barış hareketinin üç-beş ağacı – ayşe düzkan

12 eylül askeri darbesinin etkilediği alanların başında üniversiteler gelir, malum, yök’ün denetimine giren akademi bir daha iflah olmadı. sadece araştırma ve eğitimin düzeyi düşmedi, akademik kariyerin zaten çok parlak olmayan cazibesi iyice söndü. anlatılanlara ve yazılanlara bakılırsa bugün öğretim görevlisi olmak berbat çalışma koşulları, insanın canından bezdiren hiyerarşik ilişkiler ve düşük ücret anlamına geliyor. bir dönem bazı özel üniversitelerde bulunan görece iyi koşullar da hızla yok oluyor.

özellikle büyük şehirlerden uzakta, derme çatma üniversitelerde, yandaşı olmadığı iktidar altında herhangi bir terfi imkânının son derece sınırlı olduğunu bilerek, doğru düzgün lise eğitimi de almamış gençlerden, mesleği olan birer insan çıkartmak, onlara elinden geldiğince, insanlığa, eşitliğe, özgürlüğe dair değerleri anlatmak için iğneyle kuyu kazarcasına, “çalıkuşu” ruhuyla çabalayan her akademisyen alnından öpülmeye layık; isterse, işinden, rızkından, canından korkarak ya da aklına yatmayarak barış için akademisyenler bildirisine imza atmamış olsun. bugün, bu metne imza atan isimlerle ilgili birçok üniversiteden “… hoca yalnız değildir” sesleri çıkıyorsa, bunun bir sebebi de bu emek ve onun sayesinde kurulan ilişki değil mi?

mesele üç-beş ağaç

gezi ile başlayan kalkışma sırasında dilimize yerleşen “üç-beş ağaç” terimi ne çok şeyi anlatıyor. işte bu bildiri de, muhtemel ki imza atanların hepsinin bile tam olarak içine sinmeyen içeriğinden bağımsız olarak, barış hareketinin “üç-beş ağacı” oldu. bir yandan bize, en azından maddeci olanlarımıza, aslında gayet iyi bildiğimiz bir şeyi; maddi gerçekliğin, somut eylemin, söylemden bağımsız ve daha önemli olduğu gerçeğini hatırlattı, diğer yandan da, barıştan yana olanlara kendilerini ifade edebilecekleri bir araç sundu. (aynı zamanda, son yıllarda epeyce yıpranmış ve işlevsizleşmiş bir araç haline gelen “imza kampanyası”na itibar kazandırdı.)

ama bu kıymetli çabayı “imza kampanyası”ndan bile daha tartışmalı bir kavram haline gelen “aydınlar”ın içine tıkıştırmamakta yarar var bence.

çünkü “aydın” hiç de masum bir kategori değil.

“entelektüel”in türkçede “aydın” olarak zuhur etmesindeki aydınlanmacı etkileri görmemek için kör olmak gerek. bu topraklarda “aydın”a demin de andığım “çalıkuşu”ndan ziyade “yaban”a yakın, seçkin, ülkesinin gerçeğine yabancı bir ruh atfedildi, maalesef sol içinde de bu ruhtan rahatsızlık duymayanlar oldu. (çalıkuşu’nun kadın, yaban’ın erkek olması da bence üzerinde durulmaya değer bir konu ama bu bambaşka bir yazının hatta araştırmanın konusu) bugünlerde çok atıfta bulunulan 1980’in aydınlar dilekçesi, “biz bu ülkenin seçkin aydınları…” diye başlıyordu ve bu yanıyla kabul edilmez bir metindi.

ben, entelektüelle ilgili, sartre’ın mealen “üstüne vazife olmayan işlerle uğraşan” (fransızcası; l’intellectuel est quelqu’un qui se mêle de ce qui ne le regarde pas”) tanımını benimserim. yani ekmeğini kazanmak için ya da başka bir sebeple intelektle bağlantılı bir iş yapmak kişiyi entelektüel kılmaz. entelektüel, herhangi bir konuyla, “üstüne vazife olmadığı” hatta “vazifesi” olmadığı halde ilgilenen, müdahale eden kişidir. bu sadece siyasal müdahale ve sorumluluk anlamını taşımıyor. fars dili ve edebiyatı bölümünde hoca olup iran çağdaş şiirinden haberdar olmak değil avukat olup aynı konuya vâkıf olmak insanı entelektüel yapar.  o yüzden fizikçilerin falan sosyal durumlardan anlamamasına şaşırmamak gerek. entelektüele, tornacının edebiyat ve gazete okumaya, muhasebecinin müzik dinlemeye, tütün işçisinin siyaset tartışmaya zaman ayırabildiği, temel eğitimin insanı, kapitalizme hizmet edecek bir makine olmanın ötesinde de bilgilendirdiği 20. yüzyılda daha sık rastlanırdı.

işçisin sen işçi kal

tam da bu yüzden, bu imza metninin ardından gelen metinlerin de meslek temelinde olması çok güzel çünkü kitap okuyalım okumayalım, ekmeğimizi ister bilgi ister taş taşımaktan kazanalım, her birimizin ülkemizin bugünü ve geleceğiyle ilgili söz söyleme hakkı ve mecburiyeti var. umarım bu imza metinleri farklı meslek gruplarına da yayılır.

öte yandan, uzun bir süredir türkiye’de solun “aydın”la “tanınmış insan”ın maalesef eşanlamlı olarak kullandığına şahit oluyoruz.

devrimci siyaset sürekli olarak devrimin gerekliliğine vurgu yapmak değil, bugünün güncel talep ve eylemini de, geleceğin devrimiyle uyum içinde tasarlamak anlamına gelir. bizler, umuyorum ki, nüfusun çoğunun kendi bilinciyle karar vermesi ve müdahale etmesiyle oluşacak bir toplumsal dönüşümden söz ediyoruz ve hedefimiz sadece birlikte “yıkmak” değil, en az bunun kadar önemlisi, birlikte kurmak. dolayısıyla, “kanaat önderi” fikri bizim düşünme ve eyleme sistematiğimize zaten ters düşmesi gereken bir olgu. hadi diyelim kimilerimiz bilgi ve bakış açısına güvendiği bir sosyal bilimciyle örneğin seçimlerde aynı oyu vermeyi düşündü. fakat aynı ilişkinin bir dizi oyuncusuyla, bir sporcuyla, bir şarkıcıyla kurulması bizim teşvik edeceğimiz bir şey nasıl olabiliyor?

o yüzden akademisyenler de, bırakalım ülkelerinin geleceği için söz söyleyen araştırma ve eğitim emekçileri olarak kalsın, “tanınmış insanlar” olmasınlar.

herkes kendi egemenini anlatsa

entelektüelin kendi işi dışında bir konuyla ilgilenen insan olmasına iyi bir örnek son zamanlarda adını çok sık duyduğumuz chomsky. onu entelektüel yapan dilbilim üzerine akademik kariyeri değil, başta ülkesi abd’ye ve bir yahudi olarak israil’e yönelttiği siyasal eleştiri. fakat konu bu kadar basit mi?

önceki yazdı sanırım, türkiye’de kitabı yayınlanmış bir yazarın istanbul’daki konferansına katıldım. yazar konuşmasına, şortla geldiği için özür dileyerek başladı ve durumun kapitalizme olan bağlantısını açıkladı: çok fazla araba vardı, bunlar trafiğin tıkanmasına sebep olmuştu, o da otele gidip üstüne değiştirmeye vakit bulamamış ve karşımıza şortla çıkmıştı, gerçekten başarılı bir tespit. yazar türkiye’ye daha önce sadece turistik bir ziyaret yapmıştı, türkçe ve tabii kürtçe bilmiyordu. konuşmasının odağında gezi direnişi vardı, ardından kürt ulusal hareketiyle ilgili soruları cevapladı. bir an için düşünün, gayet iyi ingilizce bilen türkiyeli bir yazarın, diyelim haluk gerger’in, londra’da kitabının yayımlanması sebebiyle, -tamamını izlemiş bile olsa- occupy london üzerine konferans verme ihtimali var mı? şortuyla trafik arasında haklı bir bağ kuran yazarın, kendisinin emperyalist bir ülke vatandaşı olmasıyla, bizim başımızdan geçmiş ve hakkında pek fikri olmayan bir süreci bize anlatması arasında, o gün kurmadığı bir bağ var.

bu sadece benim fikrim değil. türkiye’ye defalarca gelen chomsky ile bu ziyaretlerinden birinde gazeteci olarak görüşmüştüm, o da kendisine sürekli olarak türkiye’yle ilgili sorular sorulmasından yakınıyordu. ona bu konuyu soranlar arasında kendini sömürgeciliğe karşı konumlandıranlar çoktur. bir türk solcusu kürt meselesiyle ilgili atıp tuttuğunda haklı bir tepki gösterip emperyalist bir ülkenin entelektüelini emperyalist hegemonya altındaki türkiye ile ilgili konuşmaya teşvik etmeleri bence başlı başına bir sorun. bu sorunu eteğinden yakalayıp bizi yere düşürmeye hazır bir ideolojik hegemonyayla karşı karşıya olmamız bir yana, gözümüzü avrupa ve abd’ye diktiğimiz, bu evrensel hegemonyaya itiraz etmediğimiz için fikir ve bilgilerinden mahrum kaldığımız asyalı, afrikalı entelektüel, yazar ve devrimcilerden kim bilir neler öğrenebiliriz.

öncü derken?

ama barış hareketinin üç-beş ağacının düşündürdüğü bir başka şey daha var. barış konusunda ilk refleksi kadın barış hareketi verdi, verebildi. sol yapılarsa, sosyal medyada, afişlerde, bildirilerde barışa ses vermemizi tavsiye etti, ediyor. bu şiirsel ifade sadece hepimizin, her ortalama solcunun aklından geçeni dillendiriyor ama bize bir kanal açmıyor. hocaların hareketi -barışa yürüyorum’un ardından- hepimize bir yol gösterdi, ihtiyaç duyduğumuz kanalı açtı. bunun etkili bir yol olduğu, kısa zamanda yaygınlaşmasından, ses getirmesinden ve gelen tepkilerin sertliğinden de anlaşılıyor. peki, bütün bu süreçten sol yapıların çıkartacağı bir ders de yok mu? son yılların ikinci önemli hareketlenmesinde de “hareket” bu yapıların dışından gelirken, öncülük iddiaları ve herhangi bir solcunun kolayca kaleme alabileceği metinleri yazıp yaygınlaştırma ihtiyacı sorgulanmayı hak etmiyor mu?

bağlantılı ama biraz farklı bir başka mesele daha var. türkiye solu uzun zamandır siyasal etkisini hegemonya kurma yöntemleriyle sağlıyor ve hayatın aksi yönde dayatmasına rağmen bununla hesaplaşmadı. hegemonya kurmaya dayanan yöntemler, sadece belli mahallelerde siyasal faaliyetin belli gruplar tarafından belirlenmesi şeklinde tezahür etmiyor. son yıllarda bunlara örneğin alay ve küçümseme de dahil oldu. akp’nin siyasal kadrolarının yetersizliğini vurgulamak tabii ki anlamlı. ama akp’ye oy verenlerin cahil ve aptal olduğunu ima eden her şey halk karşıtlığı çünkü o cehaletin ve rızanın nasıl üretildiğini göz ardı ediyor. 1990’lara kadar solun elinde olan -ve islamcıların hâlâ şikayetçi olduğu- ideolojik hegemonya, itiraz edilemeyecek argümanlar ve haklı bir hatla kurulmuştu, burnu büyüklükle değil (1. tip’in meclis’teki bütün tartışmaların odağında olduğunu, inönü’nün her konuda mehmet ali aybar’ın görüşünü merak ettiğini [“bir de koçero’ya sorun, ne diyor?” dermiş,] hatırlayalım). o yüzden, şiirli, hazırcevap cümlelerden ziyade ikna edici cevaplar üretmeye ihtiyacımız var.

her şey bizim olsun

ama konunun bir başka yüzü daha var. bundan birkaç yıl önce bir 8 mart gece yürüyüşü’nün sonlarına doğru, aralarında erkeklerin de olduğu bir grubun kortejin önüne geçmesiyle başlayan tartışmayı hatırlayanlar olacaktır. çok uzun yıllardır düzenlenen ve bayan yanı gibi, anaakım içinde sayılabilecek mecralarda bile çağrısı yapılan feminist gece yürüyüşleri, katılımın boyutu, kadınlara yasak sayılan bir zaman dilimini hedeflemesi vb. sebeplerle istanbul’da düzenlenen ve gelenekselleşmiş en başarılı muhalif eylemlerden biri. aralarına erkek almak istemeyen kadınların düzenlediği bir gösteriye erkekler olarak ve erkeklerle gelmeye -bunun meşruiyetiyle ilgili açıkça demagojiye dayanan gerekçelendirmelere- dair feminizm bağlamındaki tartışmaları bir an için kenara koyalım. bu olay bir hegemonya kurma yönteminin adeta fiziki bir temsili gibi: başarılı bir işin önüne geçmek. bu, örnekteki gibi fiziksel olmadığında da, “damgasını vurmak”, “belirlemek” gibi terimlerle ifade edilen bir el koyma süreci anlamına gelebiliyor. ama el koymanın farklı biçimleri var; örneğin hegemonya kuracak araçlardan yoksun olanların örgütlemiş olduğu başarılı bir eylemin benzerini örgütlemek. böylece tekilliğinden kaynaklanan özgünlüğünü, özelliğini, cazibesini mundar etmek.

böyle durumlarda ve uyarılarda hemen karşımıza dikilen, “isteyen istediğini yapabilir, size mi soracağız,” “özgürlükçülüğü” var. herkes istediği çağrıyı yapabilir tabii ama kimseye sormadan yaptığınız çağrıya uyulmazsa sitem hakkınız da olmaz. ve uyulmayan çağrılar bazen çağrıcıyı yalancı çoban durumuna da düşürebiliyor. bizimse ihtiyacımız ne yalancılar ne çobanlar, birlikte yürüyebileceğimiz yol arkadaşları.


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur