Muhalefetin görevi burada berraklaşıyor: Aylardır süren tüm devlet terörüne, katliamlara karşın sokağın, yeniden ve yeniden kendini gösteren potansiyelinin etkisizleştirilmesine izin vermemek. Potansiyel “tehditleri”, halkın can güvenliği kaygısını yok sayan bir aymazlığa kapılmadan, ama bunları mücadele kaçkınlığının bahanesi haline de getirmeden… Halkın can güvenliği kaygısını oluşturan koşulları da, bu kaygının kendisini de politik-pratik mücadelenin gündemi haline […]
Muhalefetin görevi burada berraklaşıyor: Aylardır süren tüm devlet terörüne, katliamlara karşın sokağın, yeniden ve yeniden kendini gösteren potansiyelinin etkisizleştirilmesine izin vermemek. Potansiyel “tehditleri”, halkın can güvenliği kaygısını yok sayan bir aymazlığa kapılmadan, ama bunları mücadele kaçkınlığının bahanesi haline de getirmeden…
Halkın can güvenliği kaygısını oluşturan koşulları da, bu kaygının kendisini de politik-pratik mücadelenin gündemi haline getirip, gözünü asıl hedefinden kaçırmadan, planları döneme uygun biçimde yapıp ilerlemek, halkın “Bu işler böyle gitmiyor”u panikle değil, umutla söylemesini sağlamak için her durumda sokakları adımlamak gerek
Saray iktidarı, Haziran seçimleri ile birlikte devlet terörünü ve savaşı tırmandırarak ülkeyi yönetme stratejisini uygulamaya koyduğunda, hedeflerinden ikisi parlamenter sistemi işlevsiz kılmak ve halkların direniş potansiyelini tamamen ezmekti.
Bugün muhalefet partilerinin “ortada Meclis diye birşey kalmadı” ifadelerine bakarsak bu süreç içinde birinci hedefi tutturduğu söylenebilir. Ancak konu direnişe geldiğinde aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Fırat’ın doğusunda, devlet Silopi, Cizre, İdil ve Sur’da direnişleri bastırdım derken Nusaybin’de, Yüksekova’da, Diyarbakır Bağlar’da yeni direnişler örgütlenmeye başlandı. Fırat’ın batısında ise Cerattepe’de süren yaşam savunusu mücadelesi ve 8 Mart günlerinde yasak tanımayan kadınların isyanı Türkiye halklarının iktidara teslim olmayacağını, bu ülkenin Erdoğan’ın biçtiği deli gömleğini giymeyi reddettiğini gösteriyordu.
İşte 13 Mart’ta Ankara’da 37 sivilin, 19 Mart’ta İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde 4 turistin yaşamını kaybettiği intihar eylemleri böyle bir ortamda gerçekleşti. Failleri ve hedefleri farklı, ama ikisi de Saray’ın yarattığı politik ortamın sonucu olan bu katliamların ardından, iktidar saflarından “alışacağız” açıklamaları duyuldu. MHP, sıkıyönetim ilan edilmesini önerdi. Newroz’u kutlamaya çalışan halk yasaklar eşliğinde polis şiddeti ile karşı karşıya bırakıldı. Erdoğan “Terör gündemine teslim olmayacağız, hayata devam edeceğiz” konuşması yaparken ortalığı “şüpheli araç” ve “kayıp intihar bombacısı” haberleri kaplamış, Fenerbahçe-Galatasaray derbisi Saray’dan alınan talimatla iptal edilmişti.
Evde “zorla” tutuyor
En önemlisi de, Erdoğan’ın, insanların eğlenerek, gülerek, “kızlı-erkekli” dolaşmasından hoşlanmadığı, iktidarı karşısında eyleme geçerek özneleştiğinde ürktüğü sokaklar boşalmış, insansızlaşmıştı.
Biliyoruz ki, iktidarı boyunca sokak üzerinde hakimiyet kurmak Erdoğan’ın temel dertlerinden biri oldu. Kitlesini kullanarak bunu yapma şansı yoktu. Haziran İsyanı zamanı “evlerinde zor tutuyoruz” iddiasında bulunduğu AKP kitlesinin o “gel” dediğinde de sokakta mobilize olma kapasitesinin olmadığı ortaya çıkmıştı. Üstelik artık elinde kitlelerin peşinden gideceği bir “dava” yoktu.
Genel seçimler öncesi HDP’lere yönelik faşist saldırılarda devreye soktuğu ve Osmanlı Ocakları gibi zeminlerle devşirmeye çalıştığı paramiliter gücün ya da HÜDAPAR gibi aparatların ise, karşılarına bir direniş çıktığı andaki yetersizlikleri görülmüştü. Ülke içinde, Hakan Fidan’ın “attırırız üç beş füze” taktiğine sarılması ve ardı ardına bombaların patlamaya başlaması da böyle başladı.
Kendi kitlesi evinde duruyorsa, o zaman herkes evinde “tutulmalıydı”.
Kaos paradoksu
Saray iktidarı, kendi kitlesine dokunmadığı ve “sokağı”, yani kendi karşıtlarını kontrol etmesine yaradığı sürece halka karşı terörü, yönetme stratejisini güçlendirmek üzere değerlendirmeye devam ediyor. İçerde-dışarda savaş ve “terörle” toplumu yönetme konsepti ülkeyi yıkıma sürüklese de şimdilik onu iktidarda tutabiliyor. Ama paradoksu da burada başlıyor. Erdoğan kendi kontrgerilla organizasyonunu zorladıkça, hasımlarını da, böylece aynı anda iktidarının varlık koşullarını da zorluyor. Kürt hareketi “teröre karşı terör” diyerek Erdoğan’a bu stratejiye devam ettiğinde her şeyin kontrolü altında gelişmeyeceğini gösteriyor. Suriye politikası değişime zorlanırken, işlevli aparat haline getirdiği cihatçı çetelerden kendisine yönelebilecek tehdidi hesaba katmak zorunda kalıyor. Cihatçı çetelerin pazarlık ve tehdit için Fidan’ın yöntemlerini bu defa iktidara karşı kullanabileceğini biliyor.
Erdoğan, “Saldırılar Türkiye’nin istikrarına karşı yapılmaktadır” diye dursun, “Ya başkanlık ya kaos” dediği, ülkeyi Suriye’de ve Kürt illerinde birbiri ile bağlantılı bir savaş düzlemine soktuğu günden beri toplumun büyük bir bölümü için “istikrarsızlığın” kaynağına dönüşmüş durumda. Ana muhalefet partisinin “Ülkeyi kan gölüne dönüştürmekten yargılanacak” dediği “Ya benden yanasınız ya teröristlerden” ikiliği halk nezninde karşılık bulmayan, terör saldırısında yakını kaybedenlerin cenazelerde kendisine vampir diye seslendiği bir “cumhurbaşkanı”. Koalisyonu “istikrarsızlık” olarak tanımlayıp başkanlığı zorlayan tek adam, ülke tarihinde görülmemiş bir kaosun yaratıcısı. Aynı zamanda kendi yarattığı “kaosu” kontrol edebilme, yönetebilme becerisinden yoksun. Hele bir de “kitleler” devreye girerse…
TAK’ın üstlendiği 13 Mart Katliamı’nı protesto için sokağa çıkanların karşısına dahi polis şiddeti ile çıkan Saray iktidarı, bu ülkede sokağın hala gerçek politik aktör olduğunun, ezilenlerin mücadelesi bir yana, TSK, Cemaat ya da ABD… iktidar alanına müdahale edebilecek tüm egemen güçlerin bu potansiyeli dikkate alacağının farkında. Bu nedenle iktidar kalemşörü Abdülkadir Selvi “Birkaç yerde daha bomba patlarsa korkarım ki vatandaşlar bu işler böyle gitmiyor demeye başlar” deyip ardından 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’i hatırlatıyor.
İşte muhalefetin görevi burada berraklaşıyor: Aylardır süren tüm devlet terörüne, katliamlara karşın sokağın, yeniden ve yeniden kendini gösteren potansiyelinin etkisizleştirilmesine izin vermemek. Potansiyel “tehditleri”, halkın can güvenliği kaygısını yok sayan bir aymazlığa kapılmadan, ama bunları mücadele kaçkınlığının bahanesi haline de getirmeden. Halkın can güvenliği kaygısını oluşturan koşulları da, bu kaygının kendisini de politik-pratik mücadelenin gündemi haline getirip, gözünü asıl hedefinden kaçırmadan, planlarını döneme uygun biçimde yapıp ilerlemek gerek.
Demokratik mücadele zeminlerinin geldiği durumunu tartışmak, bu dönemde devrimci mücadelenin çeşitlenen görevlerinden bahsetmek mümkün. Ancak ne olursa olsun, unutmayalım, halkın “Bu işler böyle gitmiyor”u panikle değil, umutla söylemesini, geriye değil ileriye adım atmasını, biriken öfkenin egemen güçlerin operasyonlarının, yılgınlığın değil, halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda şekillenecek bir hareketin yatağına akmasını sağlamak için sokakları adımlamak gerek!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.