Suriye kaosundan geriye tepen her türlü bela, AKP’nin eliyle Türkiye’nin başına kalıyor ve Türkiye bir anlamda bütün Ortadoğu kurgusuna yönelik var edilen cihatçı potansiyel için bir “tampon ülke” haline geliyor. Erdoğan’ın “Ortadoğu fatihi” olma hayalleri uğruna Türkiye’yi getirdiği nokta şudur: Ortadoğu halklarını katleden ve bütün bu coğrafyayı kan gölüne çevirenlere ev sahipliği yapmak Türkiye’nin ‘kalbinde’ patlayan […]
Suriye kaosundan geriye tepen her türlü bela, AKP’nin eliyle Türkiye’nin başına kalıyor ve Türkiye bir anlamda bütün Ortadoğu kurgusuna yönelik var edilen cihatçı potansiyel için bir “tampon ülke” haline geliyor. Erdoğan’ın “Ortadoğu fatihi” olma hayalleri uğruna Türkiye’yi getirdiği nokta şudur: Ortadoğu halklarını katleden ve bütün bu coğrafyayı kan gölüne çevirenlere ev sahipliği yapmak
Türkiye’nin ‘kalbinde’ patlayan ikinci bomba, yeni Osmanlıcı hayalleriyle Ortadoğu’ya biçim vermeye kalkışan Erdoğan ile “derin stratejisti”nin hem çıkmazlarını hem de Suriye politikasındaki iflasın akıl yürütme yetilerini nasıl felce uğrattığını gözler önüne serdi. Her şeyden önce Ankara’da bombanın dumanları gökyüzüne yükselir yükselmez ismiyle cismiyle ilan edilen sözde failin “YPG üyesi” olduğu da jet hızıyla açıklandı. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, doğrudan PYD ve YPG’yi hedef göstererek “misliyle karşılık verme” nutukları ve “sabır bitti!” manşetleri, ortalama bir aklın şu mantıksal sonuca varmasına yol açtı: “Suriye’ye savaş açmanın bahanesi için bombalar patlatıldı!”
Çünkü Suriye krizinin başladığı ilk günden bu ana kadar her kanlı saldırıyı Şam yönetimine yükleyen AKP’nin bütün iddiaları boşa çıktı. Hedefinde kim ya da kimler varsa “suçlu” diye işaret edip şiddet programını devam ettirdiği önceki durumlarda “kokteyl” örgütler icat ederken, bu kez, sanki önceden hazırlık yapılmış gibi doğrudan PYD ve YPG sorumlu ilan edildi. Oysa bu tür saldırılarda hemen herkesin (ve hükümetin) aklına ilk olarak, yenilen ve Türkiye’nin artık her yerinde cirit atan cihatçı örgütlerin gelmesi beklenirdi. IŞİD, Nusra ve bağlantılı diğer grupların herhangi birisinden de böyle saldırı gelmiş olabilirdi. İntihar bombacısı kullanma daha çok IŞİD’i, bombalı araç kullanma tarzı da daha çok Nusra Cephesi’ni işaret etmekle birlikte, Suriye sahasında tek bir amaç için var edilen bütün cihatçı örgütlerin eylem biçimleri birbiriyle benzeşmektedir. Zaten örgütlerin hepsi birbirinin benzeridir ve “idealleri” ortaktır. Artık bütün dünya biliyor ki, hepsinin beslendikleri kaynaklar aynı, aldıkları silahlı eğitimin müfredatı aynı… Dolayısıyla bu taşeron örgütlerden herhangi birisine yaptırılmış olabilir. Ama Erdoğan-Davutoğlu ikilisi anında ve “tereddütsüz” bir şekilde PYD’yi sorumlu tuttular. “Demek ki, bu saldırıyla PYD’ye ve Suriye’ye karşı savaş nutuklarına önceden hazırlıklıydılar” dememek için hiçbir sebep yok. Çünkü Cenevre-3’e giderken PYD ve YPG ile ilgili “kırmızı çizgi” siyaseti güdenlerin “YPG’yi terörist addedin” nakaratıyla ortalıkta gezinmelerinin üstüne, Suriye’ye savaş açma çığırtkanlığının zirve yaptığı bir süreçte gelen bir saldırıydı. (Suriye’ye savaş açmaktan başka hiçbir çıkar yolu kalmadığının kanıtı sayılabilecek havuz medyasındaki savaş çığırtkanlığı ele alınacaktır.)
Sözcü gazetesine “sözcülük” yaptırıp PYD’yi suçlayan ve milliyetçi duygulara hitap edenlerin çelişki sarmalına girmeleri uzun sürmedi. Çünkü PYD ve YPG saldırıyla ilgilerinin olmadığını açıkladı, buna rağmen Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “Hiç şüphemiz yok, saldırgan PYD ve YPG’li” açıklamalarının aksine saldırıyı TAK üstlendi. Öncelikle PYD’nin “Ankara’yı hedef aldığı” iddiasını dile getirenlerin, “kendi istihbarat ve güvenlik zafiyetlerini ifşa ettikleri” akıllarına gelmeliydi. Bütün bu akıl edememe ve ciddi anlamda açığa çıkan zafiyetler bir yana, AKP’nin bu saldırıyı nasıl fırsata çevirmeye çalıştığı ve PYD/YPG’yi hedef göstermekle esas olarak neyi amaçladığı önemlidir.
Suriye politikasının iflasıyla yüzleşmekten kaçış
AKP’nin Suriye politikasında yüzleşmekten kaçınamayacağı iflası ve bu iflastan bir şekilde çıkma çırpınışlarını görüyoruz. Suriye krizinin başından itibaren AKP’nin Suriye’ye savaş açma, ya da orduyla Suriye’ye girip bir alanı güvenli bölge ilan etme hayalleri hep vardı. Uluslararası destek sağlanamayan “güvenli bölge” ısrarı şu ana kadar hep devam etti ama, bu günlerde “güvenli bölge” konusu artık AKP için bir varlık-yokluk sorunu haline gelmiştir.
Çünkü önceki zamanlarda “güvenli bölge” talebinin sebebi şu şekilde izah edilebilir: Libya gibi bir dış müdahaleyle Suriye’yi “halletme” ihtimali ortadan kalkınca, bir türlü yıkamadıkları Şam yönetimini, “uçuşa yasak bölge” oluşturarak yıkma planı söz konusuydu. Havadan desteklenecek cihatçıların karadan Şam’a doğru bir koridor açmaları hedeflenmişti. Yani “güvenli-uçuşa yasaklı bölge”nin önceki anlamı, Emevi Camii’nde namaz kılma hırsını içinde barındıran bir işgal ve Suriye haritasını yeniden biçimlendirme projesiydi.
Ama beş yıl sonra gelinen noktada bunun tamamen bir hayalden ibaret olduğu kafalara dank etti; bu seçenek ihtimal dışı kaldı ve süreç tersine akmaya başladı. “Emevi Camii’ne gidiyoruz” diye cihatçı grupların arkasından giderken, adeta bir U dönüşüyle Türkiye’ye doğru akmaya başlayan cihatçı gruplarla şu anda bir “burun buruna gelme” hali söz konusudur. Üstelik burun buruna gelinen cihatçı grupların çeşitliliği, yenildikçe ortaya çıkan agresif halleri ve devasa boyutlara ulaşan gücüyle artık ciddi bir tehdit haline gelmişlerdir ve bu cihatçı potansiyeli Türkiye’den başka barındıracak hiçbir ülke yoktur. Türkiye açısından içinden çıkılmaz bir problem yumağı haline gelen “bu cihatçıların ne olacağı” konusu, AKP’yi “güvenli bölge” talebinde daha çok ısrarcı olmaya itmektedir. Bu kez “güvenli bölge”nin zaruriyeti, ne Suriye’yi işgal edip haritasını yeniden şekillendirme, ne Şam’ı devirme, ne de kimseye inandırıcı gelmeyen “mülteciler için bir kent” oluşturmadır. Israrın asıl amacı, AKP’nin baş başa kaldığı bu silahlı grupları bir mıntıkada tutma isteğidir. Bu yüzden “güvenli bölge”, AKP için gerçek anlamda bir varlık-yokluk sorunudur.
Cihatçılar Türkiye’ye akıyor
Beş yıldır “Suriye’ye gönderilen cihatçıların geri dönüşü olacak” diye sürekli dikkat çekmeye çalıştığımız bu tehlike, şimdi daha da görünür hale gelmiştir. Lazkiye’nin kuzeyinde yuvalanan ve AKP’nin “Türkmendağı” dediği bölgedeki sözde Türkmen, ama özünde yabancı cihatçıların (sağ kalanlar ve aileleri) hemen hepsi, soluğu Türkiye’de aldılar. Suriye ordusu Türkiye sınırına doğru yaklaştıkça, günlük olarak Türkiye’ye giriş yapan cihatçıların sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Suriye ordusu ve Ulusal Savunma Güçleri’nin Rus hava desteğiyle ilerlemeye devam ettiği ve sınırların güvenliğini sağlayana kadar da durmayacağı kararlılığı dikkate alındığında, şimdi bu cihatçı akışının devasa boyutlara ulaşacağını tahmin etmek zor değildir ve asıl konuşulması gereken tehlike budur.
Tehlikenin boyutlarına dikkat çekmek için sahadaki son duruma göz atmakta yarar vardır:
Lazkiye’nin kuzeyini cihatçılardan arındıran Suriye ordusunun yüzü Cisril Şuğur’a yönelmiş durumdadır. Rus hava saldırılarının başladığı ilk bir ay içerisinde binlerce cihatçının taburlarını terk ederek Türkiye ve Ürdün’e kaçmaya başladıklarını, Ürdün istihbaratının sınır güvenliği ile ilgili tedbirler aldığını, bu cihatçı kaçışlarında açık kalan tek kapının Türkiye olduğunu hatırlatalım. Geçtiğimiz Ekim ayında Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Operasyon Dairesi Başkanı Andrey Kartapolov, “İlk 20 hava saldırısından sonra, çoğunluğu IŞİD ve Nusra militanları olmak üzere 3 bin cihatçının Ürdün ve Türkiye’ye kaçtığını, 600 cihatçının da Avrupa ülkelerine geçtiğini”[1] açıkladı. Bu rakamlar, Rus hava operasyonlarının başladığı ilk bir aya aittir ve sadece 20 sortinin sonucudur. 20 Ocak’ta da Suriye Ordu Sözcüsü Ali Mayhub, o ay içinde silahlı gruplara yönelik 481 hava sortisinin gerçekleştiğini ve 1662 hedefin vurulduğunu açıkladı[2]. Bu açıklamada altı çizilen şey de, cihatçı gruplarda ciddi bir çözülme yaşandığı ve bu cihatçıların yoğun bir şekilde Türkiye’ye kaçtıklarıdır. Aynı tarihlerde Rus sözcü Kartapolov da, her gece 100 Nusra Cephesi militanının Türkiye sınırını aşıp Reyhanlı’ya geçtiğini söyledi.
Fakat Türk yetkililerin, geçiş yapanlar için “siviller” deyimini kullandıklarının altını çizelim. En son Lazkiye’nin kuzey kırsalındaki Rabia beldesi cihatçılardan arındırıldığında, 3 bin “Türkmen”in Suriye’den kaçıp Türkiye’ye sığındığı açıklaması Türk yetkililerden geldi. Oysa “Türkmen aileler” diye ifade edilenler, cihatçılardan başkası değildir. Çünkü Rabia 4 yıldır cihatçıların işgali altındaydı. Zaten havuz medyasının “Türkmen siviller” diye yayımladıkları fotoğraflarda bile askeri kıyafetleri ve silahlarıyla apar topar Türkiye’ye kaçan cihatçı militanlar açıkça görülüyor.[3] Kaldı ki, her ne kadar Türk yetkililer sivil dese de, Türkiye’ye kaçanların silahlı militanlar oldukları, bizzat cihatçı liderler tarafından dile getirilmişti. Suriye’de çoğunlukla Kafkas-Çeçen cihatçıları barındıran Ensar’uş Şam isimli cihatçı örgütün lideri Müslüm Şişani, yaygarası çokça kopartılan “Türkmendağı” hezimetinde kaçışlar olduğunu açıkladı ve orada kalanları kurtarmak için Rusça “imdat” çağrısı yaptı. Çeçen cihatçı açıkça “İdlib bölgesindeki cihatçı grupların Lazkiye’nin kuzeyindeki silahlı gruplara ihanet ettiklerini ve Türkiye’deki kamplara kaçtıklarını” söylemişti.[4]
Dört yıl boyunca aileleriyle birlikte işgal ettikleri Lazkiye’nin kuzeyini apar topar terk edip Türkiye’ye sığınanların sayısı yetkili ağızlardan bir defa 3 bin olarak verildi. Ama bu, sadece Rabia’nın kurtarılmasından sonraydı. Ondan önce başta Selma beldesi olmak üzere, Lazkiye’nin kuzey kırsalındaki bir çok yerleşim bölgesi özgürleştirildiğinde sürekli Türkiye’ye kaçışlar oldu. Rabia sonrasında da Yayladağı sınırındaki Navara[5] kasabasının Suriye ordusu tarafından ele geçirilmesinin ardından yine Türkiye’ye doğru yoğun bir cihatçı kaçışı olduğunun altını çizelim. Bunun üstüne Türkiye sınırındaki stratejik bölge olan Kinsabba da cihatçılardan arındırıldı ve buradan Yayladağı’na yoğun bir şekilde cihatçı girişleri oldu.
Türkiye’nin başına kalan “cihatçı mülteciler” sorunu
Bütün bu fiyaskonun üstüne bu aralar, “güvenli bölge” hayalleri kurulan Halep’in kuzeyinde de, AKP açısından durum hepten kötüye gidiyor. Çünkü beş yılın ardından Nubbul ve Zehra beldeleri üzerindeki cihatçı kuşatma kırılınca, Türkiye’nin bu cihatçı gruplara uzanan yardım koridoru kapandı. Ardından, bu bölgenin güneyinden Suriye ordusu, batısından da PYD-YPG ilerlemeye başladı. Mıntıkanın doğusu (Münbiç-Cerablus) zaten IŞİD’in elindedir. Batı’dan YPG ve güneyden Suriye ordusu tarafından çembere alınan bölgedeki cihatçılar, kuzeye, yani Türkiye sınırına doğru adeta süpürülmektedirler. Azez’e yaklaşıldıkça, bu kovalamacada cihatçı gruplar için Türkiye’den başka gidecek bir yer kalmıyor. (ya Cerablus’u elinde tutan IŞİD’e katılacaklar ya da Türkiye’nin “nur topu gibi yeni dönüş yapan cihatçıları” olarak sınırı aşacaklar!)
Bütün bunların üstüne Lazkiye’den Cisril Şuğur’a doğru yol almaya başlayan Suriye ordusunun Türkiye sınır hattı boyunca ilerleyişi, Nusra Cephesi komutasındaki Fetih Ordusu’nun, İdlib vilayetine sıkışmasını sağlayacaktır. Kaldı ki, Suriye ordusu Cisril Şuğur’daki cihatçı gruplara “bölgeyi derhal terk edin” uyarısı yapmaya başladı bile. Bu gidişle yakın zamanda İdlib’in çembere alınacağı ihtimali göz önünde bulundurulduğunda, Nusra Cephesi ve Fetih Ordusu bileşenlerinin yine çekilecekleri tek yer Türkiye olacaktır. Bu denli büyütülen cihatçı ordusunun ne olacağı meselesi, basit bir problem değildir ve bu problemle ne Batı ne de ABD ilgilenmektedir. Dolayısıyla Türkiye, tamamen bu cihatçı problemiyle baş başa bırakılmış durumdadır.
AKP ve Suud: Bataklığa saplanan iki “kader ortağı”
Tıpkı Türkiye gibi Suriye politikası iflas eden Suudi Arabistan, Suriye’de vekillerinden doğru, Yemen’de ise doğrudan bataklığa saplandı. Analistlerin çoğunlukla söyledikleri şey şudur: Suriye bataklığından geri tepen tehlikenin dönüp vuracağı iki ülke, Türkiye ve Suudi Arabistan’dır. O yüzden bu ikili birbirlerini “iyi” anlıyor, bir başlarına Suriye’ye kara operasyonu çekecek kadar gözlerini karartıp birbirlerini cesaretlendiriyorlar.
Ayrıca Türkiye’de “Suriye’ye savaş” çığırtkanlığı yapanlar ile Suud’un kendini “Ortadoğu fatihi” sanan kralına gazı verenlerin aynı kaynaktan beslendikleri görülüyor. Ortak argümanları mealen şudur: “Suriye’ye savaş açmazsak biz biteriz. Ya şimdi ya da biz bittik!” Örneğin Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’ün patlamanın olduğu günkü “Açık konuşalım, artık savaştayız” başlıklı yazısı çerçevede Suriye’ye “hemen şimdi” müdahale etme çağrısı üzerinedir: “Türkiye için artık Suriye meselesi yoktur, Halep’e kadar olan bölgede bir Türkiye meselesi vardır… Buna doğrudan müdahil olamazsak, ikinci aşamada hem S. Arabistan hem de Türkiye vurulacaktır.”[6] Arap medyasından Türkiye’deki havuz medyası gibi “Suriye’ye devrim ihraç eden” akılların beslediği Orient News de, “Eğer Esad’ı düşürmekten geri adım atılırsa, bunun bedelini en pahalı ödeyecek olanlar Riyad ve Ankara’dır”[7] diye yazdı. Aynı aklın yönettiği savaş medyasının hem Türkiye’ye hem de Suudilere, Suriye’ye “hemen şimdi” savaş açma gazı verdiğini görüyoruz. Ne var ki, hızlıca İncirlik Üssü’ne jetlerini gönderen ve Suriye’ye kara operasyonu söylemlerini nakarata dönüştüren Suudiler de gördü ki, “pabuç pahalı”, hemen çark etti: “Biz, sadece IŞİD’le mücadele etmek için Suriye’ye girecektik!” Suudi Arabistan’ın bu geri adımından sonra sadece AKP’nin “üstün aklı” savaşı kışkırtmaya ve “olmayacak duaya amin” diyerek arkasına NATO’yu alma hesapları yapmaya devam etti. Ve görüldüğü üzere hem Türkiye hem de Arap dünyasındaki savaş medyasının Türkiye’ye “hemen şimdi” Suriye’ye girmesini “şiddetle” önermelerinin altında AKP’nin artık “varlık-yokluk” meselesi yatmaktadır.
“Ya Suriye’ye savaş, ya tükeniş”
Olmazsa olmazı haline gelen ve “ya yaparız ya biteriz” noktasında ısrar edilen “güvenli bölge” için, “AKP’nin yapmayacağı bir şey yoktur” demek abartılı olmaz.
Mülteci kozunu kullanarak “güvenli bölge” planına razı etmeye çalıştığı Batı’nın, AKP’yi çok ciddiye aldığı söylenemez. Mülteci pazarlığı ve ardından gelen cihatçıları Avrupa’ya yollama tehditlerinin bir miktar etkili olduğunu zanneden AKP, Merkel’in “güvenli bölgeye sıcak baktığı” mesajına dört elle sarıldı. Bu noktada AKP aklı, şöyle bir kurguya odaklandı diyebiliriz: “Hazır Merkel güvenli bölgeye sıcak bakarken, “hemen şimdi” bu formülü zorlamak gerekir!” Çünkü Suriye ordusu IŞİD’in elindeki Bab’a yaklaşıyor, YPG de Azez’e doğru ilerliyor ve “güvenli bölge” ile birlikte Suriye hayalleri de uçuyor..
Bu arada YPG’yi durdurmak ve cihatçı gruplara destek vermek amacıyla yapılan top atışlarına tepkiler de çoğaldı. Kımıldayamaz hale gelen AKP’nin acilen bir şey yapması gerekir. “Güvenliğimiz tehdit altında” argümanına ve YPG’yi durduracak operasyonların müsaadesine ihtiyaç duyulduğunda ne yapması gerekirse, şu anda AKP onu yapıyor ve “derin stratejik akılla” küresel müttefiklerini üç şeye zorlamaya çalışıyor.
Birincisi; Suriye’ye müdahale için NATO desteğini sağlamak. Bu seçenek zerrece olasılık dahilinde görülmüyor. Zira AKP’nin bütün kışkırtmalarına rağmen hem güvendiği ABD’den hem de NATO’dan en ufak bir yeşil ışık gelmedi ve üstelik NATO “bize güvenme” mesajını aleni bir şekilde vermiş oldu.
İkincisi; en azından Halep’in kuzeyinde (90 km’den en son 5-10 km’ye indi) “güvenli bölgeyi” kabul ettirmek. Bu tampon bölge AKP’nin tek umudu haline geldi. Merkel’in “bütün cihatçıları otobüslere doldurup size yollarız” resti karşısında hizaya geldiğini zannettikleri bir anı yaşıyor AKP’liler. Oysa Merkel’in “sıcak baktı” dedikleri “güvenli bölge” konusunda söylediği şey şudur: “Şu andaki durumda orada çatışan tarafların hiçbirinin saldırmayacağı bir bölge; yani uçuşa yasak bölge olsa çok faydalı olur. IŞİD teröristleriyle görüşemeyiz. Ancak, Esad karşıtları ve tarafları arasında böyle bir anlaşma sağlanabilirse çok faydalı olur.”
Bunun meali; Esad karşıtları kadar Şam yönetimi, Rusya ve İran’ın da kabul etmesi gerekiyor. Oysa bunun asla mümkün olmayacağını, aklı yeten her insan bilir. Suriye, yarım milyonu aşan kayıplarının müsebbibi olanları sırf AKP’nin hatırı için (üstelik bu kayıpların baş müsebbibi saydığı AKP) barındırmayı kabul edeceğini düşünme saflığı, sadece iflas eden ve akıl yürütme yetilerini yitirenlere mahsus bir şey olabilir.
Üçüncüsü; Suriye fiyaskosunu müttefik taraflarla paylaşmak. Yani yaratılan sığınmacı yükünü ve cihatçı dönüşler sorununu paylaşmak… AKP’nin isteği bu olabilir ama ne ABD ne Batı ne de bölgedeki Arap müttefikleri buna yanaşmaktalar. Cihatçı örgütleri finanse eden Suud, Katar ve Körfez ülkelerinden hiçbiri Suriyeli mültecilere kapılarını açmış değiller ve açmaya niyetli olmadıkları da açıktır. Hele ki, mülteciler bir yana, fetvalar ve kampanyalarla toplayıp gönderdikleri cihatçıların dönüşlerine hiçbir zaman kapılarını açmayacakları da gün gibi ortadadır.
Türkiye, AKP eliyle “tampon ülke”ye dönüşüyor
Sonuç olarak BOP’un bütün küresel müttefiklerinin aslında birlikte yarattıkları Suriye kaosundan geriye tepen her türlü bela, AKP’nin eliyle Türkiye’nin başına kalıyor ve Türkiye bir anlamda bütün Ortadoğu kurgusuna yönelik var edilen cihatçı potansiyel için bir “tampon ülke” haline geliyor. Erdoğan’ın “Ortadoğu fatihi” olma hayalleri uğruna Türkiye’yi getirdiği nokta şudur: Ortadoğu halklarını katleden ve bütün bu coğrafyayı kan gölüne çevirenlere ev sahipliği yapmak…
Evet, AKP’nin Suriye politikası iflas edeli çok zaman oldu, ama Türkiye’yi bir bataklığa doğru sürüklediği hep söylendi ve şimdi bu gerçekle yüzleşme zamanı. AKP eliyle yaratılan bu büyük tehlikenin üzerinde durulması, hayati önemdedir. Çünkü başından itibaren söylenen; “AKP’yi Suriye bitirecek” tezi görünür hale geldikçe, iflasını örtmenin ve iktidarını sürdürmenin kanlı araçlarına sarılma devri çoktan başladı. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç, İstanbul ve Ankara’da dökülen kan bunun göstergesidir. AKP’nin iyice yalnızlaştığı şu dönemde bundan sonra da komşu ülkelerde ve Türkiye’de dökülen her damla kandan sorumlu olacağını söylemek de müneccim olmayı gerektirmiyor.
Suriye halkları için kurgulanan mezhepçi fitneciliğin Türkiye’ye döndürülmek istendiği ve özellikle AKP medyası tarafından Suriye yenilgisinin “günah keçisi” olarak ilan edilen Arap Alevileri’nin sistematik bir biçimde hedef gösterildiği gerçeğini dikkate almak, bütün kesimler için mutlak bir zorunluluk haline gelmiştir.
[1] http://arabic.news.cn/2015-10/07/c_134688659.htm
[2] http://www.alahednews.com.lb/120300/161/%D8%A7%D9%84%D9%85%D8%AA%D8%AD%D8%AF%D8%AB-%D8%A8%D8%A7%D8%B3%D9%85-%D8%A7%D9%84%D8%AC%D9%8A%D8%B4-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A-%D8%B3%D9%84%D8%A7%D8%AD-%D8%A7%D9%84%D8%AC%D9%88-%D9%86%D9%81%D9%91%D8%B0-481-%D8%B7%D9%84%D8%B9%D8%A9-%D8%AC%D9%88%D9%8A%D8%A9-%D8%B9%D9%84%D9%89-1662-%D9%87%D8%AF%D9%81%D8%A7%D9%8B-%D9%84%D9%84%D8%A5%D8%B1%D9%87%D8%A7%D8%A8%D9%8A%D9%8A%D9%86-%D8%AE%D9%84%D8%A7%D9%84#.VsjZffmLTIU
[3] Anadolu Ajansı’nın “Türkmen aileler” diye paylaştığı fotoğraflarda asker elbiseli ve silahlı cihatçıların açıkça görülüyor: https://twitter.com/anadoluajansi/status/693145921169833986
[4] http://www.alhadathnews.net/archives/170490
[5] Lazkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Navara, 2012 yılının sonlarına doğru El Nusra ve diğer cihatçı örgütlerin eline geçmişti.
[6] İbrahim Karagül’ün yazısından satır başları: “S. Arabistan, Katar gibi Arap ülkelerinin askeri seçeneğe yönelmeleri öyle çok da basite alınmamalı. Çünkü Suriye’den sonraki hamle Basra Körfezi’ne yapılacak, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan doğrudan tehdit altında kalacaktır… Suriye meselesi tamamlandıktan sonra ilk cephe Körfez ise ikinci cephe Türkiye’dir…. Artık bunu söylemeye, bu konu üzerinde fikir yürütmeye bile gerek kalmamıştır. Çünkü daha şimdiden Suriye savaşı Türkiye’ye taşınmış ya da servis edilmiştir….Biz o savaşı Halep’te karşılamazsak, Kobani’den gelen saldırıları Cizre’de karşılamayı tercih edersek, Kamışlı’da yapılan hazırlıkları Nusaybin’de durdurmayı denersek yarın savaş Türkiye’nin yüzlerce kilometre içlerine kadar taşınacaktır…İşin esası da budur. Suriye krizinin iki ülkeyi vurması an meselesidir; S. Arabistan ve Türkiye…” bkz. http://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahimkaragul/acik-konusalim-artik-savastayiz-2026873
[7] http://orient-news.net/ar/news_show/103308/0/%D8%A7%D9%84%D8%AA%D8%AF%D8%AE%D9%84-%D9%81%D9%8A-%D8%B3%D9%88%D8%B1%D9%8A%D8%A7-%D9%82%D8%A7%D8%AF%D9%85-%D8%A8%D9%85%D9%8F%D8%B7%D8%A7%D9%84%D8%A8%D8%A9-%D8%AF%D9%88%D9%84%D9%8A%D8%A9-%D9%88%D9%87%D8%B0%D9%87-%D8%B1%D8%B3%D8%A7%D9%84%D8%A9-%D8%AA%D9%81%D8%AC%D9%8A%D8%B1-%D8%A3%D9%86%D9%82%D8%B1%D8%A9-%D8%A3%D9%85%D8%B3
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.