Şimdi üç-beş ağaç, üç-beş çocuktur ve biz öyle biliriz ki yaşamak berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır!
Bu memlekette kadın düşmanlığı, eğitimin dincileştirilmesi, kamusal alanın piyasalaştırılması üçlüsünün kesişme noktasında patlak veren sistemli neo-liberal gerici çocuk istismarı salgınına karşı, bu üç mücadele alanının, istismarın önlenmesi bakımından en acil ve zorunlu nitelikte olan taleplerini çocuklar aşkına birleştirme ve bir siyasal kampanyanın öğeleri haline getirme sorumluluğunu üstlenecek kadınlar, eğitimciler ve kamusal alan savunucuları mutlaka çıkar. Mutlaka çıkar; çünkü şimdi üç-beş ağaç, üç-beş çocuktur ve biz öyle biliriz ki yaşamak berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır!
2010 referandumuyla pekiştirdiği anayasal/siyasal temsil gücünü, aradan geçen altı yıl içinde alabildiğine yaygınlaşan kadın düşmanlığı, güvencesizlik, eğitimin/mekanın dincileştirilmesi ve faşizm ekseninde, diktatörlük hamleleriyle ayakta tutmaya çalışan büyük gericilik ittifakı(1), tam da büyük sermaye güçleri, piyasacı cemaat örgütlenmeleri ve liberal medya borazanları tarafından oluşturulan bir gerici ittifaktan beklenebilecek ortak açıklamayı yapmakta gecikmedi: Hepimiz Ensar’ız!
Açıklamanın altında imzası olanlar, neo-liberal kapitalist vahşeti “dindar-muhafazakâr kalkınma hamlesi” diye yutturmak için her türlü zorbalık ve tiyatrodan medet uman ve bu zorbalık/tiyatro sayesinde inşa edilen “iktidar projesinden” birinci derecede, dolaysızca çıkar sağlayan neredeyse tüm güçlerden oluşuyor. Güvencesiz çalışma ilişkilerinin İslamcılaştırılmasıyla semiren Anadolu işadamları; neo-liberal pisliğe rıza devşirmek adına tüm toplumsal ilişkileri dincileştirmeye çalışan sadaka kurumları; eğitimin piyasalaştırılması ve dincileştirilmesiyle güç, para ve imtiyaz kazanan İslamcı “eğitim ve bakım” kurumları. Kambersiz düğün olur mu, olmaz. Hemen yanlarında, gerçeği, sıradan gerici düşünme biçimlerinin prizmasında ters yüz ederek yarattıkları yalanı, egemenlik ilişkilerinin sistematik doğrusu haline getirmekte mahir İslamcı medya kuruluşları. Pek tabii, ne de olsa yine karşılarında terörcü faiz lobisinin siyah deri maskeli ve eldivenli adamlarının “kara propagandası” var! (2)
Gericilik cephesinin bir de ortak açıklamaya dahil olmayan yancı “münferit” destekçileri var: Ensar’la ilgili yaptığı iki adet açıklamadan biri “bir kereden bir şey olmaz”; ikincisi ise “istismara uğrayan çocukları cezalandıracağız” biçiminde olabilen bir adet lapsuslu kadın düşmanlığı bakanı; “Ensar Vakfı’yla çok verimli işbirliği” yapan bir adet milli eğitim bakanı; ne hikmetse bütün tacizcilerin üyesi olduğu ve tek dertleri kız-erkek ayrı eğitim olan bakanlık destekli bir adet eğitim-bir-sendikası; Ensar’ın da arasında olduğu dinci vakıflara kentsel varlıkları yağmalatmakta birbirleriyle yarışan başta İBB olmak üzere çeşitli boy ve ebattaki belediyeler; eşinden sonra en çok görüştüğü kişi vakıf başkanı olan bir adet Bilal; Ensar Gönüllüleri buluşmasında doksan yıllık enkazı kaldıran ve “Ensar gençliğini” iktidarlarının kazanımlarını sağlamlaştırmaya çağırırken kadınları da harem eğitimine davet eden bir adet cariye sultan; ve tarihin bu anını “Ensar Vakti” olarak dondurmaya çalışan bir adet Tayyip Erdoğan.(3) “Hukukun temel prensiplerine göre her suç ve ceza şahsidir” öyle mi? Bodrumlar ve şehirler dolusu insanı diri diri yakarken, binlerce mahkeme kararının üstüne pişkince otururken, canının çekmediği mahkeme kararını arsızca tanımazken, ne hukuk ne de “suçun ve cezanın şahsiliği” bir an bile akıllarına gelmeyen sefiller sürüsü! Sevsinler sizin Hazreti Ömer adaletinizi!
Sıradan pisliğin gerçekle imtihanı: faşist dilin dinci ahlak hapishanesi
Ensar vakasıyla su yüzüne çıkan buzdağı, yani bu muazzam toplumsal çürüme, neo-liberal İslamcı iktidar bloğunun; bu iktidar bloğunun “yeni elitinin”, kalkınma yalanlarından, ahlakçı muhafazakârlık mitlerinden soyulmuş çıplak suretidir.(4) Sıradan pisliğin diktatörlüğü, neo-liberal vahşet sürüp gitsin diye çocuk istismarcılarına, kadın katillerine, hırsızlara siyaseten en yüksek temsil gücü ihsan eden bir iktidar biçimi olarak kendini normalleştirmeye çalışırken, Ensar olayında da faşist iktidar dilinin inkar, normalleştirme, sıradanlaştırma, tekilleştirme, istisnaileştirme, basit sapkınlığa indirgeme, aklama ve bütün bunlardan hareketle kendini tahkim edecek argümanlar üretme biçimindeki kısır döngüsünü bir kez daha döndürmeye çalışmaktadır.
Çünkü sonuçta piyasacı-gerici rezillik, bu vahşi düzenin sürdürülebilmesi için çıplak zora mecburen eşlik eden “dinci ahlakçı tiyatroyu”, bir yandan toplumsal çürümeyi yaratan gerçek para ve güç ilişkilerini örtbas eden, ama öte yandan kanayan vicdanları bir anlığına da olsa yatıştıran kişisel cezalandırma/linç girişimleriyle yönetmektedir. Ama bunun bile sınırını belirleyen, diktatörlüğün, iktidar temsiliyeti bahşettiği sıradan pisliğin, yani aslında sıradan ataerkil kadın ve çocuk düşmanı dinci ahlakçı piyasacı ideolojinin söz konusu suça atfettiği genel meşruiyet sınırıdır. Kadınlara yönelik neredeyse bütün tecavüz ve cinayet davalarında “haksız tahrik” indirimi (“Kadından alacağımız eğitime ihtiyacımız yok!”) uygulanırken, açığa çıkan çocuk istismarı (“Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, haramlık oluşturmaz”) idamı meşrulaştırmak için bile kullanılabilir. Neden olmasın, zaten istismarcı da (eşcinsel arkadaşlar beni affetsin!) “eşcinsel sapığın teki” değil miymiş? Sıradan pisliğin diktatörlüğü şimdi son bir gayret yeniden bu tekeri döndürmeye çalışmaktadır. Bakalım 600 yıllık ceza kaç haksız tahrik indirimine mahzar olacak?
Çocuk istismarları siyasaldır!
Ama Ensar dediğin sonuçta, neo-liberalizmin “ensarı” (yardımcısı); yani neo-liberal vahşetin en şefkatli kalbi “inanç temelli organizasyonların” simgesel ortak adıdır. Neo-liberalizmin kamusal alanı ve kamusal hizmetleri ilk piyasalaştırılma anında ortaya saçılan “sivil toplum kuruluşlarının” piyasacı-gerici son model versiyonu olan ve neo-liberal İslamcı burjuvazinin en önemli rıza üretme kanalını oluşturan bu “inanç temelli” sadakacı kurumlar ağının tam merkezinde ortaya saçılan çocuk istismarları zinciri, tıpkı Gezi Parkı’ndaki “üç-beş ağaç” gibi, bizi iktidarın dayattığı hayat tahayyülüne karşı top yekûn bir toplumsal-siyasal çatışmaya çağırmaktadır.
Siyasal çatışmanın simgesel alanı bu kez (ne yazık ki) küçücük çocukların bedenidir ama çatışmanın uzlaşmaz taraflarının amaçları aynıdır: Onlar tıpkı betondan gökdelenleri gibi fallik bir saldırganlık suretinde sürdürdükleri hegemonyalarını ve iktidarların ve bu sayede büyüttükleri çıkarlarını; biz kadın hareketinden, kamusal haklar hareketinden, özgürlük ve proleter laiklik hareketinden tüm insanlığa miras kalan değerleri, yani insan olmanın gereklerini ve haysiyetini savunuyoruz.
Ve onlar tarihi bir “Ensar vakti” olarak dondurmaya çalışsa da burası tam da, neo-liberalizme karşı hak mücadelesinin toplumsal çürümeye karşı yaratılmış ne kadar insanlık değeri varsa onları top yekun kuşanarak ve insanlık onurunun gereklerini içeren yeni bir kuruluş çağrısı yaparak kendi siyasal anlamını belirginleştireceği yerdir. Burası tam da kadın hareketinin, eğitim hakkı mücadelesinin, özgürlükçü ve eşitlikçi kamusal alan savunusunun kendi mücadele birikim ve değerleriyle toplumsal-siyasal muhalefetin tamamını çocuk istismarına karşı mücadeleyi “siyasal bir mücadele” haline getirmeye çağırması gereken yerdir. Burası tam da düzen dışı siyasal muhalefetin çocuk istismarına karşı mücadeleyi faşist bir iktidara karşı mücadelenin odaklarından birisi haline getirmesi gereken yerdir.
Çünkü canlar, tanık olduğumuz vahşi çocuk istismarları zinciri mesela 1920 yılında ve mesela Danimarka’da yaşanmıyor! Ensar adıyla simgeleşen dinci piyasacı vakıflar ağında, yani neo-liberal İslamcı düzenin piyasa için rıza üretme ağlarında yuvalanan toplumsal pisliği, ne kadar yaygın olursa olsun veli-psikolog eğitimleriyle; çocuk istismarını önleme el kitaplarıyla söküp atmak mümkün olmadığı gibi, bu düzenin sözüm-ona hegemonyasının böylesine derinden yaralandığı bir anda çocuk istismarı meselesini açık bir siyasal kampanya konusu haline getirmemek de tarihin bu anının “Ensar Vakti” olarak dondurulmasına seyirci kalmak olurdu.
Çünkü olay Konya bölgesinin Karaman ilinden, yani piyasacı İslamcı burjuvazinin güvencesiz çalışma ilişkilerini, yağmalanan kentsel mekânı ve ticarileşen gündelik hayatı tümüyle İslamileştirdiği; İslamcı cemaat, vakıf vs. gibi enformal güvence ağlarına tabi olmayan veya bu ağlardan yayılan “sabır, tevekkül, şükür, kader, fıtrat” gibi değerlere aktif onay vermeyen hiç kimsenin iş bulma veya uzun süreli çalışma imkanına sahip olmadığı; sendika veya diğer türlü kamusal, laik ve kolektif denetim mekanizmalarının esamisinin okunmadığı; iktidarın meşruiyet çerçevesine sırtını dönmenin tüm sosyal bağlardan dışlanmak anlamına geldiği; işveren-idareci ile simgelenen yerel iktidarın tam bir paternalizm (erk sahibi baba) modeliyle iktidarını icra ettiği ve kamudan boşalan alanın tamamıyla inanç temelli eğitim kurumlarınca doldurulduğu bir kentten; hani şu maden kazasıyla bildiğimiz Ermenek isimli ilçenin de bağlı olduğu Karaman ilinden, yani “Yeni Türkiye”nin simgesel merkezinden doğru tüm yurda yayılmaktadır. (5)
Kamusal aklını bütünüyle yitirmemiş olan herkes, bu tür simgesel merkezlerin, her türlü kamusal güvenceden yoksun kılınarak güvencesiz çalışma ilişkileri, cemaat ağları ve gerici değerlerle kuşatılmış kadınların ve özellikle çocukların sistemli bir suçun, sistematik istismar ve taciz suçunun hedefi haline getirileceği en uygun zeminler olduğunu görebilir. (6) Çünkü biliyoruz ki Ensar–suiistimal vakası Karaman ilinde neredeyse birkaç yıldır kirli bir gerçek olarak hemen herkes tarafından bilinmekte ve fakat halk bu kirli gerçekle birlikte yaşamaya çalışmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, çocuk istismarlarında istismarcıların neredeyse yüzde 90’ı çocukların tanıdığı ve güven duydukları kişilerdir. Çünkü biliyoruz ki, istismar ve taciz, güç sahibi erkeklerin kadınları ve çocukları sürekli korku hali içine hapsetme eylemidir. Çünkü biliyoruz ki babanın kendi çocuklarına yönelik cinsel istismarı genellikle diğer ev içi zorbalık biçimlerinin yalnızca bir türevidir. Çünkü biliyoruz ki özellikle eğitim ve bakım kurumlarındaki istismar, çocuklarla onlara bakmakla yükümlü sayılan kişiler arasındaki ilişkiyi tanımlayan hiyerarşik iktidar yapısının ve bağımlılık ilişkilerinin suiistimaliyle karakterize olur. Çünkü biliyoruz ki dini eğitim veya bakım kurumlarındaki istismar bu hiyerarşik ilişkinin ötesinde, genel rıza üreten kutsallık ideolojisinin de suiistimaliyle karakterize olur. Çünkü biliyoruz ki bu çapta bir çocuk istismarı örneği yaşanan bütün ülkelerde söz konusu kentler, kurumlar, ilişkiler ağı basit “münferit” cezalandırmalarla falan geçiştirilemez, on yıllarca süren ayrıntılı denetim kıskacına alınır; eğitim ve pedagoji yaklaşımlarında köklü değişimlerle sonuçlanır ve konuyla ilgili bakan veya hükümetlerin istifasını gerektirir.
Çocuk istismarları siyasaldır ve şu ana kadar konuyla ilgili tek ortak muhalif siyasal açıklamanın aile bakanını istifaya çağıran ancak sağlık, sosyal hizmet, cinsel şiddet, cinsel kimlik ve çocuk hakları alanında faaliyet gösteren kurumların imzalarıyla sınırlı saygıdeğer bir açıklamayla sınırlı kalması neo-liberal İslamcı zorun hegemonya oyununun çirkin seslerinin ömrünü uzatmaktadır.
Oysa neo-liberal İslamcı proje Ensar vakasıyla birlikte bir kez daha yıktı perdeyi eyledi viran… Tiyatro bitti! Şimdi mesele o kırık sahneyi devirmek ve pislik kokuttukları bu ülkeyi baştanbaşa temizlemektir; üstelik bu sefer bu temizlik toplumsal cinsiyetçi işbölümüne de tabi değildir!
20 Nisan’da, neo-liberalizmin çocuk istismarcısının, Ensar Vakfı’nın da müdahil olarak katılacağı davası başlayacak. Bu memlekette elbette “burada çocuklar istismar ediliyor, sessiz kalmayın” diyecek bir Ayşe öğretmen daha; bu suça da ortak olmayacağız diyen en az dört onurlu aydın daha; polis şiddetini darmadağın eden kadın hareketi gibi bir hareket daha; parkını, ağacını, meydanını savunur gibi çocuk istismarı yuvalarını doğrudan eylemle kuşatan bir yaşamı savunma hareketi daha çıkar.
Bu memlekette kadın düşmanlığı, eğitimin dincileştirilmesi, kamusal alanın piyasalaştırılması üçlüsünün kesişme noktasında patlak veren sistemli neo-liberal gerici çocuk istismarı salgınına karşı, bu üç mücadele alanının, istismarın önlenmesi bakımından en acil ve zorunlu nitelikte olan taleplerini çocuklar aşkına birleştirme ve bir siyasal kampanyanın öğeleri haline getirme sorumluluğunu üstlenecek kadınlar, eğitimciler ve kamusal alan savunucuları mutlaka çıkar.
Mutlaka çıkar; çünkü şimdi üç-beş ağaç, üç-beş çocuktur ve biz öyle biliriz ki yaşamak berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır!
Dipnotlar:
(1) Sıradan Pisliğin İktidarı- Çiğdem Çidamlı,Sendika.Org (20 Eylül 2010) http://sendika10.org/2010/09/siradan-pisligin-iktidari-cigdem-cidamli/
(2) “Ortak vicdanın sesi Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı” ve üyeleri tarafından 31 Mart 2016 tarihinde “terörü ve Ensar Vakfı’na karşı yapılan kara propagandayı” telin etmek için yapılan basın açıklaması http://www.tgtv.org/31-mart-2016-basn-toplants.html. Kara maskeli-eldivenli adamlar demişken, Kabataş yalanını yaratan tahayyül dünyasının kaynağı da Ensar olayıyla bir kez daha açığa çıkmış oldu. Çünkü kişi kendinden bilir işi…
(3) Hayret, her konuda konuşan Diyanet, henüz Ensar’la ilgili fetva vermedi. Ama zaten önceden diyeceğini demiş, 2015 yılı Ensar Vakfı Şubeleri Büyük Türkiye Buluşması’nda konuşan Diyanet İşleri Başkanı, yeni Osmanlıcılık propagandası yaptığı konuşmasında “Son 20-30 yılda gönül coğrafyamızda, bu coğrafyada katledilen 11 milyon Müslüman var. Tüm bunların hesabını vereceğiz, hep birlikte vereceğiz”demiş. İş Cihat’a gelince kolektif ruhun yani ümmetin, cemaatin ortak sorumluluğu aklına gelen fetvacı bir de çocuk istismarının hesabını hep birlikte ve bu dünyada mecburen vereceğiz diyeymiş!
(4) İstismar, tecavüz gibi münferitleştirilmeye çalışılan sistemli cinsel egemenlik suçlarının hakim sınıfların en gerici kesimlerinin iktidarı olan faşizmin hem sahici toplumsal içeriği hem de metaforu/temsili sureti olduğunu en keskin biçimde anlatan sanat yapıtlarından biri, İtalyan yönetmen Pasolini’nin (kimsenin seyretmesini dilemediğim) “Salo ya da Sodom’un 120 günü” filmidir. Yönetmenin gerçek hayat öyküsünden de esintiler taşıyan ve birçok ülkede yasaklanan filmde, Pasolini, 1944 yılında Nazi Almanya’sı kontrolünde Kuzey İtalya’da kurulan faşist İtalyan Solo Cumhuriyeti’nde sermaye, kilise ve iktidarı simgeleyen 4 yaşlı erk sahibi erkeğin, bir şatoya kapatarak köleleştirdikleri 18 genç kadın ve erkeğe, yüksek sanatsal müziğin, şiirin ve maalesef bağzı kadınların da eşliğinde uyguladıkları cinsel istismar ve işkenceyi, egemen düzenin sureti ve gerçeği olarak öyküler. Filmin hiç de sanatsal abartı olmadığını anlamam için demek ki “Ensar Vaktini” yaşamam lazımmış!
(5) Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık, İletişim Y.
(6) Yani demem odur ki Karaman ve benzeri yerler, çocuk istismarı bakımından, güvencesizlik ve mafya ilişkileriyle kuşatılmış göçmen kadın işçilerin birkaç yıl içinde binlerle tecavüze uğrayıp öldürüldüğü Meksika-ABD sınırındaki serbest üretim bölgesi Ciudad Juarez’in ülkemizdeki dinci-piyasacı karşılığıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.