Egemen güçlere bel bağlayanlar direnemez, kendi gücüne ve inisiyatifine güvenenler direnebilir 7 Haziran seçimlerine giderken iktidarın gündeminde HDP’yi baraj altına itip Anayasa yapma çoğunluğu elde etmek ve fiili başkanlık sistemine anayasal temel kazandırmak vardı. İktidar 7 Haziran’da “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu”; meclis çoğunluğunu kaybetti. Erdoğan 7 Haziran-1 Kasım arasında sergilediği edepsizlikle “bulgurunu geri […]
Egemen güçlere bel bağlayanlar direnemez, kendi gücüne ve inisiyatifine güvenenler direnebilir
7 Haziran seçimlerine giderken iktidarın gündeminde HDP’yi baraj altına itip Anayasa yapma çoğunluğu elde etmek ve fiili başkanlık sistemine anayasal temel kazandırmak vardı. İktidar 7 Haziran’da “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu”; meclis çoğunluğunu kaybetti. Erdoğan 7 Haziran-1 Kasım arasında sergilediği edepsizlikle “bulgurunu geri aldı”.
“1 Kasım’da ortaya çıkan sonuç 7 Haziran’da çıkmış olsaydı” “bizler” 2 Kasım’daki yenilgi duygusunu yaşar mıydık? Yaşamazdık elbette. Erdoğan’ı “başkan yaptırmamış” olurduk, solu %32’den %36’ya taşımış, sağ oyları 4 puan geriletmiş olurduk. AKP’yi iktidardan düşüremediğimiz için istediğimiz kadar ilerlememiş olurduk ama asgari amacımızı gerçekleştirecek kadar da ilerlemiş hissederdik kendimizi.
Şimdi kendimizi niçin “yenilmiş” hissediyoruz? Yanıt basit; 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşadıklarımız nedeniyle. Sadece Erdoğan’ın 7 Haziran’da kaybettiği bulguru edepsizlikle geri almasının önüne geçemediğimiz için değil; 7 Haziran-1 Kasım arasındaki edepsizliğine gerekli yanıtı üretemeyerek, Anayasal temel olmadan da “Başkan olabileceği” cesaretini kazanmasına fırsat verdiğimiz için, bu edepsizliğe karşı direnemediğimiz için de “yenik” hissediyoruz kendimizi. “Onu” sandıkta başkan yaptırmadık, ama sokakta başkan olmasını önleyemediğimiz için yenik hissediyoruz kendimizi!
Erdoğan’ın fiili başkanlık rejimi karşısında “direnebilir” hale gelmeden ve AKP saldırganlığını direnişimizle sınırlamadan bu yenilgi duygusunu alt edemeyeceğimiz de ortada.
Bu nedenle şimdilerde sıklıkla “direnmek zorundayız ve bunu ancak solu bir araya getirerek yapabiliriz” sözlerini duyuyoruz.
Cümlenin birinci kısmı, faşizme karşı direniş zorunluluğu doğru da, direniş durumunu yaratmanın ilk adımı gerçekten “solu bir araya getirmek” mi?
Solcular birbirlerine sık sık Türkiye halkının “balık hafızalı” olduğunu söylerler ama anlaşılan Türkiye solu olarak sandığımız kadar “halktan kopuk” değiliz; balık hafızalılıkta “halkımız”dan geri kalan bir yanımız yok! Elli küsur yıllık tarihimizde ilk adımda “solu bir araya getirerek” başlattığımız bir tane direniş hatırlayanınız var mı? Daha da ötesi, 8 Haziran sabahına, tarihimizin belki de en yüksek “birlik duygusu”yla uyanmadık mı? Son çeyrek yüzyılda Türkiye solunun en büyük bölünmesini, “Türk Solu” ile “Kürt Solu” arasındaki güvensizliği, birbirini çelmeleyerek ayakta kalmaya çalışma çizgisini aşmaya bu kadar yakın olduğumuz bir başka an oldu mu? Peki bu fiili “birlik”ten Erdoğan’ın edepsizliğine karşı direniş doğdu mu? Ne yazık ki hayır!
Neden?
Nedeni basit. Oligarşinin Erdoğan defterini kapattığı, eninde sonunda Erdoğan’ın yarattığı “olağanüstü duruma” son vereceği, direnişin yalnızca bu iktidarın ömrünü uzatacağı ya da direnenlerin yığranmasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacağı düşüncesinin ön plana çıkması nedeniyle.
CHP kurmayları, ABD’nin de TÜSİAD’ın da bir AKP-CHP hükümetini istediğini ve bu sonucu mutlaka yaratacaklarını düşünüyordu. HDP de müzakere masasına dönüş için bu seçeneğin oluşmasını beklemeyi seçti.
Beş koca ay boyunca Erdoğan saldırdı, “biz” geri çekildik. Erdoğan meclisi kapattı, biz seyrettik. Erdoğan katliamlar yaptı, biz mitingleri iptal ettik. Erdoğan sıkıyönetim ilan etti, şehirleri açlığa ve ölüme mahkum etti, biz “vicdan” çağrıları yaptık!
Ama 7 Haziran sonrasının saldırganlığına karşı “direnememe” hali herkes için ve her yerde geçerli değildi. Kürt “Savaş Şehirleri”nin devrimci gençliği masayı deviren ve 7 Haziran seçim sonuçlarını hükümsüz sayan AKP iktidarına karşı hendeklerle, RPG’lerle “öz-savunma”ya geçerek direndi, direniyor. “Parlamenter siyaset merkezi”nin yapamadığını, gençlik militanlığının omurgasını oluşturduğu “sokak siyaseti merkezi” başarıyor ve Kürt halkını yavaş yavaş genel direniş durumuna geçiriyor. Kürt siyasi hareketinin yakın dönemde bir geleceği olacaksa bu direniş çizgisinin kalıcılaşmasıyla olacak.
Direnemeyenin niçin direnemediğini, direnenin nasıl direndiğini anlamaya çalışırsak, Erdoğan’ın fiili başkanlık sistemi karşısında önce ayakta durabilmeyi, sonra da “onu sokakta da başkan yaptırmamayı” başarma yönünde önemli bir adım atmış oluruz.
Faşizme karşı direnme savaşının basit gerçeklerini tekrarlayarak işe başlayalım:
Egemen güçlere bel bağlayanlar direnemez, kendi gücüne ve inisiyatifine güvenenler direnebilir.
Maddi bir gücü yine maddi bir güçle karşı konulabilir. Faşist saldırganlık geri çekilerek, vicdanlara seslenerek durdurulamaz; faşist saldırganlık militan halk direnişi “sanatlarıyla” durdurulabilir.
Faşizme karşı savaşanın kaybı, faşizme karşı savaşmayandan her zaman daha azdır. Savaşanlar kayıplarına rağmen faşizmi alt edebilir, saaşmayanların yenileceği ise kesindir.
Faşizme karşı direnişin odağı “savunmasız”, “korunmasız”, “herkesin onayını almış” kalabalıklarla değil, kendi kendini koruma yeteneğine sahip, saldırganın savaş iradesini kırmaya yönelen öz savunma organlarını geliştirebilen, cüretkar anti-faşist “hareketler”le oluşturulabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.