Bir “Çözüm Süreci” içinde yaşıyorduk; sanki silahlar susmuş, silahsız politikanın önü açılmış görünüyordu. Herkes mutlu ve “Sürecin” akışı ve sonuçlarından yüksek beklenti içindeydi. Ama, bu “yüzeysel” görünümün altında yaşananları görebilenler açısından, sadece bir “ara dönem” yaşanıyor; taraflar, sonraki hamleleri için güç biriktiriyor ve esasında, “silahla” yaptıkları irade dayatmasını “silahsız” yapmanın dışında bir şey yapmıyorlardı. Peki, […]
Bir “Çözüm Süreci” içinde yaşıyorduk; sanki silahlar susmuş, silahsız politikanın önü açılmış görünüyordu. Herkes mutlu ve “Sürecin” akışı ve sonuçlarından yüksek beklenti içindeydi.
Ama, bu “yüzeysel” görünümün altında yaşananları görebilenler açısından, sadece bir “ara dönem” yaşanıyor; taraflar, sonraki hamleleri için güç biriktiriyor ve esasında, “silahla” yaptıkları irade dayatmasını “silahsız” yapmanın dışında bir şey yapmıyorlardı.
Peki, neden?
Eğer bir PKK olgusu varsa ve devletin resmi rakamlarına göre 30 binden fazla militanını kaybetmesine rağmen halen ve üstelik güçlenerek kendisini sürdürebiliyorsa, bunun çok açık bir açıklaması vardı: PKK, gerçek bir toplumsal “sorunun” üstünde konumlanıyordu. Ve, sadece bu değil, aynı zamanda, o “sorun” sürdükçe toplumsal desteğini tazeleyip kendini güçlendirme yeteneğini de taşıyordu.
Kürtlerin bir halk olarak hiçbir hakka sahip olmaması, var olanların da günlük hayatta fiilen uygulanmanın ötesinde anayasal bir korumaya sahip olmaması, PKK’nin var oluş gerekçesiydi.
PKK; var olan durumu bir “sömürge” statüsü olarak saptıyor, Kürtler için “özgürlük” istiyordu. Ve, başka birçok alana el atsa da, esas ivmesini bu “sorun” üzerinden temellendirdiği “sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verme” stratejisinden alıyordu.
Ancak, sorunun karmaşık boyutları ve ulusal sınırları aşarak bölgesel bir zemine yayılmış olması, kendisini sürdürme yeteneğine sahip olan PKK’nin, yaşanan yıllar içinde birçok başka sorun alanına ve coğrafyaya da açılıp saçılması gerçekliğini yarattı.
İşte, “Sürecin” sağlıklı akışı ve kalıcı bir sonuç üretmesi için, doğrudan “sorunun” ve kaynağının ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Oysa, tarafların karşılıklı demeçleriyle akan “Süreç” içinde, “ sorun” gerçekten çözülmüyor, ama “çözüm” ve “barış” üzerine bolca söylem üretiliyordu. Üstelik, taraflarından hamlelerinden öyle anlaşılıyordu ki, aslında şimdi yaşanan “Süreçten” bir sonuç çıkmayacağından eminlerdi ve “Süreç Sonrası” için hazırlık yapıyorlardı.
“Çözüm”, “asgari” olarak, Kürt kimliğinin “eşit haklar” kazanmasıyla sağlanabilirdi. O düzeyde bir dönüşüm de, ancak devletin şimdiki oligarşik-totaliter yapısının dönüşmesiyle olabilirdi. Bu dönüşümün “reformcu” ya da “devrimci” tarzda yaşanmasına göre farklı yapısal özellikler taşıyarak kurulacak bir “Demokratik Cumhuriyet” çözümün adresiydi.
Ancak, sermaye, devlet ve AKP’nin gündeminde henüz böyle bir “dönüşüm” yoktu ve PKK’de bu durumu görüyordu. İşte, bu gerçeklik içinde konumlanan tarafların “Süreç” akarken yapıp ettikleri ve ulaşmak istedikleri hedefler, sorunun devam edeceğinin ya da bir “Çözüme” ulaşılamayacağının önceden kabul edildiğini gösteriyordu.
Bolca üretilen söylemlerin yarattığı pespembe hayallerin bilincimizi yanıltmasına izin vermezsek, hepimizin içinde yaşadığı gerçek “Süreçte”, “Çözüm”, devlet ve AKP açısından, PKK’nin silahları bırakıp sınır dışına çıkması ve sonra da HDP ve PKK arasında “çatlak” oluşturarak PKK’nin nihai olarak tasfiye edilmesiydi. Muhtemelen, geri kalan “kılçıksız” HDP’nin de kolayca sisteme ve onun güncel rejimine içerileceği hesaplanıyordu. Kürtlere bir halk olarak anayasal bir statü verilmesi gündem konusu bile edilmiyordu.
Devletin, Bizans ve Osmanlı’dan devralarak üstüne oturduğu iki temel yapısallık olan “oligarşik ve totaliter” dokulardan ve onların birbirleriyle iç içe geçtikleri “monolitik” kaynaşmadan en ufak bir taviz verilmiyordu.
Evet, Hitler’in ana sloganlarından birisi olan “Ein Volk, ein Staat, ein Führer!” neredeyse aynen tekrar ediliyor ve meydanlarda sürekli olarak “Tek millet, tek devlet, tek lider!” deniyordu. Her türlü sorunun kaynağı olan bu monolitik kaynaşmayı/yapıyı kabullenen kimi Kürtlerin, asla bir “halk” statüsü içinde değil ama“Kürt kökenli bir birey” olarak, “Türk devletine” alınabileceği yönünde oluşturulan bir “umut!”, en büyük ve yeterli “taviz” olarak görülüyordu.
PKK ise, aynı “Sürece”, yerel yönetimlerdeki egemenliğini pekiştirme, şehirlerde “öz savunma güçlerini” mevzilendirerek kendi hedefi olan “demokratik özerkliğin” savunma hattını oluşturma, Türkiyeli demokratik güçlerle ittifak alanları kurarak “Ortak Yaşamın” nüvelerini yaratma ve Rojava’nın inşası için yoğunlaşma imkanı olarak bakıyordu.
“Demokratik Özerklik” talebi ise, devletin şimdiki oligarşik ve totaliter yapısının tam karşısında konumlanıyor ve onunla uzlaşmaz bir yeni toplumsallaşma/siyasallaşma tarzını-yapısını ima ediyordu.
Halkoyuyla seçilen ve “demokratik özerklik” kazanan “Yerel Meclisler” tarafından kurulacak bir “Demokratik Cumhuriyet”, mevcut devletin alternatifi olarak öne çıkarılıyordu. Sistem güçleri “reformcu çözüme” yönelmeyince, PKK içinde egemen olan güçlerin “devrimci çözüme” yöneldikleri anlaşılıyordu.
Her iki taraf da, hedeflerine şayet “silahsız” ulaşabilirse “ne ala!” idi; peki ya öyle olmazsa, o zaman ne olacaktı?
İşte, devleti ve PKK’yi iyi bilenler açısından, her iki tarafın da hedeflerinden vazgeçmeyeceği ve “Sürecin” bir noktada bir gerekçe bulunularak bitirileceği açıktı. Her iki taraf ta hedefine ancak diğerinin iradesini kırarak ulaşabilirdi.
“Çözüm Sürecinin” akışı içinde, her iki taraf da kendi hedeflerine ulaşabilmek için sürekli hamle yaptı. Ama, açık ki, “Süreçten” kazançlı çıkan PKK oldu. Devlet ve AKP’nin de, kendi hedeflerine doğru yol almış oldukları açıktı, ancak PKK’nin çok daha fazla inisiyatif kazandığı görülüyordu.
Bu durumda, oligarşik-totaliter yapının, günün sonunda kendisini tasfiye edecek bir toplumsal-politik sürecin göz göre göre güçlenmesine izin vermeyeceği ve iyi bildiği “silahlı güç yoluyla iradesini kabul ettirme” yoluna döneceği açıktı. Bizans’tan Osmanlı’ya ve oradan günümüze uzanan yüzlerce yıldır böyle olmuştu, şimdi de böyle olacaktı.
Bazı liberaller her ne kadar sürecin kendi doğal akışı içinde sürüp gideceğine ve bu akışın bir aşamasında da “demokratik bir barışın” inşa edileceğine inanmış olsalar da; bilmem kaç yüz yıllık bir devlet geleneğinin genetik kodlarıyla davranan şimdiki oligarşinin, bir yandan böylelerini “kullanışlı ahmaklar” olarak görerek bolca umut dağıtırken, gerçek yaşamda iyi bildiği geleneksel despotik tutumunu sürdüreceği çok açıktı.
Nitekim, medyada bolca barışçı söylem havalarda uçuşurken, gerçek yaşamda despotik devlet refleksleri hükmünü icra ediyor ve “güç ilişkilerinin demirden yasaları” geçerli oluyordu.
“Sürecin” başından itibaren, kalıcı bir “Barış” konseptinin benimsenmediğini gösterecek biçimde hızlandırılan karakol yapımları ve Rojava üzerine IŞİD’in yönlendirilmesi biçiminde yaşanan devlet ve AKP hamleleri; 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde Mersin ve Diyarbakır’da HDP’ye karşı yapılan askeri eylemlerle başka bir düzeye sıçratıldı.
Bu sıçramanın, PKK’nin Rojava’da IŞİD’e karşı kurduğu üstünlük ve 7 Haziran öncesinde HDP’nin barajı aşacağının anlaşılmasıyla bağlantılı olduğu açıktı. 7 Haziran sonrasında ise, IŞİD eliyle patlatılan 20 Temmuz “Suruç bombası” ve Kandil’e yapılan uçak saldırıları, kararlı bir yeni savaş konseptinin zamana yayılarak devreye sokulduğunu gösteriyordu.
Evet, “Çözüm süreci” olarak adlandırılan “şey” PKK’ye yaramıştı ve devlet açısından hükmü kalmamıştı. Devlet ve AKP’nin “Süreçten” rahatsız olarak yeni bir karar verdiği ve silahlı şiddet yoluyla PKK’nin iradesini kırmayı yeniden gündemine aldığı anlaşılıyordu.
PKK ise, bu hamleye, HPG gerillalarını geride tutan ama şehirlerdeki milislerin öncülüğünde bir halk ayaklanmasını ve “Demokratik Özerklik” ilanlarını öne çıkaran yeni bir hamleyle cevap verdi. Önceden hazırlanıldığı anlaşılan bu yeni hamlede, YDGH milisleri ve onların “öz savunma” pratiği öne çıkıyordu.
Bu yeni tutumun, “tepkisel” ya da “öylesine” bir yönelim olmadığı, üzerinde düşünülmüş ve ön hazırlığı iyi yapılmış bir yeni “savaşma tarzı” olduğu, gün geçtikçe daha net görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, devlet gibi PKK’de boş umutlara kapılmamış ve “Süreç sonrası” için hazırlık yapmıştı.
İşte, devamı halinde ulaşabileceği düzey düşünüldüğünde aslında halen “düşük yoğunluklu” diyebileceğimiz şimdiki “Savaş” durumuna böyle sürüklendik.
Bir kez “Savaş” haline geçilince de, “Çözüm Süreci” döneminde “geriye itilen” ama inatla “biriken” bir dizi “yüksek gerilim”, askeri çatışmanın “gerçek gerekçesi” olarak hayat buluyor.
Şimdi, mevcut devlet yapısıyla bir kez daha ve bu sefer oldukça yüksek misyon yüklenerek girilen “Barış” süreci de sonlanınca, o süreç boyunca “geriye itilen” bu “yüksek gerilim” eksenlerinde odaklanalım ve “PKK açısından bu son askeri hamle ne anlama geliyor?” sorusunun cevabını bulmaya çalışalım.
Evet, PKK önderliği şimdi yaşanan yeni savaş sürecine neden girdi ve hangi sonuçlara ulaşmayı hedefliyor olabilir?
Elbette ki, böyle bir değerlendirme yaparken TC sınırları içinde kalamayız; bölge gerçekliği içine boylu boyunca giren TC ve PKK, karşılıklı bütün hamlelerini, aynı zamanda bu gerçeklik içinden ivmelenerek yapıyor.
Ortadoğu gerçekliği ve PKK
PKK, son askeri hamlesini, içine derinlemesine kök saldığı Ortadoğu’nun çok yönlü bir karmaşa olarak kendisini gösteren güncel kaotik ortamında yaptı.
Herkes biliyor; PKK, artık sadece yerel değil aynı zamanda bölgesel bir güç ve her hamlesini aynı zamanda “bölgenin koşulları” terazisinde de tartmak ve dengelemek zorunda.
İşte, yapılan son askeri hamleyi de, sadece “yerel” değil, aynı zamanda “bölgede” şekillenen gerçek güç ilişkileri içinde anlamlandırabiliriz.
O, böylesine kapsamlı bir hamleyi, şayet bazı liberaller ya da liberallerin etkisi altındaki sosyalistlerin iddia ettiği gibi, sırf “macera” olsun diye veya “savaş ya da iktidar fetişistliği” yüzünden ya da “üstelik tam da kazanma aşamasına gelmişken ahmakça intihar etmek için” yapmışsa, zaten söylenecek bir şey yok; ağır bir yenilgi yaşayacaklardır.
Ama, PKK önderliğinin böyle düşünmediğini ve yaptıkları hamleye “tarihsel” bir değer verdiklerini okuyoruz. PKK, güncel kaotik ortamın kendi iradesini dayatarak fethedebileceği boşluklar yarattığını ve buraları fethederek, Türkiye devletiyle olan ilişkileri başta olmak üzere kendi hedeflerine doğru yol alabileceğini saptamış olmalıdır.
İşte, mevcut kaotik ortama müdahale eden diğer güç alanları gibi PKK’nin de, bölgedeki koşulların kendi iradesine yol verdiğini ve güncelliğin ötesine sıçrayarak “tarih-yapıcı” kapsamda bir hamle yapmaya zorlandığını ve daha da önemlisi, böyle davranmaya “mecbur” olduğunu saptadığı anlaşılıyor.
Şimdi, onların durduğu yerde konumlanarak ve doğrudan kendi tarihlerine ve güncel açıklamalarına dayanarak, PKK’nin ne yapmak istediğini anlamaya çalışalım. PKK’nin politik tespit ve hedeflerine yönelik eleştirilerim, bu yazının konusu değil; burada sadece PKK’nin ne yaptığı anlaşılmaya çalışılacak.
A-Bölge koşulları
PKK, bölgede yaşanan krizin, başka yönlerinin yanı sıra aynı zamanda ulus-devletler arası sistemin krizi olduğunu ve ancak mevcut sınırları ve ulus-devletleri aşan bir yaratıcı hamleyle çözüm gücü olursa başarı kazanabileceğini düşünüyor.
PKK, kendi başarısıyla bölge halklarının da özgürleşmesinin önünü açacağını umuyor ve zaten, ancak bölge halklarıyla ortaklaşırsa kendi hedeflerine ulaşabileceğini açıklıyor.
Ulus-devletler sistemine karşı bir seçenek olarak, “Demokratik Özerklik” savunuluyor. “Yerel Meclisler” ve bu meclislerin esas olduğu, aşağıdan yukarıya doğru bir halk örgütlenmesi biçimindeki bir yapı, mevcut ulus-devletlerin “içinde” ya da “yanında” örgütlenecek. Böylesi bir yapının, zamanın akışı içinde ulus-devletleri gereksiz hale getireceği düşünülüyor olmalıdır.
Ek olarak, PKK, Kürt halkının içinde yaşadığı dört devletin de “despotik” yapıda olduğunu ve Kürt halkının özgürleşmesine imkan tanımayacağını düşünüyor. Ancak, bu devletlerden “koparılacak” parçalarla kurulacak bir bağımsız-yeni devlet kuruluşunu da, kendi deyimleriyle “devletçi paradigmaya” karşı oldukları ve ancak yaşanacak uzun savaşlarla ve büyük yıkımla gerçekleşebileceği için uygun görmüyorlar.
Kürtlerin dört devletin hepsinde “demokratik özerklik” kazanarak özgürleşebileceği ve bunun da ancak bu despotik devletlerin “demokratik özerkliği” kapsayabilecek bir “Demokratik Cumhuriyet” biçimine dönüşmesiyle mümkün olabileceği saptanıyor. Bunun için de, Fars, Türk ve Arap halklarıyla bölgedeki despotik devletlere karşı “ortak direniş eksenleri” kurmaya çalışılıyor.
PKK’nin, bölgede yaşanan ve bu coğrafyayı çürüten bir gerçekliğe değindiği açıktır.
Tarihin içinden çıkıp gelen bin bir etnik ve inanç kimliğinin iç içe yaşadığı bölgede; bu kimlikler, aslında yaşamı derinleştirip esneklik kazandıracak ve renklendirip neş’e yaratacak bir toplumsal zenginlikken; emperyalizm tarafından A. Maalouf’un deyimiyle “Ölümcül Kimlikler”e çevriliyor.
En sinsi ve aşağılık entrikalarla birbirine düşmanlaştırılan tarihsel-toplumsal kimlikler üzerinden kışkırtılan savaşlarla, bölge cehenneme çevriliyor ve emperyalizmin talanına açık, güçsüz ve zavallı bir yapıya sokuluyor.
Emperyalizmin talanından pay koparma peşindeki yerel egemenler de, işbirlikçi-hain olarak kışkırtıcılık yapıyor. Bölgenin tarihinin içinden çıkıp gelen her türlü “kutsal”, bayraklar ve dualar başta olmak üzere, alçakça kullanılarak kışkırtma aleti haline dönüştürülüyor.
İşte, PKK, bu kanlı açmazdan bir çıkış yolu olarak “Demokratik Özerklik” temelinde bir toplumsal-siyasal ortaklaşmayı savunuyor.
Bölgede yaşanan şimdiki kaosun kendisini doğruladığını düşünen PKK, son yıllarda kendi görüşleri doğrultusunda yaptığı politik ve askeri bir dizi hamleyle hızla bölgesel bir güç haline sıçradı. Son olarak IŞİD’le yürüttüğü savaşta kurduğu üstünlük, emperyalizmin bir “kaos yaratıcı alet” olarak kullandığı bu taşeron örgütün büyüsünü bozarken, PKK’nin küresel meşruiyet zeminini güçlendirdi ve manevra olanaklarını arttırdı.
Kürt halkının yaşadığı 4 ulus-devlete yayılan PKK örgütlenmesi, Türkiye’den sonra İran, Irak ve Suriye’deki son hamleleriyle, sürekli inisiyatif arttırdı, alan genişletti ve derinlik kazandı. Günümüzün güç ilişkileri açısından bakacak olursak, PKK’nin nüfusu 40 milyonu aşan ve bir devleti olmayan bölgedeki Kürtlerin en güçlü temsilcisi olduğunu saptayabiliriz.
PKK’nin bölgedeki konumlanışının anlaşılabilmesi için, bir parantez açarak kısa bir açıklamada bulunmalıyız.
Her parçada farklı seviye ve biçimlerde sürüp giden “Kürtlere özgürlük” arayışı, “Apoculuk” olarak adlandırılan bir tarzla ve muazzam ölçüde “taktik zenginlik” barındıran hamlelerle yürütülüyor. Ancak, o “taktik zenginlik”, esas olarak “kendisi olmayı” esas alan bir “özgür bilinç” ve o bilincin ürettiği “bağımsız duruşa” sırtını dayadığı içindir ki, sonuç alıcı olabiliyor.
PKK önderliği, yoksul-emekçi dokusunun belirlediği bir zeminin üstünde konumlandığını özellikle ve sürekli vurguluyor. Bu zeminin ürettiği ve ancak “kaybedecek bir şeyleri olmayanların” izleyebileceği bir yol üstünde ilerlediklerini açıklıyorlar.
PKK, eski isyanlardakilerden veya Barzani gibi şimdiki diğer Kürt önderliklerinden farklı olarak, yoksul-emekçi kimliklerinin kendilerinin önlerini açtığını iddia ediyor. Tam da bu kimliklerinden dolayı, “teslimiyetçi” bir uzlaşmayı kabullenmeyen ve “her şeyi göze alarak” kendi bağımsız hedeflerinden vazgeçmeyen bir yapıya sahip olduklarını açıklıyorlar.
Ayrıca, “Önderlik” olarak adlandırdıkları Öcalan’ın “Apocu” tarzına bağlı kalarak, “asla kendisini pazarlık konusu yapmayan”; ama, hiçbir maceracı ya da “sol” savrulmaya düşmeyen ve güncellik içinde her türlü “taktik esnekliği” göze alan bir duruşa sahip olduklarını da iddia ediyorlar.
PKK, bu bütünlüklü var oluş tarzının hep var olacağını ve kendi çıkış hayallerine/kendilerine sadık kalmayı esas aldıklarını savunuyor. İşte, bu “bağımsız ve özgün” yapı, Kürt halkının yaşadığı dört ulus-devlette farklı biçimlere bürünerek kök salıyor.
Türk devletinin egemenlerinin içinde konumlandıkları geleneğin kısıtlamaları yüzünden bir türlü anlayamadıkları da, PKK’nin bu özgün ve birbirini tamamlayan dokulardan oluşan bütünlüklü “Apocu” yapısı. Sırf şiddetle, o şiddeti ne kadar arttırırlarsa arttırsınlar, PKK’yi asla yıkamayacaklarını tarihsel köklerinden gelen “genetik” anlayışsızlık yüzünden kavrayamıyorlar. Ve zaten, PKK’nin bir avantajı da, “düşman” olarak gördüğü devletin bu zaafı. O, “dersini iyi çalışmış” ve devleti iyi tanıyor, ama devlet hala PKK’yi güç kullanarak ezebileceği herhangi bir terör örgütü olarak görüyor.
Devlet, PKK’yi sadece 3 ya da 5 veya 15 bin silahlı asi olarak görüyor ve onu var eden sorunu çözecek bir reformcu dönüşüm yaşamadan sırf şiddetle PKK’yi tasfiye edebileceğini sanıyor. Ama tam tersine, bu sığ yaklaşım, PKK’yi sürekli güçlendiriyor.
Sözgelimi, çok konuşulan “Sri Lanka” tarzı bir topyekun imha, PKK ancak “Apocu” olmaktan vazgeçerse gerçekleşebilir; “Apoculuğun” önemli bir yönelimi de, böylesi bir imhayı önleme üzerine kuruludur ve tam da bu sebepledir ki şimdiye dek ayakta kalmayı başarabilmiştir.
Şimdi, parantezi kapatıp bölgeye dönebiliriz.
PKK, Irak’ta IŞİD’e karşı Yezidileri savunarak Sincar bölgesinde kökleşirken, KYB ve Goran’la ittifak kuruyor ve Barzani’nin temsil ettiği Kürt egemenleriyle “Ulusal Kongre” de kimin önder olacağı üzerine inisiyatif yarışı yapıyor. Bu coğrafyadan (Güney’den/Başur’dan) kendi iddialarına göre “ayda 100 kişiyi aşan gerillaya katılımla” sonraki hamleler için askeri güç biriktirildiği anlaşılıyor. Ayrıca, Yezidilerden oluşan bir özgün gerilla yapısının kuruluşuna destek olunuyor.
İran’la ilişkilerde, son dönemde “çatışmasızlık” sürse de, İran devleti ve PKK’nin sık aralıklarla birbirlerine karşı “silahlı güç denemesi” yaptıklarını ve PKK açısından aynı zamanda derinden akan bir “güç biriktirme” sürecinin yaşandığını gözlemliyoruz. Bölgenin güncelliğinde nesnel olarak “yan yana düşme” gerçekliğinin, tarafları şimdilik birbirlerine karşı adımlar atmamaya zorladığını, ama İran devleti bir demokratik cumhuriyete dönüşmedikçe bu durumun kalıcı olmasının zor olduğunu saptayabiliriz.
Suriye’de olup bitenleri ise, herkes biliyor. Açık ki, bu coğrafyada yaşanan kaostan en güçlü çıkan PKK oldu. “Bağımsız duruş” bu coğrafyada en hızlı ve görünür sonuçlarını üretti ve “Demokratik Özeklik” Rojava’da kalıcı bir yapıya evrildi. Ve, zamanın akışı PKK inisiyatifini güçlendiren yeni sonuçlar yaratıyor. PKK, artık kendi denetiminde olan ve derinlemesine yerleştiği bir coğrafyada kök salarak konumlanıyor.
Öte yandan, bölgedeki köklü bir toplumsal gerçeklik olan İslam’ı düşmanlaştırmayan özgün bir laik duruş ve kadın kurtuluşu konusunda özel yoğunlaşma, PKK’yi bölgedeki tüm laiklerin, demokratların ve kadınların özgürlük arayışının öncü öznesi haline sokuyor.
Aynı durumun, PKK’nin oluşmasına zemin hazırladığı İslam’ın halkçı-demokratik yorumlanışının, şimdiye dek egemen olan gerici yorumlanışına karşı zamanla kazanacağı toplumsal meşruiyet açısından da tekrarlanabileceğini tahmin edebiliriz.
PKK; bölgenin tarihsel bir toplumsallaşma hali olan İslam’ın, yerel egemenler tarafından halkları uyuşturma ve çürütme aracı olarak kullanılmasının mutlak ya da kalıcı durum olmadığını, şimdiki egemen halinin İslam’ın zorunlu bir hali, ona kaçınılmazca “içkin” bir durum olmadığını savunuyor. Halkçı-demokratik bir İslami duruşun güç kazanmasıyla şimdiki gerici ve çürütücü kullanımın önlenebileceğini, hatta İslam’ın halkçı bir bölgesel isyanın kanallarından biri olabileceğini ön görüyor.
Suriye’de alınan ve Araplar arasına da yayılarak hızla güçlenme eğiliminde olan PKK inisiyatifinin önünü açan tutumlardan birisinin de İslam’a yaklaşımdaki özgün ve halkçı tutum olduğu açık değil mi?
B- Hegemonya savaşları
PKK’nin içinde konumlandığı bölge, küresel hegemonya savaşlarının en yoğun biçimde dışa vurduğu bir coğrafya olduğu için, “küresel dengeler” içinde gerçek bir konumlanma kazanmak ve o noktada “tutunup-güçlenebilmek” belirleyici bir önem kazanıyor.
AB ile, orada yaşayan ve çoğu örgütün etki alanı içindeki milyonu aşkın Kürt nüfus üzerinden ilişki kurulurken, ABD ile savaş alanında karşılaşmamaya özel dikkat gösterildiğini ve güncel olarak da IŞİD’e karşı geçici bir yan yana duruş olduğunu saptayabiliriz.
Her iki küresel güçle de, şimdiye dek “gizli” yürütülen diplomatik ilişkiler karşılıklı kabulle açığa çıkarılmaya ve böylece artacak küresel meşruiyete dayanarak B.M. gibi küresel kurumlarda yasal statü elde edilmeye çalışıldığı görülüyor.
Rusya ise, PKK açısından sıkça üst üste düşen güncel çıkarlar yüzünden daha rahat ilişki kurabileceği ama asla “güvenemeyeceği” bir küresel güç konumunda.
Böyle bir konumlanma içinde hareket eden PKK, küresel egemenler arasında yaşanan güç savaşlarında oluşan çelişkilerden ve boşluklardan yararlanarak ve Kürt coğrafyasında ortaya çıkan kontrol dışı alanlara güç dayatarak, kendisine yerleşeceği yeni coğrafya/mekanlar kazanmaya çalışıyor. Sincar ve Rojava gerçekliği, bu sürecin içinde yapılan son derece bilinçli hamlelerle ve yaşanan kaosa güç dayatılarak oluşturuldu.
Öyle anlaşılıyor ki, PKK, neredeyse “koparıp” alarak yerleştiği Sincar ve Rojava’dan asla vazgeçmeyecek ve üstelik sürekli alan/coğrafya genişletmeye çalışacak.
İşte, PKK’nin Türkiye’ye dönük güncel askeri hamlesinin “bölgeden kaynaklanan” ilk gerekçesi, bu “asla vazgeçmeme” tutumundan ivme alıyor.
PKK; Türkiye’nin kendi coğrafyasına/Rojava ve Sincar’a saldıran başta IŞİD olmak üzere terörist grupların cephe gerisi olarak lojistik destek verdiğini, silah yardımında bulunduğunu ve sahada da kurmay desteği verdiğini iddia ediyor. Ve, başının tepesinde sürekli gezinen ölümcül riskleri yok etmek için, Türkiye’yi sıkıştırarak IŞİD ve benzerlerine olan desteğini kesmek istiyor.
Nasıl ki Türkiye o grupları destekleyerek PKK’nin etki alanını daraltmaya ve mümkünse Kandil’deki merkezi üslenme alanlarını ortadan kaldırarak “kafasını koparmaya” çalışıyorsa,; PKK’nin de tersini yapmaya çalıştığını, hem kendi “kurtarılmış” coğrafyasını koruduğunu hem de Türkiye’nin bölgede desteklediği gruplarla olan bağını koparmaya çalıştığını görüyoruz.
Öte yandan, bakışımızı daha yüksek bir zemine yerleştirerek bölgeyi değerlendirirsek, şimdiki askeri hamlenin “bölgeden kaynaklanan” ikinci gerekçesini görebiliriz:
Bölgede alışılagelen- verili statükonun dağılışından ve henüz yenisinin kurulamamasından beslenen kaotik ortam, içinde yol almaya çalışan bütün güç alanlarını güncelliği aşarak “geleceği” kuran “tarih-yapıcı” hamlelere zorluyor; işte, aslında güncel güç dengelerini değerlendirmekte “usta” olan PKK’nin, şimdi güncelliğin ötesindeki bu zemine de yerleşmeye çalıştığını saptayabiliriz.
C- Kaotik ortam ve tarih-yapıcı iradeler
Bölgede yaşanan kaotik gelişmeler, henüz hiçbir gücün kontrolünde değil.
“Tek yönlü” değil “karşılıklı“ toplumsal ve politik “akışlar” yaşanıyor ve bu “karmaşık akışların” içinde sürekli yeniden oluşan güç dengelerinin bir dizi “dolayımla” yarattığı “yeni toplumsal ve politik özneler” ve bu öznelerin “şimdiki hareketlerinin” bölgeye yüklediği “yeni belirlenimler”, yeni bir Orta-Doğu’nun temellerini atıyor.
Şimdi, tarihin bu özel döneminde ve bu bölgede, toplumsal güçlerin “iradesine” normal zamanlarda olduğundan çok daha fazla alan açılmış durumda.
Gelecek, geçmişin ve güncelliğin rasyonel bir devamı olmayacak; yeni bir şeyler orada-burada şu veya bu biçimde kendisini oluşturmaya ve etrafına dayatmaya çalışıyor. Hızlı davranmak ve yaratıcı hamlelerle sürece güç/irade dayatarak akışı-oluşu belirlemek, günün zorunlu ve belirleyici tutumu/görevi olarak sivriliyor ve sürecin içinde var olmaya çalışan eski-yeni bütün “öznelere” kendisini yüklüyor.
İşte, o “öznelerden” biri de (TC, ABD, IŞİD, Rusya ya da İran ve Hizbullah gibi) PKK ve yaptığı hamleleri sadece güncellik içinden değil, oluşan olağanüstü tarihsel koşullar içinden de değerlendirmek gerekiyor.
O, yeniden oluşan bölgenin kurucu önderlerinden birisi olmaya yönelmiş durumda.
Bu yönelim, çok açıkça görülebileceği gibi, keyfi ya da subjektif bir isteğin ürettiği bir tutum değil; tıpkı diğerleri gibi PKK’de, şimdiki kaotik koşullarda ancak ve sadece böyle bir tarih-yapıcı yönelimin içine girerse ayakta kalıp yaşayabileceği için, “zorunlu” olarak böyle bir yönelimi yükleniyor.
Dolayısıyla, böylesi bir sürecin içinde yapılan hamleleri, sadece güncelliğin herkesin görebileceği yapısı ve güç dengelerinin rasyonelleri içinden bakarak anlamlandıramayız.
PKK, iyi bilinen yapısal bir tutumu olarak güncel ve somut güç dengelerini gözetiyor; ama, ayakta kalmak istiyorsa, aynı zamanda bir “geçiş döneminin” ve “doğum sancılarının” içinde de yer aldığını görerek, güncelliği aşan ve yaşamak istediği geleceğin taleplerini bugüne doğrudan/hemen-şimdi dayatan bir tutumu da benimsemek zorunda. Günün ve geleceğin rasyonellerinin ortaklaştığı bir “yaratıcı cüretle” davranmak zorundalar.
Peki, neden?
Ortadoğu’da yaşanan süreç, bazı ara sonuçlar üretiyor.
Bazı devletlerin fiilen parçalandığını ve bu parçalanmanın yarattığı sarsıntıların diğerlerini de zorlayan hatta parçalanmaya iten güçte olduğunu görüyoruz. Bölgenin neredeyse tümünde, devletler arasındaki sınırlar geçirgenleşerek sönümlenmeye zorlanıyor.
Milyonlarca insan binlerce yıldır yaşadıkları yerleşik mekanlarından geri dönüşsüz biçimde koptular ve “göçmen kafileleri” oluşturarak sürekli hareket ediyorlar. Başka sebeplerin yanı sıra sırf “göçmenlerin” her geçen gün daha da kalabalıklaşan bu muazzam yürüyüşü bile, mevcut sınırların varlığını anlamsızlaştırıyor. Bu “yürüyüş”, geçtiği her yerde istikrarsızlığı kışkırtıyor ve tarihsel sonuçlar yaratmaya gebe.
Bölgedeki gelişmelerin yarattığı ara sonuçlardan biri de, içinde IŞİD, PKK ve Hizbullah’ın da olduğu bazı örgütlerin devletler düzeyinde askeri ve politik güç kazanmaları. Bu durum, bölgede alışageldiğimiz iktidar alanlarını zorlayan yeni iktidar alanları yaratıyor.
Bölgede var olan siyasal yapı/dengeler, eskisi gibi egemen/hakim olamayarak sarsıntı ve çözülme yaşıyor. Tarihin şimdiki “karmaşa ve boşluk” momentinde önleri açılan çeşitli toplumsal ve siyasal öznelerin karşılıklı hamleleriyle sürekli yenilenen “güç dengeleri”, “çoklu” ve henüz oturmadığı için “değişken” ve “geçici” bir yapıda.
Gelecek, bu özgün, çoklu ve değişken dengelerin üstünde yaşanan somut-tarihsel yaşamın içinde, farklı öznelerin yaptığı hamlelerle “belirlenerek”, “şimdi ve burada” oluşuyor.
Anlaşmazlıkların çözümü için silah kullanımı normalleşti. Silahlı çatışmalar süreklileşti, üstelik saçılarak yayılıp derinleşiyor ve giderek daha yüksek şiddet seviyelerine doğru yükseliyor.
Ayrıca, bölgede ön planda çoğunlukla örgütler ve parçalanan yerel devletler arasında değişen kombinasyonlarda süren savaşlar; şayet bir kademe geri gidersek, aynı zamanda, özellikle Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasında yaşanan “bölgesel hegemon devlet olma” hedefli gerilimin bir uzantısı ya da görünüm biçimi olarak kendisini açık ediyor.
Orada durmaz da, bir kademe daha aşağıdaki daha güçlü bir zemine inersek, ABD-AB ve Rusya-Çin ekseni arasında yaşanan küresel hegemonya mücadelesinin kendisini en çıplak ve en şiddetli biçimde bölgede gösterdiğini görebiliriz. Yaşanan sürecin bu denli yüksek çatışma düzeyine sıçramasının önemli bir sebebi de, aslında böylesi yüksek bir gerilim ekseni tarafından güdümlenmesi değil mi?
Oluşup sürekli hareket eden bu üç ana gerilim ekseni, zamanın akışı içinde bir çözüm üretilemediği için sürdükçe, sürekli sertleşiyor, daha yaygın ve şiddetli çatışmalar yaratıyor.
Küresel ve yerel egemenler, yüksek şiddetle bölge halklarını “eğitip” terbiye ederek kendi çözümleri olan “köleliğin güncellenmesini”/”yeniden sömürgeleştirilmeyi” kabul ettirmeye çalışıyor. Buna karşı, zamanla halkçı-demokratik toplumsal ve siyasal öznelerin kontrol ettiği coğrafyaların ve güç alanlarının da oluştuğunu, kendilerini ve özgürlük arayışlarını egemenlere dayattığını/dayatacağını ön görebiliriz.
İşte, “Çoklu” ve “değişken” iktidar alanları gerçekliği tam da buradan/ bu karşılıklı irade dayatmalarından çıkıp geliyor ve öznelerin her hareketinde yeni ve özgün ivmeler ve yön kazanarak geleceğe doğru akıyor.
Bu akış, bölgenin geleceğinin temellenip şekillendiği bir tarihsel “olay” olarak tüm derinliği ve şiddetiyle kavranmalıdır.
İşte, genel bir bakış bile, PKK’nin tümüyle iç içe olduğu Ortadoğu gerçekliğinin ne denli zorlayıcı olduğunu gösteriyor. O, her hamlesini bu gerçekliğin çok yönlü ve şiddetli zorlamaları içinden ve bu zorlamaları aşarak atmak zorunda.
PKK, ancak ve sadece böylesi bir “tarihsel geçiş” sürecinin taleplerine cevap üreten yaratıcı hamleler yapabilirse ve bu hamlelerden sonuç alabilirse ayakta kalabileceğini iddia ediyor. Deyim yerindeyse, O, sadece bugünde değil, gelecekte de konumlanmak zorunda olduğunu düşünüyor.
İşte, kendi siyasal ufukları seçimler ve oradaki yüzdelerle sınırlı kimi liberaller ve hızla onların etki alanına giren “liberal sosyalistlerin” anlayamadıkları nokta; PKK açısından, mesela, Cizre-Kobani arasındaki “akış kanallarının” inşası ve yerleşmesinin de çok önemli olduğu ya da IŞİD saldırısıyla zorlanan Rojava’nın ayakta kalmasının artık, ancak Kuzey’de/Türkiye’deki güç dengesinde kazanılacak yeni kertelerle mümkün olabileceği gerçeği.
O çok önem verdikleri seçim ya da oy oranları da, PKK’ye göre, çok da karmaşık olmayan dolayımlarla bu zeminde sağlanacak kazanımlara bağlı.
Bölgeden doğru oluşan üçüncü ivme kaynağı ise, daha “pratik” sebeplere dayanıyor.
“Çözüm süreci” boyunca bölgedeki savaşla içli-dışlı olan PKK, dağılıp çözülmeden ayakta kaldıkça güçlendi ve eski olanaklarından kat be kat geniş olanakları kendi güç alanına kazandı.
PKK’nin, artık eskisine göre çok daha gelişmiş tekniğe sahip olan ve vuruş gücü yüksek silahları var ve savaşın içinde “pişen” gerillalar bu silahları rahatça kullanabiliyorlar.
Öte yandan, geniş bir coğrafyayı derinlemesine kontrolü altına alması, hem etki ve ikna gücünü arttırarak hem de üslenme ve barınma sorunlarına çözüm olarak, eskisinden çok daha fazla gerillayı saflarına katmasını sağladı. Bu yeni gerillalar uygun koşullarda eğitim alabiliyor ve öğrendiklerini sıcak savaşın içinde uygulayarak savaş güçlerini yükseltiyorlar.
İşte, PKK, ulaştığı bu yeni askeri güç ve yetenekle, henüz herhangi bir “uzlaşma” sağlayamadığı ve karşılıklı “düşmanlık” içinde olduğu Türkiye devletiyle arasındaki güç dengesini kendi lehine bozabilme imkanını kazandığını saptamış olabilir. AKP’nin “Çözüm sürecini” ciddiye almayan ve Rojava’yı boğmayı hedefleyen tutumu PKK’yi hamle yapmaya zorlamış ve artan gücü de böylesi bir hamle için ihtiyacı olan cesareti vermiş olmalıdır.
Sonuç olarak, O’nun son hamlesini sadece TC sınırları ve sırf güncelliğin “rasyonalitesi” içinden değerlendirip “irrasyonel” ya da “intiharvari” gören “sol” eleştirmenler, PKK’nin içine gömülürcesine derinden yerleştiği “bölge gerçekliğine” odaklanmalıdır.
Ayrıca, o gerçekliğin içinde çatışan güç alanlarının karşılıklı hamleleriyle hızla oluşan “geleceğin yeni olası rasyonalitesinin” “güncelliğin rasyonalitesi” ile ortaklaştığı ve “özgür iradelerin yaratıcı-kurucu hamlelerine” her zamankinden farklı bir alan açan “özgün ve geçici bir rasyonalite” daha olabileceğini düşünmelerini öneririz. Öyle anlaşılıyor ki, PKK önderliği tam da böyle bir” özgün ve geçici rasyonalite” içinde hareket ediyor.
Bölge dengelerine genel bir bakış attıktan sonra, şimdi, PKK açısından, yeni hamlesinin TC sınırları içindeki olası gerekçelerini bulmaya çalışalım.
“Çözüm süreci”, AKP, seçimler ve Kürtler
HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı %13.2 oy, önceki seçimlerde ortalama %6 civarında oya göre yüksek bir sıçramayı işaret ediyor. Evet, 90’ların başındaki yasal açılımla %1 civarında oyla başlayan ve %5-6’lara dek yükselip orada sabitlenen oy oranı bir anda bir misli artmışsa, orada sadece basit bir artma değil, özel ve sıçramalı bir artış yaşanmış demektir.
Açık ki, AKP ve CHP’den kopan kimi toplumsal güçler, HDP etrafında oluşan yeni politik güç alanını mevcut kaotik durumdan bir çıkış yolu olarak görüyor. ( Not: Yazı bittikten sonra yapılan 1 Kasım seçimlerindeki %10.8 oy oranı, üstelik darbe ve savaş koşullarına ve onca hileye rağmen gerçekleştiğine göre, 7 Haziran sonuçlarının rastlantısal olmadığını ve HDP’nin kalıcı bir “güç alanı” kazandığını saptayabiliriz.)
İşte, PKK önderliği, kendisini HDP’nin oy oranında gösteren bu yeni güç alanının ilk ivmesinin 2010’da başlayan Devrimci Halk Savaşı (DHS) ile verildiğini düşünüyor. PKK’ye göre, DHS’nin askeri başarısı ve bu başarının bir önünü açıp mümkün kıldığı “Çözüm süreci”, kendisinin motor gücü/trafosu olduğunu düşündüğü halkçı-demokratik güç alanının etkisini arttırdı.
PKK, DHS ve “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan iki farklı dönemde olup bitenler içinde etki alanını güçlendirip yayarken, AKP’nin Kürtler arasındaki etkisi zayıfladı.
Ayrıca, Gezi isyanını başaran toplumsal güçler ve onların halen de süren özgürlük arayışlarının Kürt halkıyla eski “uzaklığı” aşma çabası, aynı güçlerdeki Erdoğan’dan bir biçimde kurtulma isteğiyle ortaklaşınca, HDP’nin güç alanına ek bir güç daha katıldı ve oy oranını sıçrattı.
Gezi’nin etrafına saçtığı özgürlükçü atmosfer, ırkçı-şoven iklimi dağıtarak, hem kimi laik ve demokrat Türklerde hem de bütün Alevilerde HDP’ye yönelimin önünü açtı. Gezi’den gelen bu yeni-ek desteğin, genç kuşaktan aktığı ya da CHP’den kopmuş olduğu anlaşılıyor.
Şüphesiz ki, önceki dönemlerin on yıllara yayılan mücadelesi, oy oranını sıçramalı biçimde arttıran bu iki ana yönelimin temelini oluşturuyor. Ancak, 2010’a kadar %6 civarına ancak yükselen oy oranının 7 Haziran’da aniden bir o kadar daha yükselmesinde, o arada yaşanan DHS, “Çözüm Süreci” ve Gezi’nin belirleyici etkisi olduğu açık.
Karayılan, kendisiyle yapılan bir röportajda, aslında 2010’da başlattıkları DHS’nı bir müddet daha sürdürüp kazandıkları inisiyatifi daha da güçlendirerek “Çözüm” masasına oturmuş olsalardı daha avantajlı olabileceklerini ve bunun da “Çözüm” açısından daha sahici bazı adımların atılmasını sağlayabileceğini söylemişti. Öcalan’ın isteğinde ısrarlı olmasının kendileri açısından belirleyici olduğunu ve bu temelde karar vererek savaşı durduklarını sözlerine eklemişti.
Karayılan’ın, mücadelenin başka yönlerinin yanı sıra, çıplak askeri güç dengelerine özel önem verdiği anlaşılıyor. O noktada, DHS sayesinde kazandıkları öncesine göre avantajlı yeni konumun sonrasındaki gelişmeleri belirlediği ve o gelişmelerin daha kalıcı sonuçlar yaratabilmesinin de ancak o çıplak askeri güç dengelerinde şimdi kazanılacak yeni avantajlarla sağlanabileceği görüşünde olduğu tahmin edilebilir
DHS sonrasındaki “Çözüm sürecinin” sağladığı özel imkanlarla da, özellikle yerel yönetimlerdeki kazanımların toplumsallaşarak derinleşmesinin ve Türkiyeli demokrat ve devrimci güçlerle ittifakın sağlandığı ve Rojova’daki yeni inisiyatifin iktidarlaşmasının korunup derinleştirildiği görülüyor. Ancak, AKP’nin “Çözüm sürecine” olumsuz ve tıkayıcı yaklaşımının süreci boşluğa itmesi ve bitirmesi üzerine, güç dengelerinde geri düşmemek ve eskisinden bir üst aşamada konumlanabilmek için yeni bir DHS hamlesinin daha başlatıldığını görüyoruz.
PKK önderliğinin hareket henüz oluşurken yayınladığı bildirgelerde, Kürdistan’da var olan “sömürgeci” statünün Kürt halkı tarafından içselleştirilme düzeyinde bir derinlikle kabullenildiği ve bu kabulün ana sebebinin de TC devletinin süreklileştirerek uyguladığı yoğun silahlı şiddet olduğu saptanıyordu. Silahlı mücadelenin başlatılma gerekçesi de, ancak devlet şiddettin geriletilmesi ve yok edilmesiyle özgürleşmenin önünün açılabileceği doğrultusundaydı.
İşte, Karayılan’ın aktardığımız açıklaması rastlantı değil ve başlangıçtaki görüşlerini sürdürdüğü anlaşılıyor. Şimdi de, tıkanan ve aslında sadece AKP değil devlet tarafından da ciddiye alınmadığı anlaşılan “Çözüm Sürecinin” işlevsizleştiğinin saptandığı ve yeni bir DHS hamlesiyle güç dengelerini belirleyici bir biçimde dönüştürerek bir “ikili iktidar” konumuna sıçramanın hedeflendiği anlaşılıyor.
PKK önderliğinin, HDP’nin oylarındaki artışın ana sebeplerinden birinin, bu askeri güç dengesi üzerinde şekillendiğini düşündüğü ve o noktada yaşanacak gerilemenin bazı uğraklardan geçen dolayımlar yoluyla oy oranlarını hızla gerileteceğini saptadığı görülüyor.
Bu görüş açısından baktığımızda, o anlarda bir cevap verilmese de, “kimliği malum” güçler tarafından 7 Haziran öncesindeki seçim kampanyası sırasında bolca yapılan ve özellikle Diyarbakır mitinginde kitleyi hedefleyen askeri hamlelerin, PKK açısından kabul edilemez olduğunu tahmin edebiliriz.
PKK, seçim sonrasında da süren ve “20 Temmuz Suruç bombası” ve “10 Ekim Ankara Katliamıyla” zirveye ulaşarak süren bu eylemlerin, kendisini zayıf ve oluşturduğu toplumsal etki alanını koruyamaz göstererek, “zayıflatmayı”, “sıkıştırıp daraltmayı” ve “tasfiye etmeyi” hedeflediğini açıkladı.
İşte, başlattığı yeni DHS hamlesiyle PKK, içinde konumlandığı toplumsal ve politik alanı yıpratıp çözmeyi hedefleyen askeri hamlelere cevap vererek, kazandıklarını korumak istemiş olmalıdır. Yapılan hamlenin artık açığa çıkan özgün ve yeni yapısı ise, “koruma” yöneliminin, bir “savunma” tutumuyla yetinmediğini ve eskisinden daha yüksek bir konuma/”ikili iktidara” sıçrayarak sağlanmaya çalışıldığını gösteriyor.
Şu malum “hendekler”, aslında sadece hendek değil; bir “kopuş iradesini” ve hendeklerin arkasında inşa edilen/edilecek “başka bir siyasal düzenin” ilk işaretini simgeliyorlar.
“Artık geriye dönüş yok” dendiğine göre ve “devleti yıkmak” gibi bir amaçlarının da olmadığını bildiğimize göre; var olan devletin içinde ama farklı bir siyasal düzenin inşasına fiilen başlandığını saptayabiliriz. Hendekler, bu başlangıcın simgesi. Söz konusu olan, kendini var olana dayatan ve bunu “yasal” yollarla değil “tarihsel ve güncel meşruiyet” üzerinden temellendiren bir “kurucu irade”.
PKK’ye göre, devlet ve hendeklerin simgelediği alternatif siyasal düzen, ikisi birden var olacak ve bu durum bir “ikili iktidar” olarak yaşanacak. Süreç içinde var olan devletin demokratik bir cumhuriyete doğru dönüşmeye zorlanacağı anlaşılıyor; onun “içinde” var olan ve kendisini ona dayatan yeni düzenin, bu dönüşümün “trafosu” olacağı hesaplanıyor olmalıdır.
O zaman, şu malum “Savaşı kim başlattı? ” sorusunun, her iki tarafın propaganda amaçlı söylemlerinin ötesindeki gerçek cevabının “Her ikisi de, hem TC hem de PKK!” olduğunu söyleyebiliriz.
Tarafların her ikisi de, gerçek bir uzlaşma ya da “barış” için zorunlu olan “geri adımı” atmıyor ve bilinen konum ve hedeflerini günün koşullarında zenginleştirerek sürdürmek istiyor. Üstelik, bölgedeki kaotik güncel ortam, hem TC hem de PKK’ye bir “yaratıcı-kurucu güç” olma zorunluluğunu dayatıyor; her iki güç de kendi hegemonya alanını genişletip derinleştirmeye çalışıyor ve savaşın özel bir ivmesi de bu noktadan veriliyor.
Liberal eleştiriler
PKK’yi eleştiren ve HDP’de bile belirleyici ağırlık oluşturabilecek bir güce ulaşan liberal görüşlere göre, 7 Haziran’da kazanılan büyük başarı sürüp gidecek, daha iyi sonuç alınacak olan 1 Kasım sonrasında AKP’yi köşeye sıkıştıracak bir parlamenter pratikle, HDP’nin ağırlığı daha da artacak ve “Çözüm” için yol alınacaktı.
Bu görüşte konumlananlar, doğal olarak başlatılan yeni DHS’nı başladığı andan itibaren “anlamsız” ya da “yanlış” ve hatta “provokatif” buluyor. Bolca yapılan “Acil ve tek taraflı ateşkes!” çağrıları, bu görüşün güncel sloganı olarak şekilleniyor.
Ancak, PKK önderliğinin tam tersi görüşte olduğu, seçim öncesi ve sonrasında kendisi ve destekçileri sürekli bombalanarak ağır biçimde darbelenen ve kendisini koruyamayan HDP’nin etki alanının daralıp çözüleceğini düşündüğü ve bu eylemlerin arkasında olduğunu iddia ettiği AKP/TC’nin “Çözüm” peşinde olmadığını saptayarak davrandığı anlaşılıyor. (Not: Nitekim, 1 Kasım seçimlerindeki oy kaymasını “hendeklere” bağlayan eleştirmenlere verilen cevap, “şayet hendekler olmasaydı oy oranının dibe vuracağı ve hendeklerin simgelediği direniş sayesinde barajın geçildiği” biçiminde oldu.)
Yeni savaş döneminde “çıta”/hedefler, epey yükseğe/”ikili iktidara” konumlandırılıyor ve üstelik “geri dönüşü olmayan” bir yola girildiği ilan ediliyordu.
Öyle görülüyor ki, PKK, en son “Çözüm Süreci” deneyiminden sonra, hangi parti hükümet olursa olsun ya da devletin “totaliter ideolojisi” ister “Kemalist” ister “İslami” biçimde olsun, mevcut devlet cihazı ve onun oligarşik-totaliter yapısı kendisini aynen sürdürdükçe Kürt sorunu açısından kalıcı bir “çözüm” olamayacağını saptamış.
Bu durumda, askeri ya da politik birçok yola başvurarak, “Kürt halkının özgürce var oluşunu” teminat altına alacak bir “toplumsallaşma ve siyasallaşma seçeneği” gündeme sokuluyor.
PKK, bu seçeneğin, ayrı bir Kürt devleti biçiminde değil, Gezi’de isyan eden toplumsal güçlerle ortaklaşarak başarılacak demokratik bir devrim sonucunda inşa edilecek bir “Demokratik Cumhuriyet” olarak kendisini gerçekleştireceğini düşünüyor. İşte, o hedefe doğru yürürken yaşanması kaçınılmaz olan kuruluş süreci içinde de, özgün ve fiili/TC ile iç içe yaşanacak bir “ikili iktidar” döneminin var olacağını ön görüyor.
Şimdi şehirlerde kurulan “hendekler”, bu “ikili iktidarın” kuruluş hamlelerinden birisi ve bir başka alternatifin TC’ne yönelik bir “irade dayatması” olarak kavranmalıdır. Bu dayatma, hemen sonuç alınacak bir “anlık hamle” değil, inişli çıkışlı bir “süreç” mantığı üstüne yerleşmiş olmalıdır.
İşte, TC ya da PKK tarafından yürütülen çeşitli propaganda söylemlerini bir kenara koyar da, PKK’nin gerçek yöneliminde odaklanırsak, böyle bir manzarayla karşılaşıyoruz.
Yeni DHS, önceki “kır gerillası” ağırlıklı tarza göre farklı bir tarz izliyor ve “kır gerillasının desteğinde semtlerdeki milislerle yürütülen şehir savaşları” yoluyla, hedeflenen “ikili iktidarın” askeri- polisiye gücü ve ilk savunma hattı kurulmaya çalışılıyor. Bu açıdan bakarsak ve gerillanın hala devreye girmediğini de değerlendirirsek, aslında henüz gerçek bir DHS başlatılmadığını ve sadece o yönde adımlar atıldığını saptayabiliriz.
Öyle anlaşılıyor ki, askeri şiddet yolu kadar, politik görüşmelerle yol alma olasılığı da gözetiliyor ve henüz devletle “bütün köprüleri yıkma” tercih edilmiyor. Bu tercih, şimdiki savaş koşullarında ne kadar hükmünü yürütebilir bilinemez, ama “ikili iktidar” mantığı açısından işlevsel bir nitelik taşıyor. Sürecin bu aşamasında, bir başka iktidar alanı olarak “kendini var etme” ve “kendini kabul ettirme” taktiğinin yürütüldüğü anlaşılıyor.
“Hendeklerle” birlikte, “Halk Meclislerinin” kararlarıyla çeşitli il ve ilçelerde açıklanan “Demokratik Özerklik” kurumlaşmasıyla da, (devletin dayattığı valilik-kaymakamlık kurumları işlevsizleştirilerek) “ikili iktidar” doğrultusunda bir adım daha atılıyor. Toplumsal ve politik alan arasında burjuva demokrasisinde kurumlaştırılan “ayrılığın”, “Halk Meclisleri” temelli yeni tarzla aşılmaya çalışıldığı görülüyor.
Halkın oylarıyla seçilen, polisin ve yargının da İsviçre ya da ABD’deki işleyişe benzer biçimde kendisine bağlandığı “Yerel Meclisler”/ “Halk Meclisleri” üzerinde inşa olacak bir “Demokratik Cumhuriyet”; aynı zamanda bütün Türkiye için bir “krizden çıkış” modeli olarak ya da “egemenlerin krizine karşı, bir emekçi-halkçı seçenek” olarak sunuluyor. Sunulmakla kalınmıyor, fiilen inşa ediliyor; tıpkı Erdoğan’ın “Başkanlık” konumunu fiilen dayatması gibi.
Bu kapsamlı hamle, şimdiye dek alçalıp yükselen bir süreç içinde yürütülüyor. PKK önderliği, “artık geri dönüşün olmayacağını ve demokratik özerkliğin inşasının fiilen sürdürüleceğini, krizdeki egemenlerin çözüm gücü olamadıklarını ve kendi seçeneklerini dayatmalarının meşru olduğunu” savunuyor.
Yeni toplumsal ve politik alanın ortaklaşa ve fiilen inşasının, yayılımı, derinliği ve yerel-bölgesel ve küresel meşruiyetinin sağlanabilmesi için bir dizi politik hamle yapılırken; sürecin kendisinden destek alacağı çıplak askeri güç dengesinin de yürütülen yeni DHS hamlesiyle sağlanmaya çalışıldığını saptayabiliriz.
Ancak, açıktır ki, böylesi geniş çaplı bir yönelim, sert ve yıldırıcı gerilimleri aşarak ve aşabildiği oranda yol alacaktır. İşte, o şiddetli gerilimlerin, sürecin yürütücüsü olan ve çok bileşenli bir güç alanı olan Kürt Hareketi içinde kimi tereddütler yaratması da kaçınılmazdır.
TÜSİAD güdümlü medya yazarı liberaller tarafından yürütülen, HDP’de etki alanı yaratan ve kimi “sosyalistleri” de etki alanı içine alan liberal eleştirilerin, PKK önderliği ve HDP arasında bir çatlak yaratmaya çalıştığı ve kısmen başarılı olduğunu saptayabiliriz.
Hiçbir ayrım yapmadan Kürt halkının bütün eğilimlerine bodoslama saldıran AKP güdümlü “havuz medyasından” farklı olarak, daha hassas ve kontrollü bir eleştirel tutum benimseyen sermaye güçleri, AKP’nin “Çözüm Süreci” içinde yapamadığını “savaş koşullarında” başarmaya çalışıyor. Thatcher’in “Benim en büyük başarım, T. Blair ve yeni İşçi Partisi” dediği söylenir; işte Demirtaş ve HDP de aynı konuma/Demirtaş’ın deyimiyle “cici çocuk olmaya” zorlanıyor.
Öte yandan, sosyalist sistemin çöküşü sonrasındaki uzun iki on yıl botunca yaşanan yenilgi, çözülüş ve dağılma süreçlerinin ve Thatcherist “TİNA” hegemonyasının, kimi sosyalistlerin bilinçlerindeki “devrim” ve “iktidar olma” kavramlarını ve mümkün olan bütün gerçekleşme biçimlerini geri dönüşsüz biçimde tümüyle yok ettiğini, Yunanistan/Syriza olgusundan sonra bu kez de Türkiye koşullarında görüyoruz.
Öyle ki, her ne kadar Lenin’i eleştirdiklerini söyleseler de, PKK önderlerinin ülkede Leninist olduğunu iddia edenlere göre çok daha Leninist olduklarını söyleyebiliriz. Onlar, sanki “Nisan Tezleri” ruhunu taşıyor, hala “eski kafalılar” ve “demokratik devrim” den “ikili iktidar” dan falan bahsedecek kadar da “saflar!”.
Kim bilir, belki de uzun yıllardır dağlarda yaşadıkları için, gerçek yaşamda ne olup bittiğini bizim liberaller ve liberal-sosyalistler kadar anlayamamışlardır!
C- Sonuç ve olasılıklar
PKK’nin, eski rejimdeki Ordu hegemonyası gerileterek kurulan yeni rejimin anayasal bir statüye kavuşamaması ve AKP önderliğinin “yetmezlik” içine düşerek bolca hata yapmasından ivme alan “rejim krizini” ve sermaye güçleri tarafından “krizden henüz çıkılamamasını” görüp analiz ettiği açıktır.
Bu koşullar altında, “Çözüm Sürecinin” AKP ve devlet tarafından ciddiye alınmaması, kendisine ve etki alanındaki toplumsal ve siyasal güçlere yapılan askeri eylemlerle açığa çıktıktan sonra; PKK’nin, şimdiye dek olandan çok farklı bir savaş yürüterek TC’ni zorlamayı ve “ikili iktidar” oluşturmayı hedeflediğini saptayabiliriz.
PKK, kendisine dönük saldırılar sürerken “Çözüm Sürecinden” bahsetmenin, kendisini ve etki alanını daraltmayı, bölmeyi ve giderek tasfiye etmeyi hedefleyen gizli bir sürecin üstünü örtmeyi amaçladığını açıklıyor. Devletin masa başında adım atmayacağının bir kez daha görüldüğünü açıklayan PKK, askeri güç dengelerini değiştirerek etki alanını güçlendirmek ve devletin sınırlarının içinde ama siyasal örgütlenmesinin dışında ve ona seçenek olacak bağımsız alanlar inşa etmek istiyor.
Ayrıca, savaşta kazanılacak yeni mevzilerle, sistemden ve rejimden “kopuşma” arayışında olan Gezi odaklı toplumsal güçleri cesaretlendirmek ve olası bir ortaklaşma üzerinden “ikili iktidarı” Türkiye’nin tümüne yaymak hedefleniyor.
PKK önderlerine göre, yeni hamle başarılı olduğu oranda Öcalan’ın “pazarlık masasındaki eli” güçlenecektir.
PKK önderlerine göre, Öcalan, “Esir” statüsünün imkansızlıklarını sonuna dek zorlayarak yakaladığı ip uçları üzerinden yol alan ve bir “Apocu” olarak “imkansızı başarmaya”, “her koşulda bir adım ileri atmaya” çalışan bir tartışılmaz önder. Öcalan’ın güncel koşullarının bir savaşı başlatma ya da bitirme için uygun olmadığını, ama şayet bir “müzakere” olacaksa, kendi temsilcileri olduğunu açıklıyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki, “dışarıdaki” PKK’nin oluşturduğu imkanların toplumsallaşarak derinleşebilmesi için “meşruiyet üretme” rolünü benimseyen Öcalan, uygun gördüğü anda konuşacak ve özgün konumuna uygun bir söylemle “meşruiyet üretme” işlevini sürdürecektir.
Elbette, tarafların (TC ve PKK) hedeflerine tam olarak ulaşamadığı “melez” çözümler de olasılıklar içindedir ve aslında, gerçek yaşamda bu olasılıkların farklı biçimlerinin “geçici çözümler” olarak yaşanması yüksek ihtimaldir. “İkili iktidar” konumunun farklı denge ve biçimleri böylesi “geçici” çözümleri öne çıkaracaktır.
Devlet ve PKK mevcut yapılarıyla kendilerini sürdürdüğü her durumda ve savaşın geldiği şimdiki aşamada, özgün ve karmaşık bir “ikili iktidar” dönemine geçiş yapılmasının kaçınılmaz olduğu gözüküyor. İşte, geçici olmayan ve ayrı bir “dönem” olacak kadar zamanda varlığını sürdürebilecek bu “ikili iktidar; “çatışma” ve “uzlaşma” tutumlarının birlikte olacağı ya da birbirini takip ettiği bir özgün dönem yaşanacağı anlamına geliyor.
Şimdi başlayan savaşla, devlet ve AKP’nin hedefi ya da gerçek “çözümü”; PKK güçlerini ezip bozguna uğratarak ve mümkünse PKK önderliğini “Sri Lanka” tarzında tasfiye ederek güçlü bir konumlanma sağlamak ve o arada Kürtlerin varlığını “biçimsel” düzeyde kabullenen kimi düzenlemeler yaparak sorunu “çözmek” biçiminde şekilleniyor.
Ancak, şayet devlet ve AKP amacına ulaşamaz ve PKK savaşta inisiyatif kazanırsa, “çözüm” reformcu ya da devrimci biçimlere bürünebilir.
Çözümün sistem içi “reformist” biçimi, sermaye güçlerinin “ikna” olması ve devletin şimdiki oligarşik- totaliter yapısından “demokratik” bir yapıya dönüşmesini kendi kontrollerinde yapabilmesiyle mümkün olabilir. Bu dönüşüm, elbette, bir dizi “çarpılma” ve “kısıtlama” yaşayarak gerçekleşecektir; sermaye güçlerinden başkasını beklemek zaten “abesle iştigal” olur.
Sermayenin “ikna” olması ise, savaş sürecinde PKK’nin kazandığı inisiyatifin kapitalist sistemi/sermayenin somut-tarihsel hareketini tasfiye etme gücüne ulaşması ve o noktada sermaye güçlerinin sistemlerini koruyabilmek için devletin yapısında temelden bir “demokratik” dönüşüm yapmak zorunda kalmaları anlamına geliyor.
Ancak, bu yönde“ikna” olunsa bile, daha önemli ve zorlu olan iş, bu yönelimi “becerebilmek” olacaktır. Yolda yürünürken “trafik kazası” yaşanması ve şimdiki zamanlardan oldukça farklı yaşanacağı belli olan o zamanın koşullarında halkın inisiyatifinin öne çıkıverme ihtimali yüksek.
Öte yandan, olası bir “başarılı” sistem içi “reformcu” çözüm süreci, Kürt hareketi içinde bölünme yaratacak ve şimdi PKK’nin hegemonyasını kabullenmek zorunda kalan Kürt burjuvalarını kendi etki alanına kazanacaktır.
Çözümün “devrimci” biçimi ise, rejim krizi içinde bir çözüm yaratmayan ve Kürtlerle savaşta kaybeden devlet ve rejim güçlerinin tasfiye olduğu ve sermayenin mutlak egemenliğinin budanıp kontrole alındığı ya da tasfiye edilebildiği koşullarda inşa edilecek bir özgün “Demokratik Cumhuriyet” biçiminde olacaktır.
EK NOT:
Zahmet edip yazıyı okuyan dikkatli okuyucunun anlayabileceği gibi, yazı Ekim ayında yazıldı. Sonraki iki ayda yaşanan gelişmeler yazıdaki görüşleri doğruladı; ancak günümüze dek yaşananları da kısa notlar olarak değerlendirmeliyiz.
1- TC sınırları dışında, Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmeler PKK’nin etki alanını ve meşruiyetini arttırdı.
A- Irak’ta, politik, kültürel ve askeri alanda yeniden örgütlenen Yezidi halkı ve onun tarihsel coğrafyasındaki PKK etkisi açıkça görülüyor. Barzani bu alana müdahale etmeye çalışsa da, henüz bir sonuç alamadı. PKK, Şengal coğrafyasında kazandığı inisiyatifi korumakta kararlı görünüyor. İlerleyen zaman içinde IŞİD’e karşı yapılacak yeni askeri hamlelerde PKK’nin yeni inisiyatifler kazanması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Öte yandan, YNK ve GORAN’la “ulusal” zeminde kurulan ilişkiler olumlu yönde ilerlerken, KDP/Barzani ile yaşanan gerilim son iki ayda daha gergin bir yapı kazandı.
Barzani’nin son Ankara ziyaretinde, hem günlük basının yansıtış biçiminden hem de MİT’in aldığı yüksek inisiyatiften anlaşıldığı üzere, TC ile Barzani arasında daha yakın bir işbirliğinin sağlandığını saptayabiliriz. “Kalıcılık” kapasitesi zayıf da olsa, PKK karşısında konumlanan iki gücün ortak çıkarları doğrultusunda ilerleyen işbirliği, Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) tarafından yapılacak olası bir “bağımsızlık” ilanının TC tarafından “tanınması” ve “himaye altına alınmasının” tartışıldığını düşündürtüyor.
Böylesi bir gelişme, özgün bir sinerji yaratarak TC-Barzani’nin etki alanını arttırır ve etrafındaki burjuva güçler için güçlü bir çekim alanı olarak PKK’nin hegemonya alanında çatlak hatta bölünme yaratabilir. Türkiye’nin nispeten gelişmiş kapitalizmi ve KBY’nin petrol ve doğal gaz zenginlikleri, sermaye birikimini hızlandırıp güçlendiren bir bölgesel güç alanının oluşumunu sağlayabilir. Sürecin ilerlemesi tümüyle ABD’nin vereceği onaya bağlıdır. Bölgede halen süren ve derinleşme eğiliminde olan kaotik ortam, bu işbirliğinin ömrünü kısaltıcı zorlamalarda bulunacak, dayanıklılığını sık sık test edecektir.
PKK, kendisini zorlayacak böylesi bir gelişmenin önünü kesmek için, üzerinde çokça konuşulan “Kürt Ulusal Kongresi” konseptinin hayata geçmesi yönünde davranarak Barzani’yi “ulusal” zeminde tutmaya çalışıyor.
Şayet “Kongre” toplanamaz ve TC-Barzani ittifakı da güçlenirse; PKK, YNK ve GORAN’la birlikte ortak bir güç alanı oluşturarak Barzani’yi KBY içinde tecrit etmek isteyecektir. O durumda, gerilimin yoğunlaşarak bir silahlı çatışma düzeyine sıçrama ihtimali, TC’nin Barzani ile kuracağı ilişkinin kalıcılığı, bağlayıcılığı ve işler hale gelme düzeyi tarafından belirlenecektir.
Bu durumlarının hepsinin de kendisine hayat alanı bulduğu melez bir karmaşanın bir müddet hakim olacağını tahmin edebiliriz.
O arada, geçen iki ay içinde PKK’nin güç biriktirmeye devam ettiğini ve KBY alanında/Başur’da da güçlü bir bağımsız var oluşu örgütlediğini tahmin edebiliriz. AKP’nin IŞİD’e karşı yapılması planlanan Musul operasyonunda özel rol alabilmek için gönderdiği askeri birliği geri çekmek zorunda kalmasının, PKK’nin bölgedeki konumlanışını rahatlattığı açıktır.
B- Suriye’de, kendisini ve bağımsız hedeflerini esas alan özgün bir bağımsız duruşta ısrar etmesi, taktik esneklik göstererek manevra alanını büyütüp güç kaynaklarını zenginleştirmesi ve TC’nin peş peşe yaptığı hataların önünü açması sayesinde, PKK’nin hızla güç kazandığını görüyoruz.
Öyle ki, doğal Kürt coğrafyasının ötesine geçerek, kendi hegemonyasına aldığı ya da ortaklaştığı Arap güçleriyle birlikte Suriye’nin tümünde iddia sahibi olmaya başladı. Savaşın bir çözüme ulaşamayıp zamana yayılarak sürmesi halinde böylesi bir eğilimin güçleneceğini tahmin edebiliriz.
PKK hegemonyasındaki Kürtler ve onlarla işbirliği yapan ya da ortaklaşan Araplar, Türkmenler, Süryaniler ve diğer halklardan oluşan Suriye Demokratik Güçleri’nin (QSD) kuruluşu geçenlerde ilan edildi. Özellikle Esad karşıtı ve emperyalizmle işbirliği yapmayan Arap muhalefetinden Heysem Menna ve önderliğindeki hareketin bu işbirliğine katılmış olması oldukça önemlidir. Şayet bu ortaklaşma sürerse, Menna’nın Suriye’deki inisiyatifinin önümüzdeki aylarda hızla yükseldiğini görebiliriz.
Meşhur Cerablus-Azez hattı dışında bütün Rojova’da bir özgün toplumsallaşma/siyasallaşma alanı kalıcılık kazandı ve YPG isimli bölgeye özgü bağımsız bir askeri güçle bu özgün alanın korunması sağlanıyor. IŞİD’i bozguna uğratıp fethedilerek kazanılan bu coğrafyanın geri dönüşsüz bir dönüşümün içinde olduğunu saptayabiliriz. Bu alanda, bölgenin mevcut iktidarlarından farklı bir seçenek inşa ediliyor.
En son yapılan iki askeri hamle, Rakka’ya doğru yapılan Hol hamlesinin ve Cerablus-Azez alanında Teşrin hamlesinin başarılı olması, ek olarak da Afrin’den Azez’e yapılan hamlenin ilerliyor olması; oldukça önemli siyasal sonuçlar yaratabilir. Bu hamleler ve devamı olarak gelmesi muhtemel olanlar, Suriye Demokratik Güçleri-QSD’nin Suriye’nin yeniden kuruluşunda söz sahibi olacağını gösteriyor.
Öyle görünüyor ki, 25 Ocak da Cenevre’de toplanacak uluslararası konferansta masanın güçlü aktörlerinden biri de PKK’nin etki alanında olan “Suriye Demokratik Güçleri-QSD” olacak.
O arada, PKK ve onun “Demokratik Özerklik” önerisinin Lübnan Hizbullah’ı tarafından yakından izlendiğini görüyoruz.
Hizbullah’a yakın görüşleriyle tanınan bir Arap entelektüeli olan Enis Nakkaş’ın bu yöndeki olumlayıcı açıklamaları önemli. Keza, yaptığı kimi konuşmalardan yola çıkarak, bizzat Nasrallah’ın da Kürtlerin duruşunu takip ettiğine dair bir saptama yapabiliriz. Şayet etki alanı içinde oldukları İran tarafından bir biçimde engellenmezlerse, Hizbullah ve Irak’taki Sadr güçlerinin PKK’nin özgün duruşuyla ilişkilenmeleri ihtimal dahilinde. Böylesi bir ilişkilenme, bölgenin kaderini değiştirebilecek ölçüde etki yaratabilir.
2- TC sınırları içinde süren savaş ise, şiddet düzeyi ve alanı yavaş bir tempoyla artarak sürüyor.
Her iki tarafında şiddet düzeyini yükseltmede ellerindeki bütün imkanları kullanmadığını ve temkinli olduklarını görüyoruz. Ancak, savaşın sürüyor olması ve sonuçları, tarafları şiddet düzeyini arttırmaya ve özellikle PKK’yi de savaş coğrafyasını genişletmeye itiyor. Ordu güçleri ve tankların sokaklara girmesi ve karşılık olarak TAK’ın Batı’da eylem yapacağına dair açıklaması, savaşın seyrini bütün ülkeye yayılan bir iç savaşa doğru itiyor. Henüz sahada olmayan PKK’nin askeri gücü HPG’nin savaş alanına çıkarsa, savaş coğrafyası hızla genişleyecek ve şiddet düzeyi de yükselecektir.
A- AKP açısından, Kürtlerle yürütülen savaşın yarattığı ortamın işe yaradığını ve özellikle SP, BBP ve MHP’nin boşluğa düşerek anlamsızlaştığını, diğerlerinden sonra MHP tabanının da AKP’ye kaydığını saptamalıyız. MHP, bugün seçim yapılsa muhtemelen baraj altında ve son günlerde yapmaya çalıştığı linç girişimleriyle kendi dağılan asabiyetini yeniden oluşturmaya çalışıyor.
AKP, savaşın sağladığı olanakları da kullanarak ve bir “Bağımsız Müslüman Cumhuriyeti” ve “Bölgesel Hegemonya” hayalini yayarak, sağın bütün eğilimlerini kendi çatısı altında toplayıp tutmayı becerebiliyor ve başka bir seçeneğin oluşmasına da izin vermiyor.
Savaşın sürüp gitmesi ve yıkıcı sonuçlarının PKK’nin etki alanındaki kimi burjuva güçlerde ve küçük esnaflarda yarattığı ikirciklenme, AKP açısından oldukça önemli. Henüz zayıf olan bu eğilimin güçlenmesi, savaşın akışında AKP’nin elini güçlendirecektir. “Abluka” tarzının hedefi de böylesi bir durum yaratmak olmalıdır.
Ülkenin bir kısmı savaş içindeyken geri kalanında hakim olan devlet şiddetini “onay” ya da bu şiddetin sonuçlarına karşı “sessizlik” de, AKP’nin savaşı sürdürmesini ve şiddet düzeyini arttırmasını kolaylaştırıyor.
AKP, bu süre boyunca en büyük hatasını Rus uçağını düşürerek yaptı. Bir gövde gösterisi olarak ve sonrasındaki gelişmelerde NATO’nun destek vermeye zorunlu olduğu hesaplanarak yapıldığını tahmin edebileceğimiz bu askeri hamle, sonuçları itibariyle AKP’yi oldukça zorluyor ve gün geçtikçe daha da zorlayacağa benziyor.
PKK ile yürütülen savaşın Suriye/Rojova cephesinde uçak uçuramaz duruma düşen AKP, hatasının bedelini ödüyor. Misilleme yapmaya kararlı olduğu ve fırsat beklediği görülen Rusya’nın açık tehditleri, AKP’nin elini kolunu bağlıyor ve 25 Ocak’ta kurulacak Cenevre masasında yer bile bulamayabilir.
Söz düzeyinde ve soğuk bir dille Türkiye’yi destekleyen ABD ve NATO’nun daha ileri gitmeye şimdilik istekli olmadıkları; daha da ötesinde, Rusya ile karşı karşıya gelmemeye çalıştıkları görülüyor.
Elbette, NATO’nun henüz işin planlanma aşamasından itibaren devrede olduğu ve Rusya ile savaşı göze alan bir girişimin ilk adımlarının atılıyor olma ihtimali de düşünülmelidir. Ya da, AKP önce teşvik edilerek arkasından itildikten sonra şimdi yalnız bırakılıyor da olabilir. Her durumda, sürecin akışı, bütün bu ihtimallerin başta planlanmış olmasalar da devreye sokulabileceği provakatif bir zeminde ilerliyor.
Ancak, Cerablus-Azez hattını “kırmızı çizgi” olarak ilan eden ve aşılması halinde askeri müdahalede bulunacağını ilan eden AKP’nin, son günlerde bu “kırmızı çizgilerin” aşılmış olmasına nasıl bir tepki vereceği önem kazanıyor.
Şayet, bunca sözden sonra bir askeri tepki verilmezse, itibar kaybına uğranılacağı ve bu kaybın da dönüp ülkeye ve ülkedeki savaşa yansıyacağı açıktır.
Ama, eğer gerçekten de bir askeri müdahale yapılırsa, Rusya ve QSD’nin direnişiyle karşılaşacak olan askeri güçlerin akıbetinin ne olacağı/savaşın seyri ve NATO’nun tepkisinin nasıl olacağı önem kazanıyor. Topyekun bir Dünya savaşının dahi başlamasına sebep olabilecek böylesi bir gelişme, bölgeyi ateş topuna çevirerek, bütün yerel güçlerin ağır yıkım yaşayacağı bir kahredici dönemi başlatacaktır.
B – AKP’nin böylesi yaygın ve şiddetli bir savaşı göze alıp yürütebilmesi, 7 Haziran sonrasında oluşup sürece damgasını vuran Ordu-AKP ittifakının oluşturduğu özel güç alanı sayesinde gerçekleşebildi. HDP’nin oylarındaki olağanüstü artış ve CHP’nin içine düştüğü “siyasal mevta” halinden çıkamamasının sadece AKP’yi değil Ordu ve içinde konumlandığı güç alanını da aynı yoğunlukta rahatsız etmiş olmalı ki, hızlı bir manevra ile AKP ile “devletin temel yapısının korunması” zemininde özel bir ittifak yapma yoluna girildi.
Kürtlerle yürütülen savaşta, başlangıçta şehirlere müdahale etmek istemeyen Ordu’nun, şimdi doğrudan sokaklarda olduğu görülüyor. Polisin yetersiz kalması üzerine devreye girmek zorunda kalan Ordu’nun, savaş sürdükçe, YDGH ve HPG’yi “yenemediği” için itibar kaybına uğrayacağını hem de ama Türkiye’nin iç politik dengelerinde yeniden güç kazandığını ve kazanacağını saptamalıyız. 7 Haziran sonrasında zaten fiilen devrede olan “Darbe” sürecinin, AKP’nin yıpranmasına bağlı olarak özel bir askeri darbe biçimine bürünmesi de olasılık içindedir.
İlk aşaması 1 Kasım’da “başarı” ile biten “Darbe” sürecinin sonraki aşaması, şiddeti sürekli artan şimdiki “şehir savaşları” içinde işliyor ve önümüzdeki aylarda hangi biçimlere bürüneceği Ordu-AKP ittifakının kaderi tarafından belirlenecektir.
Dolayısıyla, her ne kadar şimdi duruma hakim olsa da, AKP açısından oldukça riskli bir “Darbe” sürecinin içindeyiz. 7 Haziran bozgunundan yürüttüğü “Darbe” süreci sayesinde kurtulan AKP, aynı sürecin ileriki aşamalarında, sadece PKK değil ama şimdiki ittifak gücü olan Ordu tarafından da zorlanacaktır.
*Yazının ilk bölümü Sendika.Org Sitesinde yayınlanmıştı. (http://sendika8.org/2015/09/neler-oluyor-i-oguzhan-kayserilioglu/)
Yazının 3. ve son bölümü, Türkiye’nin 1 Kasım sonrasındaki güncel durumu, toplumsal ve siyasal güçlerin konumlanışları ve devrimci-komünist güçlerin görevleri üstüne olacak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.