Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye ve Irak stratejisi nedir? Daha genel olarak Ortadoğu stratejisi nedir? Eğer varsa bu strateji üzerinde bir bütün olarak ortaklık sağladığı ittifakları kimlerdir? Bölgedeki ABD, Rusya, İran, Esad gibi önemli, birer gemiyle de olsa Doğu Akdeniz’de konuşlanan Danimarka, Belçika gibi önemsiz tüm güçlerin bölgeye dair bir stratejisinden yani nihai olarak ulaşmaya çalıştıkları bir […]
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Suriye ve Irak stratejisi nedir? Daha genel olarak Ortadoğu stratejisi nedir? Eğer varsa bu strateji üzerinde bir bütün olarak ortaklık sağladığı ittifakları kimlerdir?
Bölgedeki ABD, Rusya, İran, Esad gibi önemli, birer gemiyle de olsa Doğu Akdeniz’de konuşlanan Danimarka, Belçika gibi önemsiz tüm güçlerin bölgeye dair bir stratejisinden yani nihai olarak ulaşmaya çalıştıkları bir pozisyondan çok net bir biçimde söz edebilmek mümkün. Ancak Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin adım adım planlanmış bir yol haritasının, her terslikte devreye sokulabilen B, C, D planlarının olduğu ileri sürülebilir mi? Örneğin Rus uçağının düşürülmesi hangi stratejinin adımıdır ve bunun ikinci ve üçüncü adımları ne olmuştur? Ya da eski Musul Valisi’nden alınan izinle Başika bölgesine yerleştirilen 50-60 eğitmen, hangi stratejinin bir parçası olarak yüzlerce asker ve onlarca tank ve ağır silahlarla tahkim edilmek istenmektedir? Bunlar birer ileri hamle ise neden devamı getirilmemiş ve hızla iki hamleden de ricat edilmektedir? Bu da başka bir taktik midir?
Emri kendilerinin verdiğini söyleyen Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, Suriye’nin hava ve kara sahasında devam niteliğinde bir ikinci hamle yapmadığı gibi ABD ve NATO dahil olmak üzere hiçbir uluslararası güçten de “mutlak destek” alamadı. Buradan rahatlıkla, birinci hamle yapılırken ikincisinin planlanmadığı/örgütlenmediği sonucu çıkarılabilir. Ayrıca Rusya’nın tepkisi karşısında da bir önlemlerinin olmadığı ve hatta bir panik yaşadıkları da rahatlıkla görülebilir. Bunun için Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin son 15 günlük yurtdışı temaslarına bakmak yeterli. (1)
Diğer konu yani Irak Başika’da, çaktırmadan bir askeri üs inşa etmeye çalışmak. Hem uluslararası hem de yerel güçler karşısında hazırlık yapmadan, hiçbir meşruiyet biçimi kazandıramadıkları bir atakla Musul’un yanı başına yerleşme planı yaptılar ancak daha bir hafta geçmeden bu hamleden de geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu hamlenin stratejisi de belirsiz. İleride gerçekleşecek olası bir Musul’u IŞİD’ten geri alma operasyonunda önceden pozisyon almayı hesap etmiş olabilirlermiş. Daha akla zarar bir iddia ise IŞİD’in bölgeden temizlenmesinden sonra ortaya çıkacak boşluğu, IŞİD’ten daha ılımlı bir Sünni güç yaratarak doldurma planının bir adımı olması. Bunu da 300-500 hadi bilemedik 3000-5000 kişilik bir askeri güç ile yapmayı düşünmek de başka tür bir hayalperestlik!
Pekiyi Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, Ortadoğu’da “her konuda anlaştığı” müttefiki kim? Rusya ile savaşın eşiğinde, ABD ile bir uyumlu bir uyumsuz, İran’ın başka planları var. Bu soruya zorlanarak da olsa verilecek tek yanıt Katar’dan başkası değil. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi Katar prensleriyle hangi amaçta ortaklaşabilirler? Bu sorunun da bir yanıtı var; Şii karşıtlığı ya da bir başka ifade ile Sünni mezhebinin bölgede siyasi bir güç oluşmasında belirleyici olması.
Sonuç olarak görülmektedir ki Erdoğan-Davutoğlu ikilisi (elbette asıl olarak Tayyip Erdoğan) bölgede bir mezhep savaşını kışkırtmakta, bu savaşın bir tarafı olmaya çalışmaktadır. Ancak bunu yaparken bile ellerinde ne bir plan ne tahkim edilmiş araçlar ne de yerel/bölgesel güçler vardır. Bu zekadan yoksun taktikleri uygulamak bir yana bir mezhep savaşının tarafı olma amacının bile ülkemiz ve bölge halkları için yaratacağı sonuç bellidir; daha fazla göç, daha fazla yoksulluk ve daha fazla katliam. Tayyip Erdoğan kaldığı sürece karanlık taraf güçlenecektir.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Kürt halkı için de planladığı gelecek farklı değil. Her sokağına girilmiş, her mevzisi zapt edilmiş, her bireyi sindirilmiş kısaca tamamen teslim alınmış bir halk hayal ediyorlar. Artık bir kez daha kanıtlandı ki 1 Kasım’da kastettikleri huzur ve istikrar ülkemiz halkları için değil, sadece kendi iktidarlarını huzurlu ve istikrarlı kılmak içindi. Son bir ay içerisinde 52 kez sokağa çıkma yasağı konuldu (2), on binlerce insan göç etmek zorunda bırakıldı, çocuklar katledildi. Neden? Kürt siyasi hareketi şimdiye kadar elde ettiği tüm kazanımlardan vazgeçmediği ve ileriye dair tüm taleplerini terk etmediği için, yani koşulsuz şartsız teslim olmadığı için!
Kürt siyasi hareketinin yaklaşık iki aydır sürdürdüğü özsavunma çizgisi, uzun yıllardır süren direnişte yeni bir düzlem oluşturmuş durumda. Silahlı mücadele artık sadece gerilla etkinliğiyle değil, doğrudan yerel güçlerle sürdürülür durumda. Bu durumun yarattığı en doğrudan sonuç ise Kürt halkının “aktif taraf” haline gelmesinin zorlanması. Kuşkusuz böylesi bir ikilem karşısında halkın bir bölümünün taraf haline gelmeyi seçmeyeceği ve alanı terk etmeyi isteyeceği de öngörülmek zorunda. Devletin de zorlamasının bu yönde olacağını kestirmek zor değil. Yerleşim alanlarında elektriklerin, suyun kesilmesi hatta öğretmenlerin Ankara’ya çağrılarak okulların boşaltılması halkın iradi olarak göç ettirilmesi amacının parçaları. Ancak gelinen noktada özsavunma eylemlerinin yani devletin kolluk güçlerini mahallelere hatta ilçelere sokmama eylemleri gittikçe genişlerken, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin verdiği yanıt askeri gücün artırılması ve yaygınlaştırılması oldu. Doktorları hastanelere hapseden Sağlık Bakanı ise müjde verircesine “bu sürecin iki, üç yıl daha süreceğini” ifade etti.
Gelinen noktada Tayyip Erdoğan, Kürt siyasi hareketi karşısında tam bir sıkışmışlık yaşamaktadır. Verebileceği hiçbir şey kalmamıştır, bundan sonrasında ancak iktidarının bir kısmından vazgeçme ve Kürt siyasi hareketi ile bir siyasi güç olarak muhatap olma zorunluluğudur ki bu noktaya gelmemek için her şeyi yapacaktır. Üstelik gerek Suriye’de gerekse de Irak’taki gelişmeler her geçen gün Kürt siyasi hareketinin elini güçlendirmektedir. Artık Kürt sorunu ülke içinde değerlendirilebilecek ve “çözüm” aranacak bir sorun olmaktan tamamen çıkmış durumdadır, bölgedeki gelişmelere doğrudan bağlı hale gelmiştir.
Siyasal etkinliğin bu düzeye sıçraması yani doğrudan silahlı mücadelenin kent merkezlerinde sürdürülür olması ve bölge ülkelerindeki farklı aktörlerin pozisyonuyla doğrudan etkileşim içinde olması yasal siyasi temsiliyetin yani HDP’nin siyasi pozisyonunu neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Bu duruma bir başka düzeyden, CHP’nin ve MHP’nin öznel durumları (3) eklenince ortaya çıkan durum, yasal (açık) düzlemde hiçbir muhalefetin olmadığı, hatta AKP’nin bile olmadığı, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin at koşturduğu bir siyasal düzlemin yaratılmış olmasıdır. Muhalefeti olmayan bir burjuva siyasal sistemde bulunuyoruz, Tayyip Erdoğan bundan başka daha ne isteyebilir ki. Olmayan muhalefete bir de çenesini biraz da yorsun diye sunulan “başkanlık tartışması” gündemi işin cabası. Lafı uzatmaya gerek yok, gerek yeni Anayasa gerekse de başkanlık tartışmasının doğru düzgün gündem olabilmesi en az bir yıllık sürede mümkün olmayacak.
Yasal parlamenter muhalefetin krizi bir yana asıl kritik olan ise batıdaki sol toplumsal muhalefetin 1 Kasım’dan özellikle de 10 Ekim’den beri içine girdiği “kriz”dir. 10 Ekim Katliamı’na karşı, mitingin asıl sahibi olan ve sorumluluk taşıyan ilerici emek örgütlerinin kadrolarının ve özellikle de yöneticilerinin etkili bir yanıt üretmeyi becerememiş oluşu gelinen noktada kritik bir öneme sahiptir. Bu noktada vicdani sorumluluk üstlenmekten aciz üç-beş tane yöneticiye her şeyi yüklemek elbette işin kolaycılığı olacaktır. Bu emek örgütleri içerisinde siyaset yapan, pozisyon sahibi olan (ayrımsız) tüm siyasal örgütler de bu sonucun bir parçasıdır. 10 Ekim Katliamı’na etkili bir yanıt üretememenin üzerine yaşanan 1 Kasım seçim sonuçları ise CHP kitlesi dahil olmak üzere yüzde 35’lik kesimde bir umutsuzluk ve yılgınlık yaratmış durumda. Bu atmosferde solun büyük bir kesiminin bilinçli ve analitik bir değerlendirme bile yapmadan, en ilkel davranış biçimini (kendini koruma) tercihi ettiğine tanık oluyoruz. Yeni bir “yürüyüş kolu” (kolları) oluşturmak yerine, en geniş kitleyle hareket etme adına hep birlikte durmayı (hareket etmemeyi) seçmiş durumdalar.
Devrimcilerin özellikle bu tür durumlarda ne şikayet etmeye ne durumu maruz göstermeye hakları olabilir. Başkalarının durması, geri çekilmesi devrimcilerin durmasının, geri çekilmesinin gerekçesi olamaz. Biliyoruz ki bu halk son üç yılda ülke tarihinin yaşadığı en büyük iki isyanı gerçekleştirdi ve bir üçüncüsünü de mutlaka yapacak. Bunun olacağı zamanı mı bekleyeceğiz yoksa bunu biz mi inşa edip, geliştireceğiz. Bu ülkenin ezilmiş, yoksullaştırılmış, sindirilmiş halklarının her zamankinden daha fazla devrimcilerin en önde durmasına ihtiyacı var. Devrimcilerin de bunu yapacak, onuruna, vicdanına ve ideolojisine sahip çıkacak cüreti var.
Görevler ise açık: AKP’nin “içerde-dışarda savaş konseptine” karşı suskunluğu kırmak, iktidarın tüm manipülasyon/dezenformasyon kanallarını devreye sokarak ve şiddet ile bastırmaya çalıştığı Kürt halkının katliamlara karşı yükselttiği sesi Fırat’ın batısında duyulur kılmak, kentsel yağma ve yıkımı sürdürürken doğa ile birlikte hukuku da yok eden şirketlerin ve iktidarın yakasını bırakmamak, sermayeyi “tatmin” etmese de hükümetin acil eylem planı haline dönüştürdüğü emek düşmanlığına karşı emeğin acil eylem planını oluşturmak, üniversiteleri gerici saldırganlığa karşı direniş odakları haline dönüştürmek. Devrimciler halkın haklarını savunmanın yolunun bugün faşizme karşı direnmekten geçtiğini biliyor. Bilinci eyleme dönüştürme zamanı.
Dipnot:
1.Erdoğan, uçak düşürüldükten sonra İklim Zirvesi için Fransa’da Almanya ve Ukrayna ile ikili görüşme yaptı, hemen sonra hemen Katar’a gitti, Ankara’da Barzani’yi ağırladı ve ardından Türkmenistan’a gitti. Orada da Gürcistan, Kırgızistan, Pakistan, İran, Hırvatistan ve Belarus devlet yetkileri ile görüştü. Davutoğlu’nun seyahatleri de ondan aşağı kalmadı; ilk ziyaret Kuzey Kıbrıs’a, hemen ardından Azerbaycan’a, şimdi de Bulgaristan’a. Bu arada da İsrail’le yeniden ilişkiler başlatıldı. Bunların hepsinin tek nedeni, Rusya’nın kuşatmasını ve yaptırımlarını bir nebze de olsa hafifletmek.
2.Kaymakamlara bile “sokağa çıkma yasağı koyma yetkisi” veren İç Güvenlik Yasası bilindiği gibi AKP tarafından 7 Haziran seçimlerinden önce çıkarılmıştı. Bu yasaya Meclis’teki MHP dahil tüm muhalefet partileri karşı çıkmıştı. Ancak bu partiler Haziran-Kasım dönemi arasında bir araya gelip rahatlıkla çoğunluk oluşturacakları Meclis’i çalıştırıp bu yasaları iptal etme girişiminde bulunmadı.
3.CHP de MHP de iç muhalefetle uğraşıp, kongrelerine hazırlanmakta ve muhalefet etme adına grup toplantılarında esip gürleyen genel başkan konuşmalarından başka hiçbir şey yapmamaktadırlar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.