunu). Yani bağlılık fobisi tam olarak bir fobi değil, serbest piyasa mantığının beklenen bir sonucu…
Bertrand-Nash dengesi ve zeytinyağlı yaprak sarması
Peki sistem, serbest piyasa koşullarındaki vahşi rekabetten sıyrılmak için, kadınlara ne yapması gerektiğini söylüyor? İndirim!! Unutmayın, serbest piyasa demek, aşağı doğru yarış demektir. Bu piramitte kendinize alan açmak için, yukarı doğru değil, aşağı doğru hareket etmelisiniz ki üst basamaklardaki üçgen alanını genişletebilesiniz.
Serbest piyasalar, kadınlar için müthiş bir açmaz yaratıyor. Bir yandan, ekonomik olarak ezilmemek için okul okuyup sosyoekonomik pozisyonunuzu kuvvetlendirmeniz gerekiyor; ama diğer yandan sosyoekonomik pozisyonunuzu yükselttikçe evlilik piyasasındaki rekabet sıkılaşıyor ve aşağıya inmeniz gerekiyor (eğer evlenmek istiyorsanız). Çelişki… Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumu; hem de kelimelerin tam manasıyla!!
Anneniz bile “Kızım okuyorsun, master yapıyorsun ama elin oğlu senin diplomana değil yaptığın pilava bakar” diyor. Buyurun cenaze namazına. Belki 10 sene süren bu travmanın sonunda geldiğiniz nokta “Ben Boğaziçi mezunuyum benden yaprak sarma istiyor” oluyor… İşin kötüsü, siz de anne olduğunuzda oğluşunuza yaprak saracaksınız, ve kızınıza aynı öğüdü vereceksiniz muhtemelen (bizim jenerasyonda bu durum biraz kırılabilir gerçi).
Dahası, sizin tüm kadınlar olarak örgütlenip sisteme karşı mücadele etmeniz gerekirken, sistem sizi birbirinize düşürüyor. Çünkü sen yaprak sarmazsan, biyolojik saati iyice hızlandığı için aşağı doğru yarışı kazanmaya (ya da kaybetmeye?!) çalışan Damlasu o yaprakları şarjör gibi saracak (dominant strateji). Hatta yaprak sarmak da yetmeyecek çünkü herkesin yaprak sardığı piyasada Ilgıncan Instagram hesabından yaptığı su böreğini #askitomaborekyaptim etiketiyle paylaşarak farkını ortaya koyacak. Derken, iş arkadaşları İtalyalarda gezip fotoğraf çekerken, Chef’s İstanbul’da yemek ve pastacılık kursuna yazılan Nurbanu şirket yöneticilerinden Ercüment Bey’i kafalayıp kaşla göz arasında nikahı basacak (‘catch’).
Ercüment Bey’in canına minnet; bir sürü Boğaziçili var, ve mutlaka birilerinin bu stratejiyi oynayacağını biliyor. Eğer evlenmek ve çocuk yapmak gibi bir kaygınız yoksa eyvallah. Ama evlenip anne olmak istiyorsanız Tokat yaprağı kullanırsanız daha iyi olur, sarması ve pişirmesi kolay oluyor, benden söylemesi J.
Dolayısıyla liberal piyasa sistemi kadını içinden çıkılmaz açmazlara sokuyor. Kadın hem 1) evlenilecek bir adam bulmaya çalışıyor; hem de 2) feminist mücadele doğrultusunda sosyoekonomik pozisyonunu, özgürlüğünü, ve gücünü arttırmaya çalışıyor. Kadın için en ideali Kıvanç Tatlıtuğ ile evlenip onu muma çevirmektir (Madame Tussaud J). Fakat bu iki hedef, erkeğin kontrol ettiği serbest piyasa koşullarında, birbiriyle çeliştiği için bir uçta 1) Ali Ağaoğlu’nun sözünden çıkmayan ortanca hanımı; ya da diğer uçta 2) kendinden aşağıda bir erkeğin dominant karısı olunuyor (Bana Derler Fosforlu). Arada kalan gri alanlarda da “yaprak sararsın, sarmazsın” polemiği yaşanıyor. Harvard mezunuyla evlenmiş olsa paşa paşa saracak o yaprakları; lise mezunuyla evlense yaprağı kocasına sardıracak. Ama Harvard mezunuyla evlenemiyor, lise mezunuyla da evlenmek istemiyor (çünkü ‘catch’ değil).
Bu dramatik açmazı fark ettiğinizde Nil Karaibrahimgil’in sizi kandırdığını anlıyorsunuz. Çünkü artık çocuk da yapamıyorsunuz, kariyer de…
Neden terk ediliyorsunuz?
Şunu tekrar vurgulayalım. İnsan bio-psiko-sosyal bir canlıdır. Yani insanın biyolojik, psikolojik, ve sosyolojik ihtiyaçları ve motivasyonları vardır. Bugün aşk, evlilik, ve mutluluk piyasalarına hakim olan sektörler (psikoloji, yaşam koçları vesaire) bu sorunları çözümlerken meselenin sadece bio- ve psiko- veçhelerine (bireysel kalemlerine) odaklanıyorlar. Çözüm olarak da kendi davranışlarınızı düzeltmenizi tembihleyip ‘7 adımda mutlu olmanın sırrı’ diye safsata kitaplar satıyorlar (ilaç sektörüne hiç girmiyorum bile).
Ben de diyorum ki terkedildiğiniz zaman sorunun kaynağını erkekte (erkekler böyle çünkü onların doğaları böyle) ya da kendinizde (güzel değilim, kezbanım, hep sorunlu adamları buluyorum) aramayın. Çünkü terkedilişinizin temel sebebi serbest piyasa ve optimizasyon mantığıyla herkesin (ekseriyetle erkeklerin) sürekli daha iyisini aramasıdır. Bunu kurgulayan kapitalizm ve liberal ideolojidir. Buna zemin yaratan ise internet.
Son 10 yılda 50 yaş üzeri çiftlerdeki boşanma oranı artmış. Sebebi çok açık: İnternet. Sosyal medyada, eşlerini arkadaş listesine almayarak evli olduğunu gizleyen yaşlı başlı adamlar, Yılmaz Özdil yazıları paylaşan orta yaş üstü kadınlardan “çok haklısınız Müzeyyen hanım, bu konuyu sizinle bir çay içerek konuşmak isterim” gibi yorumlarla randevu koparmaya çalışıyorlar. 50 yaşında da olsan fark etmiyor, “acaba daha iyisini yapabilir miyim?” düşüncesiyle facebook’larda ortam kovalıyorsun. Yaşlı insanların sosyal bağları kuvvetlidir, ve yeni insanlarla tanışma olanakları kısıtlıdır; evli barklı adamlar, normal şartlar altında, toplum içinde başka kadınlarla ilgilenemez. Ama internet, bir anda yaşlı insanların seçim alanını genişleterek ilişki hedonizmine zemin hazırlıyor. Fırsatını bulduğu anda Yaşar Bey, 40 yıllık karısını boşayıp Semiramis hanımla evleniveriyor. Halbuki eski karısı yaprak da sarıyordu, börek de açıyordu… Demem o ki kabahat Yaşar Bey’in karısında değil, hatta tam olarak Yaşar Bey’de de değil. Kabahatin özünde serbest piyasalar ve internet var…
Öte yandan, biyoloji literatürünün dikte ettiği üzere, eğer insanlar doğaları gereği çokeşli varlıklar ise çok eşliliğin arttığı modern dönemde yaşayan bizlerin, feodal ya da pre-modern dönemdeki insanlardan çok daha mutlu olması gerekirdi. Öyle mi acaba?
Haydin toparlayalım..
Öncelikle, sunduğum sentezde bir takım boşluklar, eksikler, gedikler ve bağlantılarda zayıf kalan taraflar olabilir. Fakat yazı haddinden fazla uzadığı için bazı bahisleri kısa kesmek zorunda kaldım. Mesela feodal ve pre-modern dönemdeki metres kültürü ve bunun günümüzdeki tefekkürü (bkz. Yaprak Dökümü) buradaki çözümlemeyi biraz daha komplike hale getirecektir. İltifata bozulan Boğaziçili kızın sınıfsal statü kaygısı ve Boğaziçi’ndeki sınıfsal kategorilerin detaylı incelenmesi apayrı bir yazı konusudur.
Kısa kestiğim, evlenerek sınıf atlamanın dinamikleri (nasıl zengin koca bulunur? J) yine başlı başına bir inceleme konusudur. Yaprak sarmayı reddederek boşanan Boğaziçi mezununun (eğer istiyorduysa) evliliğini kurtarmak için izleyebileceği yollara değinmek isterdim. Piramidin her bir katmanındaki davranışlar ve dinamikler farklı olabiliyor. Türk kültürü ile Batı kültürü arasındaki farklılıklar, kadınlar için farklı strateji kümeleri yaratıyor; bunlara kıyaslamalı olarak bakılabilir. Vesaire… Zaten nihai bir sentezin ötesinde, genel bir çerçeve çizmek istedim, konunun detayları ve uzantıları tartışmaya açık (yorumlarınızı e-postalayabilirsiniz). Hatta bu meselenin her bir unsuru birer sosyoloji yüksek lisans tez konusudur.
Artık Jane Eyre ya da Uğultu Tepeler romanlarında gördüğümüz cinsten tutkulu aşklar yaşanmıyor. Çünkü bize çok iyi şeylermiş gibi pazarlanan büyük veri, optimizasyon, ve liberal ideoloji her şeyin içini boşalttığı gibi aşkın ve tutkunun da içini boşaltıyor. Zaten tam da bu sebepten ötürü insanlar Grinin Elli Tonu gibi dandik romanlara ve BDSM fantezilere yöneliyorlar. Yani aslında bu yarı-gotik BDSM dünyası insanların romantik ilişkilerindeki sorunları çözme konusunda bir kişisel gelişim terapisi işlevi görüyor. Bu bakıma, Eva Illouz, bunların cinsel değil kültürel fanteziler olduğunu söylüyor.
Radikal feministlerin toplumsal ve ekonomik alanlardaki haklı eşitlik mücadelesini “cinsiyetler her türlü eşit olsun” yaklaşımından ayırmak gerekiyor. Kadınlar kendilerini erkekleştirerek değil, cinsiyet kültürlerini olduğu gibi yaşayarak toplum içinde eşitlik mücadelesi vermelidir. Yatak odasında “eşitlik” cinsel ilişkiyi donuklaştırır. Kadınlar toplumda daha özgür ve daha eşit olmak isterler tabii ki ama çoğu kadının “yatak odasında yüzde yüz rıza olmalı, her adımda sorular sorulmalı, dışarıda insanlar birbirleriyle konuşmamalı, kimse bana dönüp ikinciye bakmamalı” gibi düşünceleri olduğunu sanmıyorum, hatta olmadığını biliyorum.
Dijitalleşen çöpçatanlığa geri dönecek olursak. Ben geleneksel çöpçatanlığa da, görücü usulüne de özünde karşı değilimdir. Hepsi bir ihtiyaç doğrultusunda ortaya çıkmış toplumsal kurumlardır. Fakat geleneksel çöpçatanlık ve görücü usulünde eşleştirme sezgisel bir süreç izlerken match.com ve benzeri siteler algoritmik bir süreç izleyerek romansı, bireyi ve ilişkileri metalaştıran plastik eşleştirmeler yapıyor. Üstelik match.com buradan fahiş paralar kazandığı için bir menfaat çatışması ortaya çıkıyor. Amerika’daki suç oranının azalmasını istemeyen özel hapishaneler mahkumları rehabilite etmiyorlar ki hapishaneden çıkan mahkumlar kısa süre sonra tekrar hapishaneye girsinler ve çark dönmeye devam etsin. Aynı şekilde, herkesin evlenip sonsuza kadar mutlu mesut yaşadığı ve boşanma oranlarının azaldığı bir toplumda match.com’un kârlılığı azalacaktır. Yani match.com’un varlığını sürdürebilmesi için toplumda devir daim halinde yalnız ve mutsuz insanlar yığını (bir nevi reserve army of unhappy) olması gerekir. Bu yüzden match.com’un iş modeli insanlara mutlak mutluluk ve huzur satmak değil, geçici birliktelikler sağlayıp üyelerin tekrar siteye geri dönmesini sağlamaktır.
Online dating sitelerinin yayınladığı seçmece ve parlak istatistiklerin arkasındaki karanlık istatistiklerin seyri nedir? Acaba büyük veriyle, optimizasyonla, algoritmayla, maliyet-fayda analiziyle internet siteleri tarafından eşleştirilerek evlenen çiftlerin evlilikleri flört, görücü usulü ve arkadaş çöpçatanlığı ile evlenen çiftlerinkinden daha mutlu ve daha uzun süreli midir? Tabii ki siteler bu istatistikleri yayınlamıyor. Fakat Amerika’da (ve Türkiye’de) toplam evlilik oranları tüm zamanların en düşük seviyesine inerken, online dating sitelerinin hasılatları tüm zamanların en yüksek seviyesine çıkmış, ve evliliklerin süreleri kısalmış durumda. Bu da online dating sitelerinin, tıpkı kişisel gelişim sektörü gibi, aslında pek bir işe yaramadığını gösteriyor. Kapitalist sistem insanları kasten ve bilinçli olarak mutsuzlaştırıyor. Serbest piyasalar aşkı yok ediyor. Plazalardaki liberal dangalakların çok bayıldığı büyük veri ve internet de işte bu düzene çanak tutuyor.
Eva Illouz, Marx’ın metalar için yaptığı çözümlemeyi ilişkiler ve romantik aşklar için yapıyor. Şimdi, 2 saattir kafanızdan geçenleri geri sarın, ve romansın yerine domatesi ya da emek gücünü koyun… Aslında aynı şey, değil mi? Romantizmin üzerine bir fiyat etiketi konmasına ne kadar hayıflanıyorsak, domatesin ya da emek gücünün metalaşmasına da o kadar hayıflanmalıyız. 200 sene öncesine göre artık daha liberaliz, daha özgürüz, daha serbestiz, data teknolojiğiz, daha çok verimiz var, daha fazla kapitalizm var, daha fazla reklam ve pazarlama var… Fakat ne daha güzel domateslerimiz var, ne de daha mutlu romantik hayatlarımız… Sizce veri hacmi büyüdükçe, piyasalar daha da serbestleştikçe, liberal ideoloji denen hastalık daha fazla insana bulaştıkça, herkes kişisel gelişim kitabı okudukça, TED videoları izledikçe, hayatlarımız daha iyiye gidecek mi?
Coda
Eskiden halı tezgâhında dokunurdu aşklar, nakış nakış, körpe kız ellerinde. Mendillere yazılırdı isimler, yüreklere kazınırdı gizlice… Düğün haftası geldiğinde gelin ve damat evlerinde çeyizler serilir, karyolalar düzülürdü. Çeyizleri görmeye gelenlere “döşek yemeği” verilirdi. Düğünden evvel gelin adayı hamama götürülürdü. Ailelerden okuyucu çıkan kızlar, kapı kapı dolaşarak eşi dostu kına gecesine çağırırlardı. Kına gecesinde tefçiler, gözyaşları yağmur olana kadar maniler, türküler, şarkılar söylerken gelin adayının ellerine kına yakılırdı. Damat tıraşını olup, gelin başını yaptıktan sonra düğün günü yüz görümüne gidilirdi. Düğünde sanki bir çift değil bir toplum evlenirdi…
Bugün pek çok insan bu geleneklerin ve toplumsal kuralların, insanların özgürlüklerini kısıtlayan boğucu, bunaltıcı ve sıkıcı dayatmalar olduğunu düşünüyor. Herkes Friends, Coupling, Sex and the City dizilerindeki gibi bir arkadaşlık, flört, seks ve evlilik ortamına özeniyor. Oysa Batı kültürünün empoze etmesiyle, tüm gelenekleri geri kafalılık olarak gören bu insanlar modernizmin kendilerini ve toplumu ne kadar yıprattığının farkına varamıyorlar.
Yüz yılda kapitalizm çok şeyi değiştirdi… Mesela Malkaralı Zeynep’in dileği gerçek oldu; evler artık yüksek yüksek tepelere değil, ışıklı caddelerdeki mağazaların yanına kuruluyor. 77 katlı yekpare camdan mağazalar… İşten eve sapsarı iskelet gibi geliyoruz artık. Şehrin griliğinden, plazaların yapaylığından, hayatın monotonluğundan bunalan herkes bir yerlere gitmek istiyor. Ama ne mümkün…
Hasıl-ı kelam… Eski İstanbul’da hanımefendilerin beyefendilere olan ilgilerini yere mendil düşürerek gösterdiği zamanlardan geriye bize köpeğin köpeği yediği liberal bir distopya kaldı.
Tevye’nin dediği gibi, hepimiz birer kemancı olduk. Sevdiğimiz bir şarkıyı, (modernizm ile gelenekler arasındaki) dengemizi kaybedip damın tepesinden düşmeden çalmaya çalışan birer kemancı…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.