Başlıktaki soruya ilk elden şu yanıt verilebilir; seçimlerin sonuçlandığı tarihten sonra yapılan tartışmalara bakıldığında geniş bir kesim açısından bitirir. Çünkü asgari ücret artışı beklentisi içindeki yüzbinler için bir nefeslik soluklanma olanağı yaratacaktır. En azından komisyon çalışmalarının başlayacağı tarihe kadar suskunluk yaratır. Komisyon çalışmalarıyla birlikte işveren tarafından talepler bir biri ardı sıra dizilmeye başlayacaktır. 1.300 TL’ye […]
Başlıktaki soruya ilk elden şu yanıt verilebilir; seçimlerin sonuçlandığı tarihten sonra yapılan tartışmalara bakıldığında geniş bir kesim açısından bitirir. Çünkü asgari ücret artışı beklentisi içindeki yüzbinler için bir nefeslik soluklanma olanağı yaratacaktır.
En azından komisyon çalışmalarının başlayacağı tarihe kadar suskunluk yaratır. Komisyon çalışmalarıyla birlikte işveren tarafından talepler bir biri ardı sıra dizilmeye başlayacaktır.
1.300 TL’ye nasıl geldik?
7 Haziran öncesinde muhalefet partilerinin asgari ücret konusundaki açıklamaları, vaatleri AKP tarafından şiddetle eleştirilmiş ve işverenler provoke edilmeye çalışılmıştı.
1 Kasım’da ise AKP, ağır eleştiriler getirdiği asgari ücret konusunu, seçim propagandasının ön saflarına yerleştirdi. Seçimlerdeki yaklaşık yüzde 9’luk artışı değerlendiren bir bakan ise, piyasacı ağzı ile halkın 1.300 TL’lik asgari ücret vaadini satın aldığını ileri sürmüştü.
Seçimlerin sonucunda AKP’nin tek başına iktidar olmayı başardığı anlaşıldığı andan itibaren 1.300 TL’lik asgari ücret konusu özellikle işverenler tarafından gündeme taşınmaktadır.
İşveren örgütleri, kendilerinden beklendiği ölçüde tepkiler vermektedir. Bir iki oda veya birlik başkanı ücretlerde ”domino etkisi”,” rekabet üstünlüğü”nün kaybedilmesi vs. gibi gerekçelerle “ülkeyi terk ederiz”, “kayıtdışı artar” türü bildik tehditler içeren açıklamalar yapmıştır.
En derli toplu açıklama ise Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)’ndan gelmiştir.[1] TİSK, maliyet vs. unsurlarını öne çıkaran bir açıklama ile yola çıkmış ve sonuçta hükümetin belirleyeceği asgari ücret artışı maliyetini üstlenmek istemediklerini söylemiştir. Amaç bellidir; ortaya çıkacak farkın birçok kez olduğu gibi “işsizlik fonu”ndan karşılanması, kesinti indirimleri yapılmasıdır.
Asgari ücreti artırmanın sadece işçinin ücretini artırmak anlamına gelmediğini, hayatın birçok alanında topluma etkilerinin olabileceğini kanıtlamak için bir de liste yayınlamışlardır. Bu şekilde, herkesin bu artıştan olumsuz etkileneceği mesajı yayılmaya çalışılmıştır.
Buna karşılık işçi örgütleri içinden tek tepkiyi, yine Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) vermiştir.[2] DİSK’in yaptığı açıklama ise asgari ücretin artırılmasını yeterli bulmayan, daha da artırılması gerektiği savunan bir yaklaşım üzerine inşa edilmiştir. Kabaca 1.300 yetmez, en az 1.900 TL olmalı denilmiş veya böyle algılanmaya açık hale gelinmiştir.
Yanlış mıdır? Elbette hayır. Ama geçmişteki mücadele çizgisi takip edildiğinde bazı yönlerden eksik kalmıştır.
Ücretliler içinde asgari ücretlilerin durumu nedir?
Merkez Bankası (TCMB)’nın 2. dönem enflasyon raporunda asgari ücrete ilişkin özel bir bölüm ayrılmıştır.[3]
Melanie Khamis’in 2011-2013 dönemine ilişkin TÜİK Hane Halkı İşgücü anketi üzerinden yapmış olduğu çalışmadan yararlanılarak hazırlanan bu bölümde önemli saptamalar bulunmaktadır.
Asgari ücretli çalışanlar % | Asgari ücretin altında çalışanlar % | Asgari ücret ve altında çalışanlar % | Ücretli çalışanların sektör İçindeki Payı % | |
Toplam | 12,0 | 23,0 | 35,0 | 100,0 |
Tarım | 11,7 | 60,3 | 72,0 | 2,8 |
Sanayi | 17,4 | 20,7 | 38,2 | 27,0 |
İnşaat | 13,4 | 27,9 | 41,3 | 8,0 |
Hizmet | 9,6 | 20,6 | 30,2 | 62,2 |
Sanayi içinde asgari ücretle çalışmanın en yoğun olduğu alanlar, yüzde 25,6 ile tekstil ve yüzde 21,7 ile giyim imalatıdır.
TCMB raporundaki asgari ücretin altında çalışanların oranı ise yüzde 23 olarak belirlenmiştir. Mevzuata göre kimse asgari ücretin altında çalıştırılamayacağına göre bunun anlamı kayıtdışı çalışanlardır.
Rapora göre kayıtdışı çalışanların oranı tarımda yüzde 60,3, sanayide yüzde 20,7, inşaatta yüzde 27,9 ve hizmetlerde yüzde 20,6 düzeyindedir.
Bir bütün olarak bakıldığında bu tablo, işverenlerin bu kadar gürültü çıkarmasını anlamsız kılmaktadır.
Toplamda yüzde 12, sanayide yüzde 17,4, inşaatta yüzde 13,4 ve hizmetlerde yüzde 9,6 olarak verilen asgari ücretli çalışan oranı, niye bu kadar büyük maliyet etkisi yaratsın ki?
Bu tablo, kamuoyuna yansıyan açıklamalarla veya TBMM’deki soru önergelerine verilen yanıtlarla uyumlu değildir. Maliye Bakanlığı ve SGK’ye göre ücretlilerin yüzde 40-45 dolayındaki kısmının asgari ücret üzerinden bildiriminin yapıldığı belirtilmektedir.[4]
Merkez Bankası’nın verilerini dikkate alırsak, işverenlerin özellikle sanayideki işverenlerin asgari ücret artışından korkmaları için bir neden yoktur. Çünkü küçük bir grup etkilenecektir. Buradaki korkunun nedeni asgari ücretin altında çalıştırılanlardan gelecek artış talebi olabilir. İşte işverenleri asıl korkutan bu talebin canlanması olacaktır.
Maliye ve SGK’den kamuoyuna yansıyan bilgileri dikkate alırsak, 14 milyon işçinin yarısı bu durumdan etkilenecektir. Ki bu haliyle işverenler açısından korkulması gereken bir sonuç üretebilecektir.
Resmi verilerde bile bu kadar farklılığın yaşandığı bir ülkede, neyin gerçek neyin yanlış olduğu bile aylar sürecek tartışmalara yol açılabilir. Gerçek verilerini kendi vatandaşlarından saklayan bir yönetim anlayışı ise başlı başına bir sorun odağadır.
Artış bir zorunluluk sonucudur
İktidarın asgari ücreti artırmasının basitçe bir seçim vaadinin yerine getirilmesi veya bizlere bahşettikleri yüksek lütufları değildir. Tam aksine iktidarın daha fazla kaçamayacağı bir zorunluluktur.
Birincisi 7 Haziran seçiminde bu konuda yanlış yaptıklarını fark etmişlerdir. Muhalefet partilerinin asgari ücrete ilişkin çıkışlarının seçmeni etkilediğini görmüşlerdir.
İkincisi ve daha da önemlisi, bireysel borçlanmanın geldiği boyut ve bunun sürdürülebilirliği konusunda endişelerin giderilmesinde zorluk yaşanmaktadır. Türkiye’de toplumun büyük bir kesimi, çalışmalarına ve bir gelir elde etmelerine rağmen, bu gelirleriyle geçinemeyecek durumdadır. Geçinmelerini sürdürebilmek için de borçlanma yoluna girmişler ve bir sarmalın içine düşmüşlerdir. Yaklaşık bir hesapla ortalama hane halkı gelirinin yarısından fazlası (yaklaşık yüzde 55) borçtur. Artan borçlanmanın da sürdürülebilmesi için gelir desteği kaçınılmazdır. Bilinen bir söz vardır, bir zincirin sağlamlığı en zayıf halkasının gücü kadardır. Türkiye ekonomisinin sağlamlığı ise en zayıf halka olan işçi sınıfının, borçluluğunu sürdürebilme gücüne bağlıdır. Bu halka kırıldığında, asıl korkulması gereken domino etkisi o zaman görülecektir.
Siyasi ve ekonomik etkenler, AKP’yi asgari ücrete ilişkin bir çıkışa zorlamıştır. Eğer asgari ücret konusunda kararlı bir mücadele olmasaydı, ekonomik zorlamaya rağmen, AKP’nin böylesine bir çıkış yapması beklenemezdi.
Asgari ücretin 1.300 TL’ye yükseltilmesi, AKP’nin mecbur kaldığı bir durumdur ve bunda en büyük pay, muhalefet partileri kadar DİSK’in uzun soluklu mücadelesinindir.
Sorunun kaynağı tanımda yatıyor
Cumhuriyet döneminde asgari ücrete ilişkin ilk düzenleme 1936’da yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Yasası ile yapılmıştır. Yasa’da “ödenecek işçi ücretlerinin en aşağı hadleri(nin) bir nizamname ile tespit” edileceği hükme bağlanmıştır.
Bu “nizamname”nin çıkarılması 1951 yılında mümkün olabilmiştir. İzleyen dönemde, 3 ayrı yönetmelik daha yürürlüğe girmiştir.
1951 tarihli ilk yönetmelikten 2004 tarihli son yönetmeliğe kadar hepsinde asgari ücret tanımı temelde aynıdır.
“… asgarî ücret, aynı mahiyetteki işlerde, işçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin normal gıda, mesken, giyim, sağlık, yakacak ve aydınlatma gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılıyabilecek kifayette olan bir ücrettir.” (1951)[5]
“… asgari ücret, işçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin asgari gıda, mesken, giyim, sağlık, aydınlatma, taşıt, kültürel ve eğlenme gibi zaruri ihtiyaçlarını cari fiyatlar üzerinden karşılamaya yetecek miktarda olan bir ücrettir.” (1968)[6]
“… asgari ücret, işçilere normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin asgari gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım, kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücrettir.” (1972)[7]
“Asgari ücret: İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti,” (2004)[8]
Görüleceği üzere, bütün hesap tek bir işçinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kuruludur. Uygulamada bunun anlamı, işçinin çalışarak ancak yoksulluğunu sürdürebileceği bir gelirle yaşamasının sağlanmasıdır.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri bakımından Türkiye asgari ücret konusunda oldukça geriden gelmektedir.
ILO Genel Kurulu’nda 1928 tarihinde kabul edilen “Asgari Ücret Belirleme Yöntemi Sözleşmesi”, Türkiye tarafından ancak 1973 yılında kabul edilmiştir. Buna karşılık, ILO’da 1970 yılında kabul edilen “Asgari Ücretin Tespitine İlişkin Sözleşme” ise Türkiye tarafından kabul edilmemiştir. Üstelik bu sözleşme 1973 yılında güncellenerek, başlığına “Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Özel Referans” ibaresi eklenmiştir.
Ne yapılabilir?
2016 yılı için AKP’nin önerdiği 1.300 TL’lik asgari ücret, tartışmanın farklı boyutlara kaymasına neden olacaktır.
Bunun ilk belirtilerini işverenlerin açıklamalarında gördük. Hemen ardından Hükümet oluşturulduktan sonra ilk 100 günlük program içinde kıdem tazminatından başlayarak işçi sınıfının genelini ilgilendiren bir dizi uygulama adımının da geleceği açıklanmaya başlandı.
Asgari ücrete karşılık nelerin talep edileceği kısa süre içinde ortaya çıkacaktır. Haliyle bu artık bir asgari ücret tartışması olmaktan da çıkacaktır.
Bizlere düşen görev ise, bir yandan açılmak istenen yeni gediklere karşı mücadeleye hazırlanmak ama öte yandan 1.300 TL ile yapılmak istenen aldatmacayı açığa çıkarmak ve asgari ücrete ilişkin yeni bir tartışmayı zorlamaktır.
İlk adım, 131 sayılı ILO sözleşmesinin Türkiye tarafından onaylanması ve buna uygun olarak yönetmelikteki tanımın değiştirilmesine yönelik bir çalışma yürütmektir.
ILO’nun 131 sayılı Sözleşmesinin 3. maddesi ile Avrupa Sosyal Şartı’nın 4. maddesinde, yalnızca bir işçinin değil, işçi ile ailesinin ihtiyaçlarının karşılayacak bir ücretten söz edilmektedir. İşte bu nedenle, Türkiye bu düzenlemeleri onaylamaktan ısrarla kaçınmaktadır.
Türkiye’deki asgari ücret tartışmasının birinci düğüm noktası burasıdır.
İkincisi ise zorunlu ihtiyaçlarının ne olduğu ve bunlar için yetecek miktarın nasıl hesaplanacağı konusudur.
Mevcut uygulamada, asgari ücret, bilimsel, ülke gerçekleri ve işçiler ile ailelerinin zorunlu ihtiyaçları temelinde belirlenmemektedir. İktidarların ve işverenlerin kendi gerçekleri üzerinden oluşturulmaktadır. İktidarlar konumlarını sürdürebilmek için popülist politikalara yönelmedikleri sürece, asgari ücret işverenlerin belirlediği bir ücret olarak kalmaktadır.
Bugüne kadar yapılan asgari ücret tespitlerinde, yönetmeliğin sadece şekil şartlarına uyulduğu, buna karşılık ücretin tespitinde önemli bir yeri olması gereken örneğin TÜİK’in hesaplamalarının ise göz ardı edildiği rahatlıkla söylenebilir. Örneğin 2015 yılı asgari ücreti için yapılan komisyon toplantılarına TÜİK tarafından sunulan raporda, bir işçinin geçimi için gerekli olan gelir miktarının 1.424,70 TL olması gerektiği savunulmuştur.[9] Komisyondan çıkan ise bunun çok gerisindedir. AKP tarafından 2016 yılı için önerilen 1.300 TL’lik asgari ücret ise 2015 yılı başındaki TÜİK hesabının da gerisindedir.
Yapılması gereken, asgari ücretin belirlenmesini keyfiyet alanından çıkarmak, nesnellik temeli üzerinden yöntem tartışmasını açmaktır.
Üçüncü olarak, temsil yönünden eksik olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun bileşiminin değiştirilmesini sağlanmalıdır. Şu anki yapı bazı yönlerden 1960’lı yılların gerisindedir. Komisyonun bileşimi yeniden şekillenmelidir.
Dördüncü olarak, bilimsel esaslar ve güncel koşullar dikkate alınarak belirlenecek zorunlu ihtiyaçlar için gerekli gelir miktarı temel alınmalı ve komisyon bu temelin üzerine eklenecek refah payı miktarının belirlenmesinde takdirini kullanmalıdır.
Ana hatlarıyla sunmaya çalıştığımız bu öneriler, sağlıklı bir tartışma zemininde sendikaların ve akademik dünyanın katkılarıyla çok daha zenginleştirilebilir. Buradaki çabamız bir reçete sunmaktan ziyade, üzeri kapatılmak istenen bir sorunu yeniden tartışmaya açmaya çalışmaktır.
[1] http://tisk.org.tr/wp-content/uploads/2015/11/TİSK-Asgari-Ücret-Açıklaması.pdf
[2] http://disk.org.tr/2015/11/karlar-azami-ucret-neden-asgari-asgari-ucret-1900-net/
[3] Merkez Bankası, Enflasyon Raporu 2015/II http://tinyurl.com/ngtb3fo
[4] http://www.aksam.com.tr/ekonomi/iste-asgari-ucret-ile-calisan-isci-sayisi/haber-403360
[5] 13 Ocak 1951, Resmi Gazete Sayı 7707
[6] 5 Nisan 1968, Resmi Gazete Sayı 12867
[7] 12 Şubat 1972, Resmi Gazete Sayı 14097
[8] 1 Ağustos 2004, Resmi Gazete Sayı 25540
[9] http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2014/12/25/tuik-aylik-gecim-ucretini-acikladi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.