Cenevre-3 müzakerelerini değerlendirirken özellikle altını çizmek gerekir ki, sürecin asıl öznelerinden bağımsız bir çözüm beklemek büyük hayal kırıklığı olur Cenevre-3, Suriye’ye yönelik küresel ablukanın aktörleri tarafından gerçekleştirilen önceki görüşmeler ve “dost” toplantılardan oldukça farklı bir anlam taşıyor. Çünkü artık Suriye üzerinden yürütülen küresel kapışmanın iki kutuplu olduğu açığa çıkmış ve iki kutbun esas aktörleri artık […]
Cenevre-3 müzakerelerini değerlendirirken özellikle altını çizmek gerekir ki, sürecin asıl öznelerinden bağımsız bir çözüm beklemek büyük hayal kırıklığı olur
Cenevre-3, Suriye’ye yönelik küresel ablukanın aktörleri tarafından gerçekleştirilen önceki görüşmeler ve “dost” toplantılardan oldukça farklı bir anlam taşıyor. Çünkü artık Suriye üzerinden yürütülen küresel kapışmanın iki kutuplu olduğu açığa çıkmış ve iki kutbun esas aktörleri artık fiili olarak devreye girmiştiir. Daha sade bir deyişle Rusya’nın fiili olarak sahaya inmesiyle dengeler kökten değişmiş ve büyük oranda muhataplar arası bir denge oluşmaya başlamıştır. O yüzden önceki sözde siyasi çözüm denen ortaoyunundan farklı bir sürecin düğmesine basılmış durumdadır. Ama “muhalifler” olarak vitrinlerde tutulan ve şu anda Riyad merkezli olarak varlığını sürdüren sözde Suriye muhalefetinin tavrı, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi hala aynı.
Hatırlanacağı üzere 28 Şubat 2013’te 11 ülkenin katılımıyla gerçekleşen Roma toplantısına giderken de Suriye muhalefeti katılmayacağını bildirmiş, ancak son anda ABD’nin “ikna etmesiyle” toplantıya dahil olmuştu. O zamanlar Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK), Davutoğlu’nun yönlendirmesiyle, ama sözde taktiksel olarak Roma toplantısına katılmama kararı almıştı. Nedeni de önemliydi, bu yüzden bir miktar hafıza tazelemeye ihtiyaç vardır. Roma toplantısı aslında ABD’nin Suriye muhalefetine artık güvenilemeyeceğini anlaması üzerine kurgulandı. SMDK ve onun askeri kanadı ÖSO, beklendiği “Suriye muhalefetinde” etkin bir güç olamamış, tamamen bir kabuktan ibaret olarak kalmış ve dünyanın dört bir yanından cihatçı takviyesiyle altı doldurulmuştu. Suriye sahasında askeri etkisi olamadığı gibi, kitle desteği edinmek bir yana, Suriye halklarında kimsenin aklına gelmeyen bir kenetlenme ve direnişiyle karşı karşıya geldiler. Bu yüzden Suriye sahasına sürülen cihatçılara bel bağlayanların pervasızca destekledikleri El Kaide hâkimiyeti görünür bir “tehdit” olarak açığa çıktığı için sözde Roma toplantısı gerçekleştirilmişti. ABD sözcülüğünde açığa çıkan genel kaygı şu yöndeydi: “Esad rejimine hiçbir zaman alternatif oluşturulamaması bir yana, Esad’ın Suriye’de birleştirici bir figür olarak daha da güçlendiği gerçeğinin dikkate alınma zorunluluğu doğmuştur. Esad sonrası Suriye’de olası bir El Kaide egemenliğinin emperyalistler açısından çok daha tehlikeli ve sorunlu olacağının masaya yatırılması artık kaçınılmazdır…” O zaman masaya yatırılan bu “tehlikeli unsur”, El Kaide’nin Suriye kolu olarak kurulan Nusra Cephesi’ydi. Oysa Nusra’nın “tehlikeli unsur” haline geliş süreci, kuruluşunu da bizzat sağlayan bu küresel ittifakın gözleri önünde gerçekleşti. Nusra Cephesi, Suriye krizinin başlamasından 10 ay sonra kuruldu ve Suriye’ye girdi. İki yıl sonra “El Kaide tehlikesinden” dem vuran ABD ve müttefikleri, 2013 Şubat’ında Roma toplantısında bir makas değişikliğine gitme ihtiyacını masaya yatırdılar. Bu makas değişikliğinin esası şuydu: Nusra Cephesi terörist örgütler listesine eklenmişti ve artık Suriye sahasında IŞİD vardı. Şubat 2013’te El Kaide merkezinin “Suriye’deki IŞİD’i tanımadığını” açıklamasından sonra gerçekleşen Roma’daki “dostlar” toplantısı, projeye IŞİD’le devam etme adımından başka bir şey değildi ve toplantıdan çıkan tek ortak karar; “Suriye muhalefetini güçlendirmek için ‘daha fazla’ silah ve istihbarat desteğinin sağlanmasıydı.” Nitekim hemen ardından IŞİD Türkiye’nin burnunun dibindeki Azez’de Emirlik ilan etti, buna ek olarak birkaç ay sonra da (Aralık 2013’te) Suud istihbaratının desteği ve yönlendirmesiyle İslam Ordusu (Ceyş’ul İslam) kuruldu. Müdahalenin başladığı ilk andan itibaren vekalet savaşının yürütcüleri olarak sahaya sürülen başta Ahrar’uş Şam, Sukur’uş Şam, Nusra vb. olmak üzere onlarca selefi örgüt ve adı dışında sahada bir varlık gösteremeyen Özgür Suriye Ordusu’nu kapsayacak yeni kombinasyonlara kapı açıldı.
Bu dümen kırmaların tamamı aslında ABD ve müttefikleri açısından birer başarısızlık nişanıydı. 2013’ten, IŞİD’in tekrar Irak’a yönlendirilip Musul’u işgal etmesi olayına kadar Suriye sahasında Nusra, IŞİD, Ahrar’uş Şam ve İslam Ordusu baş aktör olmak üzere El Kaide’nin geniş hâkimiyet sağladığı bir kıyım yaşandı. Ama BOP’un direnişler karşısındaki iflasından başka elde bir şey yoktu yine ve 2014 Haziran’ında “İslam Devleti”ni kuran bir IŞİD’le süreç devam etti. Şimdilerde, sanki tarafların iradelerinden bağımsız ortaya çıkmış gibi bir “IŞİD tehdidi”sebebiyle çözüm arayışları (biz buna yine dümen kırma diyebiliriz) devreye girdi ve artık bu süreçte esas aktörlerden biri olarak sahada Rusya var.
Böylesi bir atmosferde gerçekleşen Cenevre-3 görüşmeleri için neler söylenebilir? Bu konuda Avrupa okumaları üzerinden değil, yerelden analizlerle Cenevre görüşmelerine bir projeksiyon tutmak önemlidir. Şu aralar devam eden Cenevre-3 görüşmelerini yerinden izleyen ve sürece dair analizlerini aktaran Al-Mayadeen[1] yazarı Musa Assi’ye göre Cenevre-3’ün asıl belirleyeni Rusya’dır ve ABD’nin de büyük oranda mutabık olduğu köşe taşları üzerinden yürümektedir.
Cenevre-3‘e katılmama kararı alan Riyad Grubu’nun ‘U dönüşü’
Suriye muhalefeti son ana kadar “koşullarının kabul edilmemesi durumunda Cenevre-3’e katılmayacağını” söylerken, aniden uçağa atlayıp Cenevre’ye uçtular. Değişen ne oldu? Öne sürdükleri koşullar kabul mu edildi? Yazar Musa Assi’ye göre hayır! Eğer Amerika doğrudan dahil olmasaydı, Riyad’taki muhalif oluşumdan hiç biri hemen uçağa atlayıp Cevevre’ye uçmazdı. Esas olarak Cenevre görüşmelerinin ve sonrasının yol haritasını belirleyen, ABD Dışişleri Bakanı Kerry ve Rus mevkidaşı Lavrov’un 20 Ocak’ta Zürih’te gerçekleştirdikleri “mini” toplantıdır. Burada iki bakan arasındaki mutabakat ve “Amerika’nın Suriye muhalefetinden vazgeçebileceğine” yönelik duyumlar Riyad’ın kulağına gitti. Suud Kraliyet uçağı Riyad’tan havalanmadan 24 saat önce Kerry’nin, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil El Cubeyr’le görüşmesi oldu.
Bunun üzerine acilen Adil El Cubeyr, Kraliyet yüce divanı üyeleri ile Suriye muhalefetini temsilen kurulan Yüksek Uzlaşma Komitesi Başkanı Riyad Hicap’la bir araya geldi, ardından hızlıca “koşullarının kabul edilmesi sonucunda Suriye muhalefetinin Cenevre-3’a katılmaya karar verdiği” yönünde açıklama yapıldı. Koşullar da; “üst düzey güvenlik önlemlerinin alınması yönünde teminat” verilmesiymiş. Hem de bu, yazılı bir teminatmış. Yazara göre oysa bu yalanlanmıştır. Zira hiçbir ülkeye böyle bir yazılı teminat verilmemiş. Kaldı ki, Cenevre-3’ü izleyen gazetecilerin bildirdiklerine göre Riyad Grubu’nun güvenliğini Suudi Arabistan’dan gelen korumalar sağlamaktadır.
Fakat bilindiği üzere yüksekten uçan “muhalefetin” öne sürdüğü ve müzakere öncesi kabul edilmediği takdirde görüşmelere katılmayacaklarını ilan ettikleri “koşullar” şunlardı: Kuşatmanın kaldırılması, hava operasyonlarının durdurulması ve tutukluların serbest bırakılması.
Riyad Grubu bu konuda Amerika’nın duruşundan memnun olduğunu bildirmiş. Oysa Assi’ye göre, kesin olan bir şey var ki, “müzakere öncesi kuşatmanın kaldırılması ya da operasyonların durdurulması” gibi konular ele alınmadı ve bunları konuşan da olmadı.
Musa Assi’nin aktardığına göre toplantıda Kerry’nin, Rus mevkidaşının “Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın kaderini Suriye halkı belirler ve buna hakları vardır” yönündeki geleneksel pozisyonunu benimsediği görüldü. Aslında bunun üzerine Amerikalıların muhalefeti gözden çıkaracağı yönündeki duyumlar Riyad’takilerin kulağına gitti. Sorun Moskova ve Washington için net. Lavrov ve Kerry’nin 20 Ocak Zürih buluşmasında birlikte belirledikleri müzakerelerin yol haritasına göre; 29 Ocak’ta katılan Suriyelilerle diyalog görüşmeleri başlayacak ve bu tur 9-10 Şubat’a kadar devam edecek. Rusların talep ettikleri teröristlerin listesinin belirlenmesi konusu çerçeve dışında bırakıldı. Assi’ye göre, sadece BM’nin terörist saydığı IŞİD ile Nusra Cephesi ve bunlarla nasıl başa çıkılacağı konusu gündemde yerini aldı.
11 Şubat 2016 toplantısında siyasi çözüm isteyen tüm taraflarla oturulup, kim terörist, kim değil konusu belirlenecek. Bu sürede tarafların eylemlerinin izlenmesi gerektiği meselesi gündeme alındı. Burada birinci sırada sorun teşkil eden, Suudilerin Suriye sahasındaki ekibi olan İslam Ordusu’dur . Suudiler, İslam Ordusu’nun teröristler listesine dahil edilmemesini ve teröristlerle aynı kategori içinde ele alınmamasını istiyor.[2] Çünkü özellikle İslam Ordusu, Suudi Arabistan tarafından fazlasıyla desteklenen, silahlandırılan ve yönlendirilen bir örgüttür. Suudilerin bu örgütü açıktan yönetmesi, Türkiye ve Katar gibi diğer müttefiklerin Suriye sahasındaki çıkarlarıyla kesişmektedir.
Assi’ye Amerikalılar 11 Şubat tarihine kadar önemli görevler üstlendiler. Suudilerle iletişim kurmayı ve İslam Ordusu’yla ilgili bir ayar çekmeyi hedefliyorlar. Bu ayarın nasıl olacağını tahmin etmek zor değildir. ABD’nin sürece dahil olmak için elinde bu örgütlerden başka hiçbir kozu yok, o yüzden “ılımlı muhalif” tezine sımsıkı sarılmış durumda. “Ilımlı muhalif” makyajıyla öne çıkaracakları sözde Suriyeli muhalif taraflar” formülü üzerinde çalışılacak demektir ve bunu elbette ki müttefikleriyle birlikte yapacaktır. Suriye savaşının birinci dereceden tarafı olan Amerika’nın kendisi okyanus ötesindedir ama sahada eli ve kulağı durumunda olan taşeronları bu bölgesel devletlerdir. Bu cihatçı örgütlere birlikte ön açma hamlesi yapacaklardır mutlaka, ama Rusya ve Suriye’nin sözde “ılımlı” formüllere kolayca kapı aralamayacaklarının bilincindedir herkes.
Cenevre sürecine dönersek, İslam Ordusu ile ilgili durumu idare etme görevini ABD üzerine aldı. Ruslar buna onay vermiş gibi görünüyor ama buna karşılık Lavrov, Cenevre birinci tur görüşmelerinde PYD’nin temsiliyetini sağlamaya dönük teşvik edici önemli adımlar attı. Bu da Rusya’nın iki hafta sonraki ikinci tur görüşmelerinde PYD’nin katılımının garanti altına alınmasını sağladıkları anlamına geliyor. Her iki taraf PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’e karşı yürüttüğü askeri mücadelenin desteklenmesi konusunda mutabıklar. Yazar Musa Assi’nin kanaatine göre öyle görünüyor ki, 11 Şubat tarihi bir dönüm noktası olacaktır.
Sonuçta 11 Şubat bir dönüm noktası olur mu, olmaz mı konusu bir yana, esas olarak BOP açısından bir dönüm noktası vardır; o da Rusya’nın ABD blogunu kendi silahıyla vurarak Suriye sahasına inmesidir. Bu silah, “IŞİD’e karşı savaş” iddiasıdır. Rusya’nın hem pratikte hem de söylemlerinde açıkça ortaya koyduğu üzere “IŞİD’e karşı mücadele, IŞİD ve türevlerine karşı mücadeleyi eşit oranda kapsayacaktır.” Bu da IŞİD’li projelere yatırım yapanların ciddi anlamda paniğe kapılmaları ve Suriye krizinin çözümüne dair ortaklaşmaya mecbur olmaları demektir. Cenevre-3, ABD açısından böylesi bir mecburiyet gölgesinde başladı diyebiliriz.
AKP’nin başarısızlık zincirine bir halka daha
Gelinen noktada önümüzdeki süreçte bu yeni denklemde yerini kapanlar ile kapamayacak olanlar belirginleşmeye başladı. Bir tarafta denklemin dışında kalma riskini gördüğü an hareketlenen ve duruma göre tavır değiştiren, böylelikle Riyad Grubu’nu “izleyici komunda” da olsa Cenevre’ye dahil eden Suudi Arabistan var, diğer tarafta Cenevre-3’e dair yapabildiği tek şey PYD’nin katılmasını engellemekten ibaret olan Türkiye var. AKP açısından süreç, belki de hiçbir rasyonel formülün çözemeyeceği bir karmaşa içinde ilerliyor. Öncelikle altını çizmemiz geren en önemli karmaşa, Suriye’ye karşı bir araya gelen ittifakın hepsi -sözde de olsa- IŞİD’e karşı mücadele formülünü işletirlerken, AKP tam tersine, hem ülke içinde muhalefet olarak gördüğü bütün kesimleri hem de Batı dünyasını adeta IŞİD’le tehdit etmektedir. Hatırlanacağı üzere mülteci krizinin AKP tarafından araçsallaştırıldığı, bir program dahilinde mültecilerin Avrupa ülkelerine yönlendirildiği çok kez söylendi. AB ülkeleri açısından ciddi bir krize neden olan mülteci akını, aynı zamanda Avrupa’ya doğru cihatçı akışının başlayacağı anlamına geliyordu.
AKP’nin bir “üstün akılla” IŞİD kozunu kullanma aşamasına geçmesi, hem Ortadoğu hem de iç siyasette boğazına kadar başarısızlığın içine gömüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Esasında bu denli saldırganlık ve uluslararası hukuk tanımazlık, tamamen bu başarısızlıklar zincirinden kaynaklanmaktadır. Cenevre-3 sürecinde de dış politikadaki bu başarısızlığın yansımalarını görüyoruz.
Davutoğlu’nun Riyad ziyaretinin sırrı nedir?
Davutoğlu’nun Cenevre görüşmelerinin başlamasına saatler kala Suudi Arabistan’a gitmesini de bu çerçevede okumak gerek. Arap basınında yer alan bilgiye göre Davutoğlu, Riyad Grubu’nun Cenevre görüşmelerine katılma kararı almalarını umduğunu dile getirmiş. Riyad Grubu’nun izleyici olarak Cenevre’ye gelmelerini söyleyenin Kerry olduğunu bizler duyduysak, Türkiye’deki kulakların duymamış olması mümkün mü? Denklemin içine son anda “müttefik Suudiler” giriyorsa, AKP de denklem dışında kalmamak adına son anda Riyad’ın kapısını çaldı. Arapça kaynaklara göre bu ziyarette Davutoğlu, Riyad Grubu’nun Cenevre-3 görüşmelerine katılma kararı almalarını Türkiye’nin de istediğini bildirmiş. “Türkiye, 2012 Cenevre-1 görüşmelerinde yoğun çaba harcamış ve olumlu sonuç elde edilmesine katkı sunmuştu. Yine bu katılıma katkı sunmak istiyormuş ve başarılı bir sonuç elde etmeleri için destek verecekmiş.”[3]
Bir yandan AKP’nin güdümünde olduğu herkesçe bilinen ÖSO şemsiyesi altındaki bazı cihatçı gruplar Cenevre müzakerelerine katılmama kampanyası yürütürken, diğer yandan bunu onlara söyleten AKP’nin son anda Suudilere koşup, “katılsınlar” demesi, taktik ya da stratejik hamle diye adlandırıyordur. Ama açıkça bunun adı hesapsızlık, çaresizlik, ve telaşlı kalkışmadır. Çünkü Suriye artık masa başında bütün saldırı stratejilerini çizip uyguladıkları günlerdeki Suriye değildir; beş yıldır uyguladıkları yüksek yoğunluklu yıkım ve talan programlarını alt üst eden ve bütün bu derin stratejistlere “elde var sıfır” dedirten bir pozisyona geçmiştir. Bu yüzden hangisi olursa olsun, sahadaki bütün cihatçı grupların hezimeti, aynı zamanda AKP’nin de başarısızlığıdır. Ve sahada ciddi kayıplar vermeye, işgal ettikleri bölgelerden temizlenmeye devam ettikleri bir süreçte “müzakere” demek, kaybedenlerin açıktan ilanı demektir. O yüzden özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan, her türlü provakasyon da dahil, durumu lehe çevirme hamlelerini yapmaları beklenebilir. Nitekim savaş provokatörlüğü tapelerle tescillenmiş olan AKP’nin, dün (1 Şubat) Lazkiye kırsalına fiili saldırı başlattığı haberleri yansıdı. Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı’na bağlı resmi kaynaklar, Türk topçu birliklerinin Suriye’nin kuzeyindeki Attira Dağı’na saldırı düzenlediklerini ve sivillerin hedef alındığını açıkladılar.[4] İki hafta önce Suriye ordusu ve Ulusal Savunma Güçleri bu bölgeyi cihatçılardan arındırmıştı ve Türkiye sınırına doğru ilerleme devam ediyordu. Türkiye’nin kaçmakta olan Nusra Cephesi militanlarına destek amaçlı uluslararası hukuku yok sayarak top atışına geçmesi, aslında bir öz güvenden çok panik ve telaşın yansımasıdır.
AKP’nin “kırmızı çizgilerine” basıldı
Daha önceki tek taraflı düzenlenen Suriye konulu müzakerelere ellerini güçlendirmek için kanlı saldırılara imza atan “muhalif” cihatçı örgütler, bu sefer ellerinde herhangi bir koz yok, üstelik bu müzakere artık salt “dostlar” toplantısından ibaret değil.
Hal böyleyken bu süreçte PYD’nin katılmasını “kırmızı çizgi” olarak ilan edip bunun peşinden “derin stratejik” tutumunu sürdüren bir AKP var. Keza IŞİD’i destekleyen pozisyonunu açık etmekten zerrece imtina etmeyerek, Cerablus’ta IŞİD’e karşı savaşı önlemek için uğraş veren aynı AKP’nin “Fırat’ın batısı” gibi bir “kırmızı çizgi” nakaratı vardı. Oysa YPG, Rusya savaş uçakları, Suriye ordusu, Hizbullah güçleri ve Ulusal Savunma Güçleri hepsi bu “kırmızı çizginin” üstüne bastılar. Sözde “kırmızı çizgi siyaseti” ile gündem yaratılmaya çalışılan, “PYD’nin Cenevre-3 görüşmelerine davet edilmesi” meselesi ise çoktan aşıldı sayılır. İkinci tur görüşmelerinde PYD’nin katılımı konusunda mutabakat sağlandığına göre, demek ki Suudi Arabistan gibi Türkiye’nin kulağına bir şey fısıldayan olmamış!
Suriye krizini yaratanlar değil, direnenler çözecektir
PYD konusunda ısrarını sürdüren AKP’nin, Kürt halkına yönelik şiddeti tırmandırmasının Suriye politikasından bağımsız olmadığını belirtmek gerekir. Suriyeli Kürtler üzerinden yeni Osmanlıcı hayallerini tatlı tatlı kurduğu zamanlarda PYD, AKP nezdinde “kötü” değildi. AKP’yi esas hayal kırıklığına uğratan, PYD’nin doğru ve yerinde olan öngörüsü ve tavizsiz duruşudur.[5] PYD’nin; “hiçbir tarafın ne yanında, ne karşısında” biçiminde sürdüğü pozisyonu nedeniyle (aslında AKP’nin beklentilerine yanıt vermeyen bir tavizsizlik!), Barzani hariç, bütün Kürtler, AKP’nin hedefindedir ve bu tutum, Cenevre sürecinde de; “kırmızı çizgi/terörist” nakaratları eşliğinde sürdürülmektedir. Lakin her adımda hayal kırıklığı yaşayan ve Suriye’de kendi yarattığı bataklığın içinde boğazına kadar batan AKP’nin, keyfine göre birilerini “terörist” ilan etmesinin hiçbir manası ve etkisi yoktur.
Bu bağlamda Cenevre-3 müzakerelerini değerlendirirken özellikle altını çizmek gerekir ki, sürecin asıl öznelerinden bağımsız bir çözüm beklemek büyük hayal kırıklığı olur. Bu asıl özneler dışındaki aktörlerin sunacağı bir çözüm beklentisi içine girerek Cenevre-3 müzakerelerini değerlendiriyor değiliz. Lakin önemli bir dönemeçten sonra gelen bir müzakere olması açısından, dikkatle izlenmesi gerekir. Ancak üstüne basarak söylenecek tek şey şudur: Çözümün esas özneleri, ismi ve cismiyle sahada varlık gösterenlerdir; bütün dünyanın, önünde saygıyla eğilmek zorunda kalacağı yüce direnişleri sergileyenlerdir. Bu bağlamda müzakerenin esas belirleyenleri Suriye yönetimi ile PYD olacağı açıktır. Ve öyle görünüyor ki, bir gün önce başka, bir gün sonra başka tutum sergileyen ve son anda soluğu Riyad’ta alan Davutoğlu’nun “derin strateji” klasörüne de bir hüsran daha eklenecektir.
[1] http://www.almayadeen.net/Article/0IjhBVbY_kCMIqWeALatPw/%D9%83%D9%88%D8%A7%D9%84%D9%8A%D8%B3-%D8%AC%D9%86%D9%8A%D9%813–%D9%83%D9%8A%D9%81-%D8%B9%D8%AF%D9%84-%D9%88%D9%81%D8%AF-%D8%A7%D9%84%D8%B1%D9%8A%D8%A7%D8%B6-%D9%85%D9%88%D9%82%D9%81%D9%87-%D9%88%D8%AD%D8%B6%D8%B1-%D8%A5%D9%84%D9%89-%D8%AC%D9%86%D9%8A%D9%81-
[2] Musa Assi’nin aktardığı bir başka detay da, İslam Ordusunu temsilen ismi geçen Muhammed Alluş’la ilgilidir. Cenevre’ye giden Riyad Grubu’nun 2 saatlik gecikmesi olmuş. Bu gecikmenin kaynağı, heyette adı geçmediği halde Muhammed Alluş’un İslam Ordusu’nu temsilen heyette yer almasıdır. Muhammed Alluş, Cenevre-3 görüşmelerine İslam Ordusu’nun temsilcisi olarak katılacağı, uçağın kalmasına dakikalar kala bildirilmiş.
[3] ttp://www.alaraby.co.uk/politics/2016/1/29/%D8%AF%D8%A7%D9%88%D8%AF-%D8%A3%D9%88%D8%BA%D9%84%D9%88-%D9%8A%D8%B5%D9%84-%D8%A5%D9%84%D9%89-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D8%B9%D9%88%D8%AF%D9%8A%D8%A9-%D9%81%D9%8A-%D8%B2%D9%8A%D8%A7%D8%B1%D8%A9-%D8%B1%D8%B3%D9%85%D9%8A%D8%A9
[4] http://arabic.news.cn/2016-02/02/c_135065586.htm
[5] Her ne kadar içeriden ve dışarıdan farklı bir çizgiye çekilmek istendiyse de, PYD’nin pozisyonuna dair tespitlerimizin doğrulandığını gösteren şu değerlendirme, 2013 Roma müzakereleri sürecinde kaleme alınmıştı: “ Her ne kadar bu örneklerdeki “sürece endeksli Anti Esad’cılık tavrı” genel Kürt siyasetine mal edilemezse de, “barış süreci”yle birlikte hem AKP hem de Kürt hareketi açısından Suriye planında ortaklaşmanın, ABD-Rusya çekişmesinde “kaybedecek olan Rusya yerine, kazanan ABD’den taraf olunması” yönündeki bir tercihin yansımaları görülüyordu. O vakitler hedefine neredeyse vardı varacak gibi bir hayale kapılan Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin keyfine diyecek yoktu. Zira bundan böyle Suriye’deki Kürtlerin rejime karşı muhaliflerin safında yer alacağına dair inanç ve beklentileri tamdı. Ancak PYD’nin izlediği politikanın hem AKP’yi hem de AKP güdümündeki Barzani kanadını hayal kırıklığına uğrattığı kesindir.” Daha fazlası için Bkz. http://sendika9.org/2013/10/suriye-cikmaz-sokak-davutogluna-arabulucu-araniyor-hamide-yigit/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.