Karşımızda kendi gayri meşruluğunun farkında, her krizde yeni bir fırsat arayan çürümüş bir Saray ve onu ayakta tutmaya çalışan sefiller güruhu var. Bunları yıkma mücadelesi ideolojimizin, devrimci hedefimizin bir gereği olduğu kadar vicdanımızın da bir yükümlülüğü
1 Kasım’da ülke uçurumun eşiğinden dönmüştü ve 2 Kasım’dan itibaren de ülkeye huzur ve istikrar gelecekti. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bu iddia ile oy istediler ve oy toplamak için yaptıkları katliamların (Diyarbakır, Suruç, Ankara), üçkağıtların, yolsuzlukların da huzur ve istikrar için gözardı edilmesini sağlamaya çalıştılar. Pekiyi ne oldu? Ülkeye huzur ve istikrar geldi mi? Çok değil, sadece bir ay geçti seçimin üzerinden ve bu bir ayda değil AKP tarihinin, ülke tarihinin ilkleri yaşanmaya devam ediyor. 1974 Kıbrıs savaşından sonra uluslararası en büyük askeri/siyasi kriz Rusya ile çıkarıldı, en büyük barolardan birinin, Diyarbakır Barosu’nun başkanı öldürüldü, ülkenin en eski ve siyasal etkisi bakımından en köklü gazetesinin genel yayın yönetmeni casusluk iddiası ile cezaevine tıkıldı. AKP “normalleşiyor” mu ki halk “normalleşsin”?
Bilinmeli ki artık Tayyip Erdoğan’ın “normal”i budur. İstediği kadar 1 Kasım seçim sonuçlarının kendilerine meşruluk yarattığını iddia etsin ve icraatlarını bu “meşruluğa” dayandırmaya çalışsın, bunun yetmediğinin/yetmeyeceğinin çok iyi farkındadır. İktidarını sürdürmek için Kürt halkıyla savaşı sürdürmeye, uluslararası arenada kriz odağı olmaya, iktidarını zayıflatmaya çalışan her türlü girişime saldırmaya ve Alevilere, kadınlara, gençlere, emekçilere, sosyalistlere düşman muamelesi yapmaya “mecbur”dur.
Tahir Elçi’yi öldüren silahın kabzası AKP’nin elindedir, Kürt halkına doğrultulmuş on binlercesinin olduğu gibi. Tahir Elçi, sayfiye kasabasında katledilmiş değil, AKP’nin Kürt halkına yönelik bir kirli savaşın içinde katledildi. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi suçu işleyen ama suçu başkasının üzerine yıkmaya çalışan faillerdir. Haziran seçim sonuçlarını yok sayıp, tekrar seçim tezgahıyla Kürt halkından çaldığı 21 milletvekiline rağmen kendisini meşru kabul ettirememiş, bölgede iktidar olamamıştır. Artık bölgede iktidar olabilmek için tercih ettiği tek yol askeri yöntem ve araçlardır. Bununla sonuç alınamayacağı her gün, başka bir ilçede, farklı bir barikatta bir kez daha kanıtlanmaktadır. Her bir kent artık bir Belfast, bir Gazze’dir. Erdoğan’ın da Thatcher’dan, Şaron’dan bir farkı yoktur. Daha açık anlaşılamaz, Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümü için iradesi, demokratik bir modeli ve muhatabiyeti yoktur. Kürt halkı için de AKP bir çözüm mercii, uzlaşılacak bir muhatap değil, boğazına kadar kanla dolmuş bir çukurdur.
Ortadoğu’daki gelişmeler AKP’nin tüm bölgede güç ve nüfus kaybetmesine yol açarken Kürt siyasi hareketi karşısında da her geçen gün elini zayıflatmaktadır. Hatırlanmalıdır ki bu noktaya gelişin başlangıcı Rojava ve Rojava merkezli siyasi tercihlerdir. Rojava direnişi, Kürt halkının bölgedeki direnişinde bir sıçrama yaratmış ve bu sayede bölge siyasetinde en güçlü yerel aktör haline gelmelerine neden olmuştur. Ülkeye yansıması ise sadece moral etki ile sınırlı kalmamış, yaratılan birikim başarılı bir deneyim olarak bugünkü barikatların “arkasına taşınmıştır”. AKP iktidarının ise Rojava’da Kürtleri karşısına alan ve kaderini “cihatçı çetelerle Esad’ı devirmeye” bağlayan siyasi tercihi ile bugün geldiği yer ortadadır. Bağlanan sadece siyasi kader değildir, aynı zamanda para musluklarıdır. AKP’nin bu politikası bir tercihten öte AKP’nin bir zorunluluğudur. Sünni gericilikten beslenen, maddi çıkar ilişkilerinin belirleyici olduğu bir iktidar yumağının farklı bir yönelime girmesi zaten beklenemez.
Erdoğan AKP’sinin Ortadoğu politikası emperyalistler için bile sadece siyasi dışlanma değil, aynı zamanda siyasi çatışma nedeni. Çünkü gelinen noktada uzlaşmaz karşıtlıklar içeriyor, özellikle artık Suriye’ye iyice yerleşmiş olan Rusya için. Rusya başta olmak üzere nerdeyse bütün emperyalist güçler Esad’lı bir rejimin devamından yana tercih belirtti. Katar ve AKP dışında bütün ülkeler IŞİD karşısında tutum almaya girişti. Silah tüccarları ve petrol bezirganları dışında bütün sermaye Suriye toprakları üzerindeki planlarını geleceğe erteledi. Ve Suriyeli mülteciler, AKP hükümeti dışında (AKP, mültecilerin canını pazarlık masasına sürdüğü gibi, insanlık dışı koşullarda süren yaşamlarının var olan maliyetini de Türkiye emekçi halklarının sırtına yıkmıştır) bütün Avrupalı hükümetlerin maddi derdi haline gelmiş durumda. Tüm bu gelişmeler Erdoğan AKP’sini oyunun tamamen dışına ittiği gibi girdiği kirli ilişkileri deşifre etme tehlikesi taşımakta ve daha da önemlisi cihatçılarla petrol ticareti yaparak, savaş suçu işleyerek kurduğu para tezgahını bitirme sonucu doğurmaktadır.
Evsahibinin hatrını kırmazlar diye umarak G20 toplantılarının sonucunu bekleyen Erdoğan, hüsranla karşılaşınca artık Suriye’ye girişin bütün yollarının kapandığını anlamış olmalı ki Rusya’ya “sert yapmayı” son bir hamle olarak devreye soktu. Kuşkusuz güvendiği yerler NATO, ABD ve belki de özellikle (Ukrayna’da Rusya’yla baş edemeyen) Almanya idi. Seçim öncesi desteği Obama’dan bile bulamamış ama Merkel’den bulmuştu. Erdoğan’ın bu büyük riskli hamlesi şimdilik (en azından Suriye konusunda) umduğu sonuca yol açmış gözükmüyor, hatta tam tersine ABD ile eşdeğer pozisyonda görünmeye çalışan Rusya’nın karizmasının çizilmesi, vereceği olası cevaplar bakımından AKP saflarında bile tedirginlik ötesi bir kaygıya yol açmış durumda. AKP iktidarı tarafından bu durum bir “kahramanlık destanı”na dönüştürülmediği gibi araya aracılar (Obama gibi) konularak telafi yolları aranmaktadır. Ancak sonuç açık, Rusya’nın Suriye politikası işlediği sürece AKP’ye Suriye kapısı artık tamamen kapatılmış olacak ve AKP, Suriye konusunu siyasi ve maddi bir kazanç haline getirmenin yollarını başka mecralarda aramak zorunda bırakılacak.
Suriye krizinden fırsat çıkarmaya çalışan AKP, bu fırsatı Avrupa’da buldu. Mülteci sorunuyla baş edemeyeceğini anlayan Avrupa Birliği ülkeleri bu sorunu, AKP’ye rüşvet vererek topraklarından uzaklaştırma formülünü geliştirmiş durumdalar. Mültecileri Avrupa’ya sokmamak, girmiş olanları da geri almak karşılığında AKP’nin ağzına çalınan bal; 3 milyar avro ve AB görüşmelerinin tekrar başlaması. 3 milyar avronun AB için hiç de önemli bir meblağ olmadığı ortada. AB ile görüşmelerin tekrar başlaması ise her iki taraf açısından da artık trajediyi aşmış komediye dönüşmüş bir oyun sadece. Uzun süredir zaten dondurulmuş olan görüşmelerin tarihi hatırlanacağı gibi 2006’ya uzanıyor. Bu tarihte başlayan AB katılım müzakereleri sürecinde, bugüne kadar 33 fasıldan 14’ü açılırken sadece 1 fasıl kapatılabilmişti. Bu hızla bu sürecin daha epey bir yolu olduğu aşikar (9 yılda 1 fasıl kapatılabiliyorsa kalan 32 fasıl için 9×32=288 yıl).
AKP’nin bu dönem arkasında en sağlam durduğu icraatı ise Can Dündar ve Erdem Gül’ü cezaevine tıkmak oldu. Ve arkasından iki general ve bir albayın tutuklanması ile de Cemaat’e ve özellikle Cemaat mensuplarına ne kadar haşin bir düşman olduğunu gösterdi. Kuşkusuz tüm bunlar, kendisine tehdit gördüğü güçleri bertaraf etme amacının yanında asıl olarak gelecekteki tehlikeleri önlemek için bir gözdağı niteliğindedir. Çünkü bu ülkede yaşayan herkes gibi Erdoğan da bilmektedir ki 1 Kasım sonuçları iktidarda kalmak için yeterli değildir. İktidarda kalmak için diğer yüzde 50’nin bastırılması, sindirilmesi ve parçalanması(1) gerekmektedir.
Karşımızdaki AKP katliamlar (özellikle Ankara Katliamı), yolsuzluklar ve hırsızlıklarla sağladığı 1 Kasım sonuçlarına dayanarak iktidara yerleşmiş suç örgütüdür. Oluşturdukları Bakanlar Kurulu bile kendi partilerinin temsiliyetini değil, Saray tarafından devşirilen ve Saray’ın maddi çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere yerleştirilmiş Tayyip Erdoğan temsiliyetidir.(2) 13 yıllık iktidar kendi kadrolarını değil, Tayyip Erdoğan’ın “iş ortaklarını” iktidarda tutmaktadır.
Bu iktidarın meşru kabule ihtiyacı olduğunu en iyi bilen Davutoğlu olsa gerek. O yüzden her fırsatta Ankara Katliamı’nın sorumluluğunu üzerinden atmak için debelenmektedir. Neredeyse her grup konuşmasında kah Paris Katliamı’nı kullanarak kah kendilerini mağdur göstererek Ankara Katliamı’nı kendilerinin yapmadığını iknaya çalışmaktadır. Tahir Elçi’nin katledilmesinden çıkardığı sonuç bile kendisini aklama çabasıdır:“Her olayda Ankara Garı’nda DEAŞ terör yapar, döner devlete ‘katil’ demeye kalkarsanız, Sayın Tahir Elçi hayatını kaybeder,… bu hem ülkeye barış getirmez hem de siyasal anlamda bedeli olan bir tutumdur”.
Sonuç; karşımızda kendi gayri meşruluğunun farkında olan, güçsüzlüğünü kriz yaratarak örtmeye çalışan, her krizde yeni bir fırsat arayan çürümüş, yozlaşmış bir Saray ve onu ayakta tutmaya çalışan sefiller güruhu var. Bunları yıkma mücadelesi ideolojimizin, koyduğumuz devrimci hedefin bir gereği olduğu kadar vicdanımızın da bir yükümlülüğü.
Bugün AKP’ye karşı mücadele etmek, küçük/büyük her türlü icraatını engellemek, bu halk düşmanı çürümüş iktidarı yıkmanın bir parçası, iktidar mücadelesinin kendisidir.
Bu memleket bizim, okulumuzu, sokağımızı, mahallemizi, memleketimizi, meydanı savaş suçlularına, katillere ve zorbalara bırakmayacağız.
Dipnot:
(1) Bu yüzde 50’nin içindeki sağı çözmek için adımlar da atılıyor. MHP’nin seçim hezimeti AKP’ye yetmemiş, MHP’yi zayıflatmak hatta bölebilmek için özel kumpaslar kurmaya girişmiş durumdalar.
(2) 26 bakan içerisinde sadece 3 kişi AKP kurucusudur, AKP teşkilatında çalışanların sayısı ise bunlarla birlikte 6’dır. Türkeş, Soylu, Kurtulmuş gibi devşirmeler, Berat gibi içgüveyi, Çavuşoğlu, Bozkır, Elvan gibi yalakalar ve Akdoğan, Ala, Bozdağ gibi cürümler mevcut.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.