Sol, çok daha derin şekillerde birbirinin tersi olan ulus görüşleri arasında bölünmüş durumda. Bugünlerde, biz bunu çok farklı şekillerde meydana gelirken görüyoruz
Solun ulus üzerine tek bir görüşü yok. Hatta tam tersi! Sol, çok daha derin şekillerde birbirinin tersi olan ulus görüşleri arasında bölünmüş durumda. Bugünlerde, biz bunu çok farklı şekillerde meydana gelirken görüyoruz
“Ulus” kelimesi yüzyıllar boyunca birçok farklı anlama sahip oldu. Fakat bugünlerde ve özellikle de aşağı yukarı Fransız Devrimi’nden sonra bu terim devlete, “ulus devlet” şekliyle bağlandı. Bu kullanımda “ulus”, bir devlet dahilinde konumlanmış halkın hakkı gereği üye olanlara karşılık gelir.
Ulusu oluşturanların mı devletin yaratılışına sebep verdiği, yoksa devletin mi ulus kategorisini ve dolaylı olarak devlet içerisindeki hakları oluşturduğu uzun süredir var olan bir tartışma. Şahsen, ben devletlerin ulusları yarattığına inanıyorum, tersine değil.
Fakat problem neden devletlerin ulusları yarattığı ve neden bunun “solun” ulus kavramına olan bakışı olması gerektiği. Sol görüşlü bazıları için ulus kavramı büyük bir eşitleyici. Sadece bir azınlığın (örneğin, aristokrasinin) değil, herkesin (ya da neredeyse herkesin) tam ve eşit şekilde devlet kararlarına katılabilme hakkı olduğunu öne süren bir sav. Bugünlerde, biz buna çoğunlukla ulus üzerine Jakoben bir görüş diyoruz.
Jakobenizm vatandaş kategorisini meydana getiriyor. Kişiler doğuştan gelen bir hakla vatandaş oluyorlar; belirli bir “etnik” kökene sahip olduklarından, kendileri ya da başkaları tarafından onlara addedilen herhangi bir karakteristik özelliğe sahip olduklarından değil. Vatandaşların (belirli bir yaş itibariyle) oy hakları var. Her vatandaşın tek bir oy hakkı oluyor. Tüm vatandaşlar da bu nedenle yasalar karşısında eşit.
Vatandaşlığın bu algısına göre, tüm vatandaşları birey olarak addetmek büyük önem taşıyor. Bireyler ve devlet arasında aracı olabilecek gruplar olduğu düşüncesini bastırmak çok mühim. Hatta ulus üzerine daha da katı bir görüş şunu da öne sürebilir ki, böyle grupların var olması bile yasa dışı: Tüm vatandaşlar sadece ve sadece devletin dilini kullanmalı; hiçbir dini grup kendi kurumlarına sahip olamaz; ulusa ait olan gelenek ve görenekler dışındaki adetler kutlanamaz.
Uygulamada, elbette ki insanlar üyelerinden katılımlarını ve bağlılıklarını talep eden birçok farklı grubun parçasıdır. Yine uygulamada ve çoğunlukla da tüm bireylere eşit davranmak adı altında gizlenerek, tüm vatandaşların eşit haklarına ket vurulabilecek sayısız yol var.
Vatandaşlık fikri ana olarak oy verme hakkı olarak da tanımlanabilir. Ve oy verme hakkına erişim konusunda da birçok sınırlama vardı. En bariz ve sayı bazında önemli olanı cinsiyet. Oy vermek yasalarca erkeklerle sınırlanmıştı. Çoğunlukla gelirle de sınırlıydı; oy verebilmek için asgari bir gelir sınırı vardı. Irkla, dinle ya da bireyin atalarından kaç kuşağın devlet sınırları içerisinde yaşadığıyla sınırlıydı. Net sonuç, en başta büyük bir eşitleyici olarak algılanan şeyin aslen bırakın herkesi, bireylerin çoğunluğunu bile kapsamadığıydı. Büyük eşitleyici, çoğunlukla görece küçük bir grubu kapsıyordu.
Kendisini sol olarak gören Jakobenler için çözüm, oy hakkının genişletilmesi için savaşmaktı. Ve zaman içerisinde, bu çaba bazı meyveler de verdi. Oy hakkı gittikçe daha da fazla bireyi kapsamaya başladı. Fakat bir şekilde bu tüm vatandaşları, ulusun tüm bireylerinin, vatandaşlığın sağladığı düşünülen menfaatlere (eğitim, sağlık hizmetleri, istihdam gibi) eşit şekilde erişebilmesini sağlamadı.
Bu eşitsizliklerin devam eden gerçekliği üzerine, sol içerisinde anti-Jakoben bir görüş ortaya çıktı. Bu anti-Jakoben görüş ulusu büyük bir eşitleyici değil, büyük bir hipnotize edici olarak görüyordu. Çözüm başka grupları bastırmaya uğraşmak değil, tüm grupları yaşamın ve bireysel farkındalığın birer parçası olarak değerlerini ortaya koymak yönünde teşvik etmekti. Feministler kadınların sadece oy kullanma hakkına sahip olması konusunda değil, aynı zamanda kendi örgütlerine ve kendi farkındalıklarına sahip olma hakları olduğu konusunda ısrar ettiler. Aynı şekilde farklı ırklara ve etnik kökenlere sahip topluluklar, azınlıklar da ısrarcı oldu.
Sonuç şu oldu ki, solun ulus üzerine tek bir görüşü yok. Hatta tam tersi! Sol, çok daha derin şekillerde birbirinin tersi olan ulus görüşleri arasında bölünmüş durumda. Bugünlerde, biz bunu çok farklı şekillerde meydana gelirken görüyoruz. Bunlardan birisi, eskiden genetik bir fenomen olarak düşünülen toplumsal yapının, toplumsal cinsiyet ile bağlantılı taleplerin patlayıcı karakteri olmuştur. Fakat bir kez toplumsal yapılar ile ilgilendiğimizde alt kategorilerin, daha önce tanımlanmış ya da toplumsal varoluş içerisinde henüz oluşma aşamasında olan, belirgin bir sınırı yoktur.
Eğer toplumsal cinsiyet algısı patlıyorsa, yerlilik algısı da öyledir. Yerlilik de toplumsal bir yapı. Yerlilik herhangi bir fiziksel bölgede başkalarından (“göçmenlerden”) daha uzun süre yaşamış olan insanların özel haklarına işaret ediyor. Konuyu yeterince zorlarsak, o zaman herkes göçmen. Makul bir şekilde tartışırsak, günümüzde kendilerini içinde yaşadıkları devlet içerisinde güç sahibi olan topluluktan belirgin bir şekilde farklı gören ve kendi topluluklarının başlıca yaşam adetlerini, ulus bir ulusun haklarını ortaya koyduğu için, kaybetmek yerine kendi içlerinde devam ettirmek isteyen dikkate değer sosyal gruplar var.
Son bir ikilem. Enternasyonalist ve tek-dünyacı olmak mı solcudur, yoksa dünyanın en güçlü kuvvetlerinin işgaline karşı milliyetçi olmak mı? Sınırların kaldırılmasından yana olmak mı solcudur, yoksa sınırların güçlendirilmesinden yana olmak mı? Sınıf farkındalığı milliyetçiliğe karşı olmak mıdır, yoksa emperyalizme karşı ulusal direnci desteklemek mi?
Bu tartışmanın içinden elbette ki kolay yola kaçıp cevabın bölgeden bölgeye, andan ana, olaydan olaya değişeceğini söyleyerek de çıkılabilir. Fakat sorun da aslında tam olarak bu. Dünya çapında sol bu sorunlarla doğrudan yüzleşmeyi ve ulus kavramıyla ilgili makul bir şekilde oluşturulmuş, politik açıdan mantıklı bir tavır almayı çok zor buluyor. Milliyetçilik, tartışmaya açık olmakla birlikte, insanların en kuvvetli duygusal bağlılığı, dünya solunun hep birlikte kolektif bir içsel tartışma ortamına girememesi dünya solunun küresel sorunlar karşısında önemli bir faktör olarak yer almasını engelliyor.
Fransız Devrimi bize büyük eşitleyici olması beklenen bir kavram bıraktı. Yoksa aslında hepimize, dünya solunu ve dolaylı olarak da büyük eşitleyiciyi yok edebilecek bir zehir mi bıraktı? Dünya solunun entelektüel, etik ve politik olarak yeniden birleşmesi çok acil bir şekilde gerekiyor. Asıl aktörlerin şu anda gösteriyor olduğundan daha büyük bir karşılıklı özveri gerekecek. Yine de, ortada daha ciddi bir alternatif yok.
[iwallerstein.com’daki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.