Hiçbir %49,5 kendisini direnmek zorunda hisseden %37’yi sindiremez. Ve hiçbir iktidar, Ortadoğu’nun bu konjonktüründe, Türkiye ekonomisinin bu kırılganlığı koşulları altında girişeceği böylesi bir sindirme savaşından galibiyetle çıkamaz 1 Kasım’da AKP’nin %49,5’lik bir oy oranına ulaşması ve 7 Haziran’da %13,1 oy alan HDP’nin 1 Kasım’da %10,7 oyla barajı zorlukla geçmesi solda büyük bir şaşkınlığa neden oldu […]
Hiçbir %49,5 kendisini direnmek zorunda hisseden %37’yi sindiremez. Ve hiçbir iktidar, Ortadoğu’nun bu konjonktüründe, Türkiye ekonomisinin bu kırılganlığı koşulları altında girişeceği böylesi bir sindirme savaşından galibiyetle çıkamaz
1 Kasım’da AKP’nin %49,5’lik bir oy oranına ulaşması ve 7 Haziran’da %13,1 oy alan HDP’nin 1 Kasım’da %10,7 oyla barajı zorlukla geçmesi solda büyük bir şaşkınlığa neden oldu ve moral bozukluğu yarattı. Şaşkınlığımızın ve moral bozukluğumuzun gerçek temelini doğru kavrayabilirsek kendimize somut koşullara uygun başlangıç noktaları da oluşturabiliriz.
AKP’nin tek başına iktidar olacağını görür görmez çark eden sermaye “aydınları”, liberaller ve Kürt siyasi hareketindeki liberal-reformist unsurlar sola ve devrimci politikalar karşı yeni bir saldırı başlattı. AKP’nin 1 Kasım seçiminde elde ettiği “başarı” ve HDP’nin uğradığı “başarısızlığın” niteliksel özelliklerini zamanında ve doğru olarak saptamaz ve sermaye sözcüleri ile yıllardır bize “böyle dost düşman başına” dedirten liberal ve reformist aydınların çarpıtmalarını açığa çıkaramazsak, sol güçlerin önümüzdeki dönem politikalarının belirlendiği zemin adım atılamaz bir balçığa dönüşecek gibi görünüyor.
Önce 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan siyasi sürecin genel bir tablosunu verelim. 7 Haziran seçimlerinde iktidarda kalabilmek için MHP seçmenini kazanmayı hedefleyen Erdoğan, müzakere masasını devirmiş ve Kürt siyasi hareketine savaş açmıştı. Ancak Erdoğan bu hedefine 7 Haziran’da ulaşamamıştı. Erdoğan, Haziran seçimleri sonrasında aynı çizgisini sürdürdü ve Türkiye’yi muazzam bir şiddet , ekonomik belirsizlik ve politik istikrarsızlık ortamına sürükledi. Erdoğan’ın “Türkleri teslim almayı hedefleyen” bu politikası, 1 Kasım seçimlerinde (azami hedefi olan “Anayasa’yı değiştirme çoğunluğunu elde etmek” seviyesine ulaşamasa da) AKP’nin tek başına iktidarını sağlayarak asgari hedefine ulaştı.
Erdoğan’ın yarattığı şiddet, belirsizlik ve istikrarsızlık ortamı, “muhafazakar” seçmen kitlesinin AKP’ye teslim olmasına neden oldu. Bu teslimiyetin siyasi niteliğinin doğru anlaşılması önemlidir. 7 Haziran – 1 Kasım Genel Seçimlerinin karşılaştırmalı sonuçları aşağıdaki tablolarda yer almaktadır.
İlk bakışta AKP’nin sağladığı oy artışının en büyük kaynağının MHP’deki %24’lük oy kaybı olduğu görülmekte ve MHP’nin oy tabanını AKP’ye kaptırdığı düşünülmektedir. Oysa bu tesbit gerçeğin tamamını yansıtmamaktadır. MHP’nin 2011 seçimlerinde Türkiye genelinde aldığı oy 5 milyon 575 bin’dir. Dolayısıyla MHP’nin 1 Kasım’daki oy kaybı, 7 Haziran’daki oy kazancı kadardır. MHP 7 Haziran’a kadar AKP’den aldığı oyları, 1 Kasım’da kaybetmiştir. Bu geri dönüş ağırlıkla Orta Anadolu, İç Ege ve Doğu Karadeniz’de yaşanmıştır. MHP’nin Kürt düşmanlığı nedeniyle hiçbir koalisyon formülünde yer almaması, AKP’nin yarattığı kaos ve güvensizlik ortamında bu seçmen kitlesinin AKP’ye geri dönmesinin başlıca nedeni olmuş görünmektedir. MHP’nin AKP karşısındaki yenilgisi bu partinin gözü kara Kürt düşmanlığının neden olduğu bir açmazın ürünüdür.
AKP’nin ikinci oy kaynağı 7 Haziran’da sandık başına götüremediği AKP seçmenidir. Bu miktarın 1 milyonun üzerinde olduğu tahmin ediliyordu. (Sadece İstanbul verileri incelendiğinde, “boykotçu AKP seçmeni” dışında açıklanamayacak 1 milyona yakın bir oy artışı görülmektedir. Bu verilerin ilginç bir tarafı da 7 Haziran’ın “Paralel” ve “Ergenekoncu” bağımsız adayların oylarının AKP’ye gitmiş gibi görünmesidir.) 7 Haziran’da sandığa gitmeyen AKP kitlesinin geri dönüşünde kaos ve güvensizlik ortamı ile birlikte muhafazakar kitlelerde yaratılan “iktidarı kaybetme korkusu” etkili olmuş görünmektedir.
AKP’nin üçüncü oy kaynağı 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy veren muhafazakar Kürt seçmenlerinin bir kısmıdır. 7 Haziran’da AKP’den HDP’ye kayan yaklaşık 1.5 milyon oyun 350-500 bin dolayındaki bölümü AKP’ye geri gitmiştir. Bu küme muhafazakar seçmenlerin ağırlıkta olduğu ve Kürt hareketinin AKP saldırganlığı karşısında güçlü bir direniş sergileyemediği Kürt illerinde, ilçelerinde yoğunlaşmaktadır. Bu “geri dönüşte”, AKP’nin iktidar olmadığı sürece Kürtlere rahat vermeyeceği, HDP’nin de bu saldırganlıkla baş edebilecek bir parlamenter alternatif üretemeyeceği düşüncesinin yaygınlaşmasının ve AKP’nin (Ağrı’da olduğu gibi) aday politikasında yaptığı revizyonların rolünün ön planda olduğu görülmektedir.
Dolayısıyla AKP, kendisinden uzaklaşan seçmenini kendisine yeniden bağlamayı onları “korkutarak” kazanmıştır. Bu çoğunluk bir “korku çoğunluğudur”, bu çoğunluğa dayanarak oluşturulacak iktidarın da korkusunu kendi dışına dönük şiddete dönüştüren bir iktidar olması beklenmelidir.
İkinci olarak, AKP %49,5’lik çoğunluğunu “sağı dizayn ederek” sağlamıştır. MHP’nin sokak gücü, Kobanê saldırılarından başlayıp 6-8 Eylül linç hareketlerine uzanan süreçte “AKP iktidarının sokak gücü” haline getirilmiş ve Bahçeli’nin engel olduğu AKP-MHP koalisyonu, bu ortamın da katkısıyla sandıkta gerçekleştirilmiştir. Benzer bir etki SP ve BBP tabanında da yaratılmıştır. (Ancak bu etki de %1.7 gibi bir oran verilerek abartılmaktadır. 7 Haziran seçimine SP ve BBP ittifak yaparak girdi ve 950 bin oy aldı. 1 Kasım’da seçime ayrı ayrı giren bu partiler toplam olarak 588 bin oy aldılar; yani 362 bin -%0,65- oy kaybettiler) Öte yandan Hüda Par’la yapılan operasyonel ittifak Diyarbakır ve Batman’da sonuç alıcı rol oynamıştır. Dolayısıyla AKP 7 Haziran öncesinden başlayarak dizginlerinden boşalttığı şiddetle sağı teslim almış ve yedeklemiştir.
AKP’nin sağı teslim alarak ve yedekleyerek %49.5’lik çoğunluğunu yeniden yakalaması, AKP karşıtı kesimlerde ciddi bir moral bozukluğu yaratıyor. Bu duygu yersiz değildir ve Haziran İsyanı sonrasında sağda beliren çatlağın derinleşmesi ve çoğalması, sol merkezlerin ise yakınlaşması ve geniş yığınlar içindeki çekimini artırması beklentisinin kırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle 10 Ekim katliamının sonrasında toplumun muhafazakar tabanının katliamın birinci derecede sorumlusu olan iktidara destek vererek onu %49,5 oy oranına taşıması kolayca hazmedilememektedir. Ancak burada da bir abartılı kötümserlik bulunmaktadır.
Tablo 2’de görüleceği gibi 2011 seçimleri ile 7 Haziran 2015 seçimleri arasında kelimenin geniş anlamıyla “sol” 3 milyon 600 bin oy artırmış, 1 Kasım seçimlerinde ise bunun yalnızca 275 binini kaybetmiştir. Kaybedilen bu 275 binin 7 Haziran’da HDP’ye oy verip 1 Kasım’da geri dönen 350-500 bin kişilik muhafazakar seçmen kitlesinden daha az olduğu düşünüldüğünde, sağ/sol yönelimi bakımından solun halen üstün olduğu görülmelidir. 2011-2015 arasında oy kullanan seçmen miktarı 4 milyon 600 bin artmıştır. Tablo incelendiğinde siyasi hayata katılan bu yeni kitlenin %62’sinin sola, %38’inin sağa yöneldiği anlaşılmaktadır. Toplumun ideolojik hayatında sağ hegemonya kırılmıştır ve bu tablo kolay kolay değişmeyecektir. AKP’nin “muhafazakar varoluşa” yönelik tehdit olarak gösterdiği gerçek temel budur. AKP (Haziran İsyanı’ndan sonra giriştiği ve 7 Haziran sonrasında en yüksek seviyesine çıkardığı bir saldırganlık siyaseti ile) muhafazakar kitleleri “Reis”in etrafında “muhafazakarlığın ölüm kalım savaşı” düzenine geçirmiştir. Ancak AKP’nin arkasına aldığı bu “kitle” ile 2002-2007 arasında kurduğu hegemonyayı yeniden üretebilmesi olanaklı değildir. Hiçbir %49,5 kendisini direnmek zorunda hisseden %37’yi sindiremez. Ve hiçbir iktidar, Ortadoğu’nun bu konjonktüründe, Türkiye ekonomisinin bu kırılganlığı koşulları altında girişeceği böylesi bir sindirme savaşından galibiyetle çıkamaz.
Diğer yandan “sağdaki çatlağın” solun hataları yüzünden büyütülemediği, Erdoğan’ın sağı kendi etrafında bütünleştirmek için giriştiği kutuplaştırma siyaseti karşısında solun ve Kürt hareketinin gösterdiği direnişin Erdoğan’ın işini kolaylaştırdığı iddiası saçmadır. Mazoşizmin lüzumu yok! Her şeyden önce “sağdaki çatlak” solun yarattığı bir çatlak değildir. Sağdaki çatlağın arkasında, AKP’yi (ve başka birçok “müslüman” ülkede benzerlerini) iktidar haline getiren emperyalist stratejinin uğradığı başarısızlık ve revizyon ihtiyacı vardır. Solun izleyeceği şu veya bu politikanın bu çatlağı onarılamaz hale getirebilmesi için ülkeyi “devrim durumuna” taşıyacak koşulların bir araya gelmesi ve solun da bu koşullara müdahale edebilecek araçlara sahip olması gerekir.
Kaldı ki AKP’nin bu seçim sonuçlarıyla “sağdaki çatlağın” üstesinden gelmiş gibi görünmesi de aldatıcıdır. AKP %49.5 oyla kendisini ABD’ye ve oligarşiye dayatma imkanını yakalamıştır. AKP’nin “revizyon yapılacaksa onu da biz yaparız” diyebileceği bir uzlaşma formülünü üretip üretemeyeceği bilinmemektedir. AKP egemen güçlerle bu temelde barış(a)madıkça da “sağdaki çatlak” değişik mecralardan nüksetmeyi sürdürecektir.
1 Kasım seçiminin CHP ve Kürt hareketi için bir yenilgi olduğu ileri sürülüyor. Bu iddialar da yakından incelenmeye muhtaç.
CHP’nin AKP iktidarına yönelik olağanüstü tepkiye ve bu partinin 7 Haziran sonrasında izlediği “ılımlı, kucaklayıcı” siyasetinin ana akım medya tarafından göklere çıkarılmasına ve 7 Haziran’da HDP’ye kayan “emanet oylar”ın önemli bir bölümünü geri almış olmasına karşın kayda değer bir artış sağlayamaması açıklanmaya muhtaç görünüyor. CHP’nin ılımlı siyasetini yere göğe konduramayan Doğan medyası seçimlerin hemen ardından iktidara temenna çakmaya girişirken, CHP’nin CHP 7 Haziran’dan itibaren egemen güçlere kabul edilebilir bir “iktidar alternatifi” sağlamak için debelendi. AKP-CHP koalisyonunun peşinde 45 gün boyunca “istikşafi” görüşmelerle vakit geçirerek Saray Cuntasının yönetime el koymasına seyirci kaldı. CHP’nin egemen güçlerin iktidar tercihi olmayı odağına alan “hayalci” politikalarının gerçek hayatta bir karşılığının olmadığı bir kez daha kanıtlandı.
Seçim sonuçlarına dönük en gerçek dışı ve uydurma tartışma ise HDP’nin oylarının %13.1’den %10.7’ye gerilemesinden hareketle yürütülmektedir. “HDP’nin önünün PKK tarafından kesildiği”, “önüne kazılan barikatlara düştüğü” gibi söylemlerle, PKK’nin silahlı mücadeleyi yeniden başlatarak provokasyona geldiği, böylece HDP’nin Türkiye partisi olmasının önüne geçtiği; YDG-H’nin “öz-savunma” hareketlerini izleyen “demokratik özerklik” ilanlarıyla HDP’ye yönelen muhafazakar Kürt seçmenini AKP’nin kucağına ittiği söylenebilmektedir.
HDP’nin oy kaybının nerelerde yaşandığını, oy geçişlerinin nereye doğru olduğunu dahi görmeden, “gönülden geçen” gerekçeleri gerçekmiş gibi göstererek yapılan bu değerlendirmeleri gerçekte olanlarla test etmek gerekiyor.
HDP’nin oy kaybı üç değişik şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi, AKP’ye dönen “muhafazakar Kürt oylarıdır”, ikincisi CHP’ye dönen “emanet oyları”dır ve üçüncüsü sandık başına gitmeyen HDP seçmenleridir.
7 Haziran’da AKP’den HDP’ye yönelen “muhafazakar Kürt oyları”nın, PKK’nin silahlı mücadeleyi yeniden başlatması ve çok sayıda merkezde öz savunma temelinde özerklik ilanına gidilmesi nedeniyle AKP’ye geri döndüğü iddia edilmektedir. Ancak bu iddianın gerçekte karşılığı bulunmamaktadır. Tam tersine öz-savunma hareketlerinin en yüksek noktaya ulaştığı şehirlerde AKP’den gelen oylar muhafaza edilmiştir. HDP’nin 7 Haziran’da kazandığı muhafazakar seçmenin AKP’ye doğru kaybı direnişin şiddeti ve yaygınlığıyla ters orantılıdır. Aşağıda verilen tablolarda, direnişin yüksek düzeylere ulaştığı bazı il ve ilçe merkezlerinde yaşanan oy değişimleri verilmektedir:
Bu tablolar incelendiğinde ilk dikkati çeken özellik, oy kullanma oranlarındaki düşmedir. Bu düşmeyi tek nedene bağlamak da olanaklı değildir. Katılımın düşmesinde rol olan ve politik bakımdan önemli olan faktörlerin başında, uygulanan devlet terörü nedeniyle yaşanan göçler bulunmaktadır. Özellikle gençlerde gözlenen parlamenter siyaseti önemsememe, reddetme eğilimi ikinci önemli nedendir. Üçüncü faktör sandık başlarında uygulanan yoğun denetimler nedeniyle kullanılamayan oylardır. Dördüncü bir neden de AKP’den HDP’ye kayan bir grup seçmenin sandık başına gitmeyişidir.
Direnişin ön planda olduğu il ve ilçe merkezlerinde AKP oylarının geri dönüş oranları düşüktür (AKP’nin HDP’ye kaybettiği oyların %10-20’si). Bu merkezlerde MHP’den AKP’ye geçişler (ki bunların büyük bir bölümü polis, asker ve korucu oylarıdır) ön plandadır. Diyarbakır ve Batman özelinde Hüda Par oylarının AKP’ye geçişinin özel bir rol oynadığı görülmektedir.
Direnişin zayıf ya da geri düzeyde olduğu, muhafazakar kimliği ön planda olan kentlerde ise daha farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz:
Bu merkezlerde de katılımdaki düşme eğilimi bulunmaktadır. Ancak AKP oylarının geri dönüş oranları bu merkezlerde % 30-80 arasında değişmektedir. Öte yandan, bu bölgelerde MHP’den AKP’ye doğru geçiş de %50-70 arasında izlenmektedir.
HDP’nin CHP’den gelen emanet oylarını bir ölçüde kaybettiği doğrudur. Ancak bu geri dönüşte PKK’nin silahlı mücadeleyi yeniden başlatmış olmasının belirleyici bir rolü bulunmamaktadır. PKK sözcülerinin düşündüğünün aksine CHP’den HDP’ye oy veren kitlenin önemli bir bölümü, AKP’nin mecliste Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu oluşturmasını önlemeyi hayati bir sorun olarak gördüğü ve AKP’ye bu imkanı verecek vekil hırsızlığını önlemenin tek yolunun Kürt hareketinin mecliste temsilinin sağlanması olduğunu düşündüğü için HDP’ye oy verdi. Bu oylar HDP’ye değil, dolaylı olarak CHP’ye verilmiş oylardı. Ancak Saray Cuntası’nın koalisyonun önünü tıkayarak fiilen yönetime el koyması ve HDP’nin her durumda barajı aşacağı kanısın yerleşmesi bu seçmen grubunun CHP’ye geri dönmesine neden oldu. PKK silahlı mücadeleye girişmemiş olsaydı da bu oylar HDP’de kalmayacaktı. Ya da tersinden söylersek, Suruç Katliamı sonrasında CHP içerisinden gelişen “barış için birlikte mücadele” eğilimini örgütlemeyi hedefleyen rasyonel bir politika üretilebilse ve “yol kazalarının önüne geçecek” bir politik disiplin oluşturulabilseydi, PKK silahlı mücadeleye girişse dahi bu oylar HDP’de kalmaya devam edebilirdi. CHP’nin Kürt hareketiyle temasdaki ürkekliği, HDP’li kadroların politik özensizliği ile birleşince bunun için fazla bir imkan kalmadı.
7 Haziran’da ortaya çıkan tabloyu gerçek veriler üzerinden değerlendirdiğimizde ilk elden şunları sıralayabiliriz:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.