Kamplara toplanan mülteci, göçe zorlanan Kürt, müebbet güvencesizliğe mahkum edilen taşeron işçi… Bize herhangi bir çıkış yolu göstermeyen, aksine sahte umutlar eşliğinde özgüvensizliğe ve karamsarlığa yol açan komplo teorilerinin üzerini örttüğü şey; Cerattepe’de de, Ortadoğu’da da, Avrupa’da da siyasi gelişmelerin temelinde yatan sınıf mücadelesinden başka bir şey değil Reza Zarrab anlaşma yaparak mı ABD’ye gitti, yoksa […]
Kamplara toplanan mülteci, göçe zorlanan Kürt, müebbet güvencesizliğe mahkum edilen taşeron işçi… Bize herhangi bir çıkış yolu göstermeyen, aksine sahte umutlar eşliğinde özgüvensizliğe ve karamsarlığa yol açan komplo teorilerinin üzerini örttüğü şey; Cerattepe’de de, Ortadoğu’da da, Avrupa’da da siyasi gelişmelerin temelinde yatan sınıf mücadelesinden başka bir şey değil
Reza Zarrab anlaşma yaparak mı ABD’ye gitti, yoksa yakalandı mı? ABD, Erdoğan’ın ipini bu defa çekti mi? Erdoğan ABD’den burnu sürtülerek mi döndü, yoksa Obama ile görüştüğüne göre, politik destek alarak mı? Sahi ABD Erdoğan’ın ipini son üç yılda kaç kere çekti? Darbe olacak mı? TSK “emir komuta zinciri” içinde mi hareket eder, yoksa içindeki cemaatçiler mi harekete geçer? AKP bölünür mü? Fabrika ayarlarına dönülür mü? AKP ile Rusya barışır mı?…
Sistemin, iktidarın ve muhalefetin krizinin ortasında, “düğümlenmiş” sorunları çözecek “öznenin” ne egemenler ne de ezilenler cephesinde açığa çıktığı koşullarda, yukarıdaki sorular ve türevleri etrafında uzun uzun tartışmalar yapılan günlerden geçiyoruz.
Oysa yaşananlar, savaşın, siyasal gericiliğin, şiddetin, toplumsal çözülme ve çürümenin iç içe geçtiği bu “kaotik” durumu yaratan gerçek temele, yani sınıfsal egemenlik ilişkilerine işaret ediyor. Muhalefeti, egemenlerin siyasetini seyretmeye değil ezilenlerin siyasetini üretmeye sevk edecek soruları üretmek için ise doğru yere bakmak gerekiyor.
Sermaye suretinde bir dünya…
Ülke, Obama ile görüşmesini tartışırken, Erdoğan aynı zamanda ABD’de uluslararası şirketlerin CEO’ları ile toplantı yaptı. “Jeopolitik risklere rağmen yüksek büyüme oranı” ile övünüp, Suriyeli sığınmacıları köle emeği olarak toplama kamplarına doldurduğu, Türkiye’yi ucuz işgücü ordusu kışlasına dönüştürdüğü bir tarihsel anda “yatırım fırsatları” sundu. Erdoğan’ın savaşı fırsat, kendi iktidarını sermayeye güvence olarak sunduğu toplantı sırasında “laik Türk burjuvazisinin” güzide üyesi Ali Koç, Türkiye’den destek çıkıyordu: “Bize cumhuriyet tarihinin en önemli teşviklerini veriyor. Hiçbir dönemde böyle imkanlar sunulmadı.” Doğru. Yağmaya hazır yeraltı ve yerüstü varlıkları, doğa, kentler; kamu bütçesinden teşvikler, kamu ihaleleri, vergi indirimleri, arsa tahsisleri… Ama asıl olarak da savaşla yeniden mülksüzleştirilen, iç göçe zorlanan Kürt yoksuluyla, köleleştirilmek için ülke sınırlarına hapsedilen sığınmacıyla güvencesizliğin dibine doğru itilen 24 milyonluk bir emek havuzu.[1]
Üstelik bu devasa emekçi kitlesi “fiili başkanlık”a eşlik eden “fiili hukuk”un da bir imkan olarak sermayeye sunulduğu ortamda en ufak hak talebinin karşısında, borsada değeri giderek yükselen şirketlerin ürettiği TOMA’ları, biber gazlarını, Saray emri ile hareket eden devlet kolluğunu buluyor. Savaşla tetiklenen şovenizmin zehirli havasını soluyor.
Memleketin düzen içi muhalefetine Obama’nın Erdoğan’a “basın özgürlüğü” uyarısı yaptığı tartıştırılırken, Saray’ın ABD onayı ile yürüttüğü Kürt savaşında kentler tanklarla çevrili. Savaş ittifakı tarafından “Taş taş üstünde, baş baş üstünde” kalmasın diyerek katliam çağrıları yapılıyor. Aynı anda Koç’un sahibi olduğu Otokar’ın “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaçları doğrultusunda tasarladığı” Altay Tankı için seri üretime geçiliyor. Ali Koç “dost ve müttefik ülkelerin” siparişleri konusunda heyecanını paylaşıyor. Davutoğlu, Kürt kentlerinde insanların yakılmış bedenlerinin külleri üzerine inşaatlarını yapmaları için şirketlere çağrı yapıyor.
IŞİD’den Ensar’a bir ilişki var
Milyonlarca dolarlık bütçeler, kara para aklama şebekeleri, rant mekanizmaları… 45 çocuğun tecavüze uğramasının üzerini örtmek üzere “Hepimiz” diye söze başlayanların kader birliğinin “maddi” temelleri var. Tıpkı “tecavüz, kafa kesme, katliam” deyince artık akla ilk gelen örgüt olan IŞİD ile emperyalist-kapitalist ülkeler ve Saray iktidarı arasındaki ilişkide olduğu gibi. Ortadoğu’da enerji hatları, emek gücü, pazar üzerinde hakimiyet/hegemonya mücadelesine eşlik eden silah satışları rakamları da bu “maddi” gerçeğe işaret ediyor. Basına yansıyan “resmi” verilere göre ABD Dışişleri Bakanlığı 2015-2016 Mart tarihleri arası sadece Ortadoğu ülkelerine 30 milyar dolarlık silah ve savunma ürünü satmış durumda, sahaya müdahalesi ile Suriye savaşının gidişatını belirleyen Rusya ise sergilediği hünerler sonucu Asya ve Afrika ülkelerinden aldığı silah siparişleri ile övünüyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin ürünü ve krizinin sureti olan IŞİD ile Saray/AKP rejiminin ürünü ve politik krizinin sureti olan Ensar arasındaki ilişki; IŞİD’in gerçekleştirdiği Paris Katliamı’nın ardından sıkıyönetim uygulamaları ile ülkeyi yöneten Fransız hükümetinin gündeme getirdiği “güvencesizlik” temelli iş yasası ile Türkiye’de savaşın ve patlayan bombaların arasında gündeme getirilen emek rejimi düzenlemeleri arasındaki ilişki; göçmenlerin “yükünü” bahane ederek emekçilerin haklarını budamaya soyunan Alman hükümeti ile kıdem tazminatını gasp etmeye soyunan AKP arasındaki ilişki… Tüm dünyada ekonomik, siyasal şiddetin, askerileşmenin, düzensizlik, belirsizlik ve kaosun sarmal biçimde yoğunlaşması… Bize savaşın asıl olarak nerede cereyan ettiğini gösteriyor.
Sınıf savaşı…
Bize herhangi bir çıkış yolu göstermeyen, aksine sahte umutlar eşliğinde özgüvensizliğe ve karamsarlığa yol açan komplo teorilerinin örttüğü şey; Cerattepe’de de, Ortadoğu’da da, Avrupa’da da siyasi gelişmelerin temelinde yatan sınıf mücadelesinden başka bir şey değil.
Gördüğümüz çürüme ve saldırganlık, kendi krizi içinde debelenen ve hiçbir çıkışı olmayan sermayenin dünyasından emekçilere ve dünyaya açılmış yıkıcı bir savaş. Bu savaşta sermaye, safını ve çaresizliğini çok iyi biliyor. Bakınca ülkemize, “ya diktatörlük ya darbe”; ama sonu ille de savaş, çürüme, çözülme, insanın ve doğanın yıkımına çıkan iki gerici seçeneği dayatıyor.
Dünyanın, halkların, emeğin, doğanın kurtuluşu ise ne diktatörlükte ne darbede; elbette yalnızca tek bir yolda, devrimde.
Bombaların patladığı sokakları dolduran Fransa işçi sınıfı, “özgürlük istiyoruz” diye isyan eden mülteciler, işten atıldığı için diktatörün camisinin tepesine çıkan, iş cinayetine karşı yol kesen işçiler, “Ensargilleri bu topraklardan def edeceğiz” diyerek sokağa çıkanlar…öznenin kendisine, küçük adımlarla da olsa hareket biçimleri ile hep bu büyük hedefin olanak ve gerekliliklerine işaret ediyor.
Doğru soruları sormak ve “Ne yapmalı” sorusunu doğru yanıtlamak için…önce doğru yere bakalım.
[1] Türkiye’de ücretli olarak istihdam edilen emekçi kitlesi, 2015 yılında 17 milyon 800 bine ulaştı. 2015 yılında emekçi kitlesine 700 bin yeni işçi katıldı. Çalışan emekçi kitlesine kentlerde ücretli iş talep eden, 3 milyon 600 bin işsizi eklediğimizde toplam emekçi kitlesi 21 milyon 400 bine ulaşıyor. Çalışan emekçi kitlesine kentlerde ücretli iş talep eden, 3 milyon 600 bin işsizi eklediğimizde toplam emekçi kitlesi 21 milyon 400 bine ulaşıyor. Ücretli iş dışındaki gerçek işsiz sayısı 2 milyon kişi. Böylece toplam gerçek işsiz sayısı 5 milyon 600 bin kişi. Bu sayıya sığınmacı potansiyelini de eklediğimizde hızla büyüyor. Kaynak: http://sendika10.org/2016/04/2015te-isci-sinifinin-maddi-kosullari-erhan-bilgin/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.