Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça yüksektir ABD ve Rusya’nın inisiyatifinde 17 ülkenin dış başkanının bir araya geldiği Münih toplantısında Suriye’de özellikle kuşatmanın olduğu bölgelere gerekli insani yardımların yapılması […]
Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça yüksektir
ABD ve Rusya’nın inisiyatifinde 17 ülkenin dış başkanının bir araya geldiği Münih toplantısında Suriye’de özellikle kuşatmanın olduğu bölgelere gerekli insani yardımların yapılması için bir hafta süreyle ‘şiddetin durdurulmasına’ karar verildi. Ateşkes terimi çok bilinçli kullanılmadığı gibi IŞİD ve El Nusra’ya yönelik operasyonların devam edileceğine de dikkat çekildi. Sürecin esas belirleyeni Moskova’nın, Türkiye’nin desteklediği IŞİD ve El Nusra’ya yönelik operasyonların devam edeceği mesajını vermiş olması, Türkiye’nin dikkate alınmadığı ve alınmayacağının işaretidir. ABD, Suriye konusunda Rusya’nın dışında bir adım atmayacağını hem muhalif denen güçlere hem de Türkiye, S. Arabistan ve Katar’a çok açık bir mesaj ile verdi. Bunun bir başka anlamı, Türkiye’nin tehdit ve şantajları uluslararası ilişkilerde pek etkili olmayacağı çok net olarak görüldü.
Türk devletinin kuruluşundan bu yana belki de uluslararası ilişkilerde ilk kez bu düzeyde politik ve diplomatik bir yenilgi yaşıyor. AB’den ABD’ye, Rusya’dan İran’a kadar uluslararası güçlere yönelik tehditler diplomatik sınırları aştı. Özellikle cumhurbaşkanının ortaya koyduğu davranış, psikolojik yenilginin ve çöküşün bir yansımasıdır. Ancak mesele, Erdoğan’ı aşan sistemin yenilgisini de içine alan devletin geleceğine yönelik kaygıların en ileri düzeyde hissedilmeye başlanmasıdır.
Türkiye’nin bu düzeyde bir gerilim ve yenilgi politikasının içine girmiş olması, Suriye merkezli olarak görünen aslında bütün Ortadoğu’da ve uluslararası ilişkilerde çok önemli oranda kaybeden ve fiilen izole olan bir süreç başlamış bulunuyor. Cumhurbaşkanının bütün diplomatik kuralları bir yana bırakarak özellikle müttefik ve dost gördüklerine karşı çok açık bir şekilde şantaj ve tehdit içerikli davranışlar içinde bulunması bir kişilik özelliğinin ötesinde, devletin yüksek düzeydeki telaşının bir yansımasıdır.
Devlet refleksi olarak gösterilen bu anormal durum esasen bir çözülmedir. Bu çözülmenin politik, toplumsal, diplomatik ve askeri nedenleri bulunuyor. Kazanmak isterken, kaybeden, bölgesel lider olmayı hayal ederken yalnızlaşan devletin başından beri izlediği strateji yanlış stratejiden kaynaklanıyor.
Yanlıştan dönmek yerine ısrarla aynı çizgide ilerlemeye devam etmesinin bir inatlaşma olmayıp, devletin çökeceği algısının giderek güçlenmesi refleksidir.
Yenilginin politik arka planına dair birkaç noktaya dikkat çekmekten yarar var:
Birincisi, Erdoğan’ın “Rus uçağını vurduk”, başbakanın da “Emri ben verdim” havasına girip Erdoğan’a kafa tutmasından birkaç saat geçmeden, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı vs. koro halinde adeta Putin’e ‘yalvarır’ şekilde, “Bilmeden düşürdük, Rus uçağı olduğunu bilseydik asla düşürmezdik” dedi. Kendilerini sıradanlaştıran, bir bakıma psikolojik korkuyla hareket eden ve iki saat içinde Brüksel’e koşup NATO’ya sığınmaya çalışmaları da hiçbir sonuç vermedi. Rusya’nın çok net ve katı tutumu, Türkiye’nin bölgede uygulamak istediği bütün planları yerle bir etti. Rus uçağının düşürülmesi, Suriye’deki politik ve askeri dengeleri bütünüyle değiştirdi. Rusya’nın Suriye’ye yönelik geliştirdiği ve çok kapsamlı/kararlı bir şekilde uyguladığı askeri harekat, Türkiye’yi bütünüyle denklemin dışında bıraktı. Böylelikle ABD ve AB’ye karşı İncirlik Üssü’nü pazarlık kozu olarak kullanan Türkiye’nin bu avantajı da fiilen bittiği gibi Türkiye’nin savaş uçakları koalisyon güçlerinden çıkartıldı. Türkiye, Suriye savaşında hem askeri olarak, hem de politik olarak çok belirgin olarak sürecin dışında kaldı. Ayıca Rusya’nın ortaya koyduğu kararlı tutum, Türkiye ekonomisini çok ciddi oranda sarsmaya başladı. Sadece Rusya ile değil, İran, Irak, Orta Asya ve Kafkasya ile olan bütün ticari ilişkileri çok ciddi oranda etkilemeye başladı. Türkiye’ye yakın görünen Azerbaycan dahi oldukça dikkatli ve ölçülü davranıyor.
Önümüzdeki birkaç ay içinde, Türkiye’nin ekonomik ve politik krizi derinleşeceğine dair birçok veri bulunuyor. Türkiye’nin bütün bunları aşabilmesi için önünde tek bir şart var: Önce Rusya’dan özür dilemesi, sonra Rusya’nın şartlarını yerine getirmesi. Peki, Erdoğan bu adamı atar mı; başka şansı bulunmuyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesi sürpriz olmaz.
İkincisi, İran’ın nükleer anlaşmayla çok hızlı bir şekilde küresel dünyaya açılmanın ötesinde adapta olmada tam gaz ilerliyor. Böylelikle Ortadoğu’da İran dönemi başlıyor. Bu sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda politik ve askeri olarak da kendisini çok derinden hissettirecek bir düzeyde gelişiyor. Irak’ta savaşan devrim muhafız gücü bulunuyor. Suriye’de Hizbullah dışında Suriye ordusu içinde savaşan binlerce İran askeri var. Savaşı yönetenlerin İran generalleri olduğu biliniyor. İran, sınır komşusu olmayan Suriye’de Esad ordusunun ciddi başarılar elde etmesinde aktif bir güç haline gelirken, Türkiye sadece gelişmeleri seyretmekle, içi boş tehditlerle yetiniyor. Bu bakımdan Rusya’ya paralel olarak İran karşısında da açık bir yenilgi alan Türkiye gerçeği var. Türkiye, Irak ve Suriye ile yeniden politik ve ticari ilişkilere girmek için İran’ın kapısını yalvararak yardım talebinden bulunacaktır.
Üçüncüsü, AKP’nin Suriye merkezli Ortadoğu politikasının bütünüyle çöküşü, diplomatik bunalımın en derin yanını oluşturuyor. Ne yaptığını bilmeyen bir tarzda bu kez NATO’da müttefik olan, stratejik dostu gördüğü ABD ile çatışan, AB’ne şantaj uygulayan bir Erdoğan klasiğiyle karşı karşıyayız. ABD’nin “PYD’yi terörist görmemesi nedeniyle Ey Amerika” diye hitap eden, Avrupa Birliği’nde 3 milyar avro almak için Brüksel’e Suriyeli göçmenleri “Boş uçaklara ve otobüslere doldurup yola çıkartırım” tehditti, bir devletin uluslararası ve bölgesel politikasının bütünüyle iflas ettiğinin, diplomatik ilişki sisteminin sıfırlandığını gösterir.
ABD’nin Suriye politikasındaki ortağı hiçbir şekilde Türkiye değildir. Çok açık olarak Rusya ile anlaşarak ilerlemek istiyor. Türkiye ise tersine Suriye’deki diplomatik çözümü sabote ediyor. Cenevre görüşmelerini işlevsizleştirmek için bütün gücünü kullanan Türkiye, başarısızlığın sorumlusu olarak görülüyor. PYD’nin Cenevre’ye katılmaması için politik ve diplomatik şantajlara başvuran ve muhalif denen belirsiz güçleri çekmek için baskı yapan Türkiye’ye ABD’nin yanıtı, Obama’nın IŞİD danışmanının bir heyetle Kobanê’yi ziyaret etmesi oldu. Bu ziyaretle verilen mesaj: “Türkiye’yi değil PYD’yi muhatap alıyoruz.”
Erdoğan’ın “Ya bizden yanasın ya da PYD’den yanasın” tehdidine, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü her zaman tekrarladığı yanıtı verdi: PYD’yi terörist görmüyoruz, müttefikimizdir. Bildiğim kadarıyla ilk kez bir ABD Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Türkiye neden bu düzeyde telaş içinde? AKP iktidarı ve Erdoğan’ı kaygılandıran mesele nedir? ABD’ye duygulan bu öfke nereden kaynaklanıyor? Bunun temel nedeni; PYD, uluslararası ilişkilerde henüz resmi düzeyde tanınmamış olmasına rağmen, başta ABD ve Rusya olmak üzere uluslararası güçler tarafından askeri ve politik çözümün en önemli gücü olarak görülmesidir. PYD olmaksızın ne radikal İslamcı hareketler yenilgiye uğratılır, ne de politik istikrar sağlanır. Bu nedenle, Suriye’nin geleceğinde Türkiye’nin ciddi bir rolü kalmamasına rağmen PYD tersine Suriye’nin kaderini belirlemede Esad rejiminden sonra en önemli belki de tek güç haline geldi. Rusya’nın tutumu çok açıktır ve PYD’nin sürecin asli bir gücü olması gerektiğini belirtiyor. ABD ise bugüne kadar Türkiye ile PYD arasında bir denge oluşturuyordu. Peki, şimdi ne yapacak? İvmeyi PYD’ye yönlendirdiği görülüyor. Ayrıca ABD, “Ey Amerika tarafını seç, samimi ol” gibi naraları çok açık olarak not etti. Bir dönem, kafasına buyruk olmak isteyen generallerin geldiği durum biliniyor. Önümüzdeki dönemlerde buna benzer bir sürecin işlemesine kimse şaşırmamalıdır.
Dördüncüsü, Erdoğan’ın hayali Şam’da namaz kılmaktı ve Suriye’yi bütünüyle kontrol etmekti. Şam rüyası olmadı, Kobanê’de bunu gerçekleştirmek istedi ama başaramadı. En son Halep’e yöneldi. Büyük umutlarla çok aktif olarak desteklediği radikal İslamcı güçlerin Halep’i ele geçirmesi için bütün askeri olanaklarını kullandı. Ancak bu umudu da gerçekleşmedi. Son iki aydır Esad ordusunun yeniden saldırıya geçerek, İslamcı örgütlerin elindeki alanları yeniden kontrol altına almaya başlaması, özellikle Halep çevresini çok önemli oranda denetim altına alması, Erdoğan’ın bütün hayallerini bitirdi. Esad, önümüzdeki nisan ayına kadar Rojava dışındaki bütün alanı kontrol edecek. Radikal İslamcı hareketlerin aldığı her yenilgi çok açık olarak Türkiye’nin bir yenilgisidir. Kaybeden radikal İslamcı güçler değil, AKP’nin izlediği savaş politikasıdır. Yenilgi Türkiye’nin hanesine yazılıyor. Kazanan bir Esad, kaybeden bir Erdoğan gerçeğiyle karşı karşıyayız. Esad ile yeniden ilişki kurmaktan başka bir şansı bulunmayan Erdoğan’ın tekrardan Esad’a kardeş mesajları göndermesine kimse şaşırmamalıdır.
Beşincisi, Türkiye’nin esas stratejik yenilgisi PYD karşısındaki pozisyonudur. AKP merkezli devletin bölgesel politikalarının çöküşü, dolaylı bir yenilgidir. Ancak PYD karşısındaki kaybı stratejiktir ve doğrudan bir yenilgidir. ABD ve Rusya’nın üzerinde uzlaştığı ve bölgede son derece etkin olan PYD’ye verilen desteğe özel bir vurgu yapılması, Türkiye’yi ciddi oranda kaybettiğinin işaretlerinden biridir. Ankara’nın PYD’yi ısrarla ‘terörist’ olarak lanse etmesi ve bunun için müttefiklerine dahi şantaj yapabilecek düzeyde ileri gitmesi, PYD’nin artan askeri ve politik gücüdür. ABD ve Rusya’nın artan desteğiyle ‘Fırat’ın batısına’ geçen PYD, Türkiye’nin belirlediği kırmızı çizginin üzerini çoktan üzeri çizdi. Afrin bölgesinde Rusya’nın aktif desteğiyle ilerleyen ve stratejik noktaları ele geçirerek Azez kuşatmaya alan PYD, Cerablus’u da çevreleyecek konuma gelmesi, askeri-politik denklemin vazgeçilmez en önemli oyuncusu olduğu göstermeye devam ediyor. PYD’nin etkinliği sadece askeri operasyonlardaki başarısı değil, buna paralel olarak PYD’nin uluslararası alanda artan saygınlığıdır. PYD’nin Moskova’da büro açması, Washington, Paris, Berlin ve Londra’da yürütülen diplomatik faaliyetler önümüzdeki birkaç ayda ciddi sonuçlar verecektir. ABD ve AB, Esad karşısında politik bir güç olarak PYD merkezli Suriye Demokratik Güçleri’nin olacağını görüyor. Uluslararası güçler PYD’nin, politik çözüm sürecinin de motor gücü olacağını gördükleri için bölgesel çıkarları nedeniyle destekleyeceklerdir. Nisan-mayıs aylarında Suriye’de askeri ve politik denklem oldukça belirginleşecek ve PYD’de sürecin önemli aktör haline gelecektir. PYD, Azez ve Cerablus’u tek başına veya Esad güçleriyle birlikte kontrol altına alarak IŞİD Ve El Nusra’yı bölgede tasfiye önemli bir rol üstlenecektir. Böylelikle Türkiye’yi en çok korkutan Kantonlar arasında fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacaktır. Buna paralel olarak Cenevre veya başka bir tarzda Suriye’nin politik geleceğini belirlemede ve Rojava’nın özerkliğini resmileştirmede görüşmelerin aslı gücü PYD olacaktır. Türkiye ‘terörist’ gördüğü PYD ile en geç bir yıl içinde resmi düzeyde sınır komşusu olacağı artık herkesin kabul ettiği bir realitedir.
Altıncısı, Türkiye’nin bölgesel krizi, iç krizini de derinleştiriyor. Savaşı Kürt coğrafyasına taşıdı. İçte yeni Halep’ler ve Kobanê’ler yarattı. Önümüzdeki birkaç ayda Suriye denkleminin netleşmeye doğru evrilmesi, Türkiye’nin politik ve askeri yenilginin sonuçları içte çok daha belirgin olacak hissedilecektir. Telaşlanan Ankara, PYD’nin Rojava’da artan etkinliğinin Kürt coğrafyasına olası yansımalarını kırmak için yeni bir savaş stratejisini uygulamaya koydu. Nusaybin’i, Cizre’yi ve Sur’u Kobanêleştirerek olası toplumsal kalkışmayı erkenden bastırmaya planlayarak belki de son 30 yılın en ciddi askeri ve politik hatasını yaptı. Bu tarz strateji devletin yenilgi sürecini hızlandıracaktır. Şuursuzca uygulamaya konulan bütünüyle yok etmeye endekslenmiş savaş politikasının başarısızlığı kaçınılmazdır. Suriye’de kaybeden, Ortadoğu’da yalnızlaşan Ankara’nın Diyarbakır’da kazanma şansı artık bulunmuyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nun gürlemesinin hiçbir politik ve diplomatik ağırlığı bulunmuyor. Suriye’deki savaş denkleminin sonuçları Türkiye’deki yansımaları daha sarsıcı olacaktır. Nisan sonrası dönem, Türkiye’de de dengelerin değişmesinde yeni bir dönem olma olasılığı oldukça yüksektir.
Bir başka yazının konusu olmakla birlikte rejimin iç krizi, hem AKP’nin iç dinamiklerini çok ciddi oranda etkileyecektir hem de Erdoğan’ın geleceğini çok daha fazla tartışmalı ve belirsiz hala getirecektir.
Önümüzdeki birkaç ayda nelerin olacağı artık netleşmiş görünüyor:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.