Uluslararası ilişkilerde ‘hasta’ olarak görülen Türkiye, bölgesel stratejilerde bir çöküş yaşıyor. AKP iktidarı yanlış çözümlerden ısrar ettikçe kaybeden ve dengelerin dışına düşen bir Türkiye gerçeği ortaya çıkıyor. Bu çöküşün uluslararası alandaki yansımaları giderek belirginleşiyor ve önümüzdeki süreçte çok daha net olarak ortaya çıkacak Bir devletin uluslararası alandaki ağırlığını belirleyen özelliklerden biri de yürüttüğü diplomasidir. Küresel […]
Uluslararası ilişkilerde ‘hasta’ olarak görülen Türkiye, bölgesel stratejilerde bir çöküş yaşıyor. AKP iktidarı yanlış çözümlerden ısrar ettikçe kaybeden ve dengelerin dışına düşen bir Türkiye gerçeği ortaya çıkıyor. Bu çöküşün uluslararası alandaki yansımaları giderek belirginleşiyor ve önümüzdeki süreçte çok daha net olarak ortaya çıkacak
Bir devletin uluslararası alandaki ağırlığını belirleyen özelliklerden biri de yürüttüğü diplomasidir. Küresel dünyada diplomatik ilişkilerin sürekliliği ve ciddiyeti aynı zamanda söz konusu devletin saygınlığını ve ağırlığını ortaya koyar. Diplomasi dediğimiz kavram, stratejik ve politik ilişkilere göre bir ülkenin dış politikasının düzeyini belirleyen ve uygulayan bir alan olarak karşımıza çıkar.
Diplomatik ilişkiler, bölgesel ve uluslararası ilişkilerin istikrarı için son derece önemlidir. Diplomatlar bir ülkenin uluslararası politikalarını uygulamada önemli bir görev üstlenirler ve özellikle kriz dönemlerinde arka plan ilişkilerini organize eden veya örgütleyen kişiler olarak tanımlanırlar. Bu bakımdan diplomatların uluslararası ilişkileri iyi analiz etmeleri, gelişmelere göre taktik politikalar ve manevralar belirleme özelliğine sahip olmaları beklenir.
Bir devletin ekonomik ve askeri gücü, politik etki alan, nüfus yoğunluğu, coğrafik durumu yani jeo-stratejik gücü onun diplomasideki etki alanını da belirler. Uluslararası alanda diplomatik ilişkileri zayıf ve sorunlu olan bir devlet, etkinlik alanı ve inisiyatifi hızla düşer, stratejik çıkarlarını belirlemede önemli bir güç kaybına uğrar, taktik politikaları oluşturmada sıklıkla hata yapar. Özellikle yakın bağları olan coğrafik ilişkilerde istikrarsızlığın kaynağı olmaya başlar. Çözümleyici gücünü kaybeder, sorun yaratan bir konuma gelir. Dengelerin etkileyici rolünü unutur, gerçek durumunun çok üstünde kendisine rol biçer. Olanaklarını uluslararası ilişkilere dayatır, şantaja yönelir. Hatta kendisini farklı göstermek için diplomatik ilişkileri bir kenara atarak sıklıkla yalanlara başvurur. Uluslararası ve bölgesel ilişkilerde sorunlu bir devlet özelliğine kavuştukça, zorunlu ve kaçınılmaz olarak izole olmaya başlar, izole oldukça yalnızlaşır. Gücünü kaybettikçe saldırganlaşır, saldırganlıkça inisiyatifi bütünüyle kaybeder ve etkisiz bir konuma gelir.
Bu tanımlamamıza belki de en uyumlu ülke Türkiye’dir. Türk devletinin geçmişten çok farklı olarak politik ilişkilerde dengeleri belirleyecek bir konumda olmadığı çok net olarak görülüyor. Küresel rekabet ve çatışmada kendisini alan bulmaya çalışan devlet, güç ilişkilerdeki değişime bağlı olarak jeo-politik olanak-konum kaybı yaşıyor ve olumsuz durum giderek belirginleşiyor. Özellikle son 5 yılın verilerine baktığımızda tam bir çöküş yaşayan ‘hasta’ bir devletle karşı karşıyayız.
Devlet, küresel dünya kapitalist sisteminin kendisine biçtiği rolü oynayamadı ve tersine Ortadoğu’da kendi başına güç olmak istedi. Stratejik hayallere dalan AKP iktidarı, bölgesel kaos üretmeye yöneldi. Sorun çözen değil üreten bir devlet haline geldi. Küresel güçlerin belirlediği stratejileri hesaba katmadan bölgesel Sünni İslam iktidarlar yaratma politikasına yöneldi. Bu politikadan ısrar ettikçe, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde koptu ve izole olmaya başladı. Güç kaybettikçe politik bir geleceği olmayan bütünüyle dış dinamiklerden oluşan IŞİD ve El Nusra gibi örgütlere destek vererek, çatışma ve krizi derinleştirmeye yöneldi. Stratejisini bu güçler üzerinde uygulamaya çalıştı. Geldiği nokta ise bütünüyle çöküş oldu.
Çözümsüzlüğü esas alan, kaostan beslenen, istikrarsızlığı teşvik eden devlet, bölgesel dengeleri yeniden dizayn eden Rusya ve ABD’nin belirlediği ve uygulamaya koydukları stratejik ilişkilerin dışına düştü. Bugün Suriye üzerinde yürüyen güç dengelerinde ABD-Rusya merkezli ilişkileri belirleyici olurken, bölgesel yedek güçler ise İran ve nispeten S. Arabistan olarak ön plana çıktı. Erdoğan merkezli AKP iktidarı bütünüyle sürecin dışına düştü. Suriye’nin iç politik dengelerinde ise sürekli vurguladığımız gibi Esad kalıcılaştı ve PYD artan gücü ve etkisiyle süreci belirleyen bir konuma geldi.
Uluslararası ilişkilerde ‘hasta’ olarak görülen Türkiye, bölgesel stratejilerde bir çöküş yaşıyor. Uygulamak istediği hiçbir politikası başarılı olmadı. Suriye ve Irak merkezli politikalarda masada olması bütünüyle bir formalite haline geldi. Belirlediği herhangi bir politika, talep ettiği hiçbir öneri kabul görmüyor. ABD-Rusya ittifakı üzerine 27 Şubat’tan itibaren yeni bir ‘ateşkes ’süreci başlayacak. ABD ve Rusya, İran’ı, S. Arabistan’ı, Katar’ı, Ürdün’ü, Esad rejimini ve PYD’yi bilgilendiriyor. Türkiye’yi ciddiye alan ve bilgilendiren kimse yok. El Nusra ve IŞİD, söz konusu ateşkes anlaşmasının dışında kalacak yani bu iki güce karşı operasyonlar devam edecek. Erdoğan ise El Nusra’ya karşı operasyonların yapılmasına karşı çıkarken, YPG’nin ateşkes dışında tutulması gerektiğini açıkladı. Yani El Nusra’ya destek, YPG’ye karşı saldırılması gerektiğini ifade ederek, süreci sabote edeceğini belirtiyor. Tersten Esad rejimi ve YPG ateşkese uyacaklarını açıkladılar. Bu iki güç çözüm sürecine dahil olurken, Türkiye tersine süreci bozmakta kararlı görünüyor. Bu bakımdan AKP iktidarı yanlış çözümlerden ısrar ettikçe kaybeden ve dengelerin dışına düşen bir Türkiye gerçeği ortaya çıkıyor. Bu çöküşün uluslararası alandaki yansımaları giderek belirginleşiyor ve önümüzdeki süreçte çok daha net olarak ortaya çıkacak.
Yenilgiyi kabul etmeyen devlet bu kez diplomatik ilişkilerdeki düzeyini sıradanlaştırıyor hatta yalana başvuruyor. Bunun kamuoyunca bilinen birkaç örneği var:
Rusya uçağı vurulduktan sonra hiçbir kurula ve ilkeye uymayan, kendilerini sıradanlaştıran bir diplomatik yol izlediler. Angajman kuralları iddiasıyla uçağın vurulmasını Davutoğlu; “Ben emir verdim”, Erdoğan; “Yine yaparız” havasını attı. Daha birkaç saat geçmeden Erdoğan ve Davutoğlu koro halinde “Rus uçağı olduğunu bilseydik kesinlikle düşürmezdik. Rusya bizim dostumuz, müttefikimiz” dediler. Sözlü özür dilemediler ama adeta yalvarır gibi özürden daha kötü bir konuma geldiler. Erdoğan’ın birkaç kez Putin’i aradığını, Putin’in ise yanıt vermediğini Rusya basınında alaycı bir tarzda öğrendik. Paris’te dünya liderlerinin toplandığı İklim Zirvesi’nde, uluslararası diplomasiyi zorlayacak şekilde Putin ile karşılaşıp iki kelime konuşmak için koridorları gezen bir Erdoğan gerçeği var. Putin’in meydan okuyarak, “Korkaklar, haydi Suriye’ye uçak kaldırın” tehdidini görmezlikten geldiler. Dahası Erdoğan, Suriye’de uçuşa yasak bölge isterken, tersine Türk uçaklarına yasak geldi ve sesi kesildi. İlginçtir ikinci kez hiçbir somut kanıtı ortaya koymadan hayali uçak ihlalini gündeme getirdiler. Erdoğan Putin’le görüşmek için hemen telefona sarıldı. Dışişleri Brüksel’e başvurdu. Ancak ne Putin Erdoğan’ın telefonuna çıktı ne de Brüksel bu kez iddiayı ciddiye alıp toplantı yaptı.
Aynı şekilde ABD ile sürdürülen ilişkilerde yalan diplomasisi taktiğine başvuruldu. Örneğin Erdoğan ile Obama arasında yapılan görüşmede bu yalan diplomasisi çok belirgin olarak ortaya çıktı. Ak Saray tarafından yayınlanan açıklamada “ABD Başkanı Obama, görüşme sırasında, ABD’nin bir NATO müttefiki olarak, Türkiye’nin ulusal güvenliğini destekleme konusundaki mutlak kararlılığını ifade ederek, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının altını çizdi” denildi. Böylelikle Obama’nın Türkiye’nin PYD’ye yönelik saldırılarını ‘meşru müdafaa’ olarak gördüğünü açıkladılar. Türkiye’nin gerçek olmayan değerlendirmesine karşılık Beyaz Saray açıklamayı yapmak zorunda kaldı: “Başkan Obama, YPG güçlerinin bölgedeki durumdan faydalanarak ilâve bölgeler ele geçirmeye çalışmaması gerektiğini vurgulamış ve Türkiye’ye de bölgedeki topçu atışlarını durdurarak mütekâbil şekilde itidal göstermesi çağrısında bulunmuştur.” Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada ise Türkiye’nin topçu atışlarını durdurma çağrısı yapıldığına vurgu yapıldı.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Dostum Kerry de YPG’nin güvenilmez olduğunu söyledi… Kerry’den YPG konusunda görüşlerinin kısmen değiştiğini duymak bizi memnun etti” derken, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Mark Toner, Çavuşoğlu’nu bir kez daha yalanlamak zorunda kaldı: “PKK bize göre bir terör örgütüdür. Ancak PKK ile YPG arasında açık fark var. YPG konusunda Türkiye ile aynı görüşte değiliz.”
Bir başka örnek, Başbakan Davutoğlu, Almanya Başbakanı’nın Merkel’in “Suriye’de uçuşa yasak bölge oluşturulmasını istediği” açıklaması oldu. Ancak daha sonra Merkel’in böyle bir düşüncesi olmadığı yine Almanya tarafından açıklandı.
Aynı şekilde Ankara’daki saldırıya ilişkin yapılan açıklamada da yalana dayanan bilgilerle uluslararası kurumlar yönlendirilmeye çalışıldı. Ankara’da askerlere yönelik yapılan saldırı eyleminin üzerinden bir saat geçemeden Davutoğlu, eylemin YPG tarafından gerçekleştirildiğini ve saldırıyı yapanın da 1992 Rojov Amude doğumlu Salih Neccar olduğunu açıkladı. Öyle ki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üye devletlerinin büyükelçilerini Dışişleri Bakanlığı’na davet ederek Neccar’a ait bilgi ve belgeler paylaşıldı. NATO’yu, ABD ve AB’ne çağrıda bulunarak destek isteyen devlet, PYD’ye yönelik saldırılarda ne kadar haklı oldukları propagandasına yöneldi. Ancak iki gün sonra eylemin TAK tarafından üstlenilmesi ve eylemi yapanın da Van doğumlu Abdulbaki Sömer olduğu açıklanınca, devletin bütün yalanı bir kez daha ortaya çıktı. Hem Dışişleri Bakanlığı’na davet edilen büyükelçilerin “Türkiye’nin ciddi bir kanıt sunamadığını” hem de ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından “Eylemin PYD tarafından gerçekleştirildiğine dair ciddiye alınır bir kanıt olmadığının” açıklanması Türkiye tarafından verilen bilgilerinin güvenilir olmadığına dair açıklamalar diplomatik düzeyde kayıtlara geçti. Türk devletinin gerçek dışı bilgilerle uluslararası kurumları ve özellikle küresel devletleri yönlendirmeye çalışması, uluslararası diplomasideki güvenirliğini sıfırladığını gösteriyor.
PYD’nin Cenevre-3 görüşmelerine katılmasını engellemek için İncirlik Üssü’nü tehdit olarak kullanan Türkiye, bu kez Erdoğan’ın başdanışmanlarından Şeref Malkoç tarafından “İncirlik Üssü ABD’ye kapatılabilir” şantajını yeniledi. Aynı şekilde Avrupa Birliği’nden 3 milyar avro almak için Brüksel’e Suriyeli göçmenleri “Boş uçaklara ve otobüslere doldurup yola çıkartırım” tehdidi, bir devletin uluslararası ve bölgesel politikasının bütünüyle iflas ettiğinin, diplomatik ilişki sisteminin sıfırlandığını gösterir.
Bu nedenle Türkiye’de en üst düzeyde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Davutoğlu, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu konuşuyorlar, mesaj veriyorlar, ancak ne Obama ve Putin, ne de Kerry ve Lavrov yanıt veriyorlar. ABD’de Dışişleri Bakanlığı’nda Sözcü Yardımcısı Mark Toner ve Rusya’da Dışişleri Bakanlığı’nda Sözcü Mariya Zaharova, Türkiye’nin önde gelen üçlüsüyle muhatap oluyorlar. Peki diplomaside buna ne nedir? Türkiye’nin söylemlerini ve iddialarını ciddiye almadıklarını, politik değerlendirmelerini hesaba katmadıklarını, kararlar alınırken yok hükmünde saydıkları anlamına gelir.
Çöken bir dış politika ve sıfırlanan bir diplomasi ile küresel ilişkilerde itibar kaybını uğramış, bölgesel denklemin bütünüyle dışına düşmüş bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Türkiye çözüm üreten değil, çözümün önünde engel olan, kaos üreten bir konumda duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Birleşmiş Milletler ve özellikle Rusya ve ABD tarafından ‘terörist’ ilen edilen El Nusra’yı destekleyen açıklamaları önümüzdeki birkaç yıl içinde Türkiye’nin önüne dosya olarak konulacaktır.
Diplomaside çok konuşmak değil, az konuşup çok iş yapma prensibi vardır. Çok konuşanın, her meseleye laf yetiştirmeye çalışanın ciddiye alınmadığı bilinir.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak küresel merkezler tarafından davet edilmemesi, ikide bir Afrika ülkelerini ziyaret turlarına çıkması, uluslararası alandaki etkinliğini ve saygınlığı ortaya koyuyor.
Vizyonu bitmiş bir cumhurbaşkanı, etki gücü sıfırlanmış bir başbakan, söyledikleri dikkate alınmayan bir dışişleriyle Türkiye’nin diplomatik gücünün sıfırlandığını gösteriyor.
Diplomatik ilişkilerde saygınlık kaybolunca, bu kez yalan diplomasisi devreye girer, bu ise çöküşün bir başka boyutunu ortaya koyar.
Türkiye’nin dış politikasına paralel olarak diplomasisi de çöküş içinde. Bu süreç bize, Türkiye’nin gelecekteki profilinin ne olacağını göstermeye başladı.
Uluslararası alanda artık ‘hasta adam’ muamelesi görüyorsan, bunun politik ve diplomatik anlamının ne olduğunu bilmen gerekir. Erdoğan ve Davutoğlu bunu halen fark edememişlerse, süreci objektif analiz eden stratejistlerden ve aklı başında diplomatlardan öğrenmeye ihtiyaçları var.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.