Ulusal medya sürekli olarak “Katil Yunan Sahil Muhafaza Botu” teması üzerinden Ege Denizi’nin karşı tarafındaki canilerle ilgili haberler yaparak bu konunun en dibindeki temel sorunu görmezden gelir. Bu temel sorun bizim toplum ve devlet olarak Yunanistan’dan çok daha katı, ticari, acımasız bir göçmen politikasının yaratıcısı ve uygulayıcısı olduğumuz gerçeğidir Avrupa’nın Bodrum kumsalında yatan çocuk ölülerine […]
Ulusal medya sürekli olarak “Katil Yunan Sahil Muhafaza Botu” teması üzerinden Ege Denizi’nin karşı tarafındaki canilerle ilgili haberler yaparak bu konunun en dibindeki temel sorunu görmezden gelir. Bu temel sorun bizim toplum ve devlet olarak Yunanistan’dan çok daha katı, ticari, acımasız bir göçmen politikasının yaratıcısı ve uygulayıcısı olduğumuz gerçeğidir
Avrupa’nın Bodrum kumsalında yatan çocuk ölülerine gösterdiği tepki iki ana başlıkta incelenebilir ve böyle yaparsak daha sağlıklı sonuçlara varabiliriz. Avrupalı bireyin ve Avrupa devletlerinin aynı olaya tepkileri farklıydı. Pegida gibi insanlıktan hayli uzak örgütlenmeleri dahil etmiyorum bu karşılaştırmaya. Bu incelemenin özellikle devlet ayağının körlüğü, aymazlığı ve neredeyse doğuluya yakın ikiyüzlülüğü çok yakın bir zamanda yaşanan Charlie Hebdo korkunç cinayetlerine uzanan bir çizgi izler.
Önce hiç konuşulmayandan başlamak gerekir. Ulusal medya sürekli olarak “Katil Yunan Sahil Muhafaza Botu” teması üzerinden Ege Denizi’nin karşı tarafındaki canilerle ilgili haberler yaparak bu konunun en dibindeki temel sorunu görmezden gelir. Bu temel sorun bizim toplum ve devlet olarak Yunanistan’dan çok daha katı, ticari, acımasız bir göçmen politikasının yaratıcısı ve uygulayıcısı olduğumuz gerçeğidir. Bütün diğer coğrafyalardan Myanmar’dan, Somali’den, Gana’dan, Eritre’den, Afganistan’dan ülkemize gelen göçmenleri bir tarafa bırakınız sürekli bir övünç kaynağı haline gelen, hem devletin hem medyanın ve çok sevilen deyimle hem de sokaktaki vatandaşın gururu olan ve bizi gaddar, katı, vicdansız Avrupa’dan farklı kılan iki milyon Suriye vatandaşı konuğumuz ile ilgili Türkiye ne yapmıştır ve ne yapmaktadır? Bu sorunun cevabı önemli.
Bu insanların yalnızca trafik ışıkları civarında çıplak ayakla dilendiklerini düşünmek yanlıştır ve sorunu tanımlamakta eksik bir yaklaşım olacaktır. Bu insanlar kuma olarak, fahişe olarak, organ tacirlerinin eline düşerek, çocuk tacizinin kurbanları olarak, tarım alanlarında gündeliği yirmi liraya çalıştırılarak ve sonunda biriken bu yirmi liralar da ödenmeden dövülerek yollanarak, tekstil atölyelerinde yedi sekiz dokuz yaşında on iki, on dört, on altı saat çalıştırılarak ve gene biriken paraları zaman zaman gasp edilerek ve bu çalışmaya ek olarak çok farklı şekillerde istismar edilerek ülkemizin ekonomisine, sosyal yaşantısına katkı sunmaktadırlar. Ancak ticaret ve haramilikte çok eski ve köklü bir geleneğe sahip olduğumuz için bu katkılar yetmemekte ve Suriyeli konuklarımızın etinden sütünden yününden kılından tüyünden yararlanma süreci birazdan izah edeceğim şekilde gelişmektedir. Hiçbir insanın oturmak istemeyeceği, yaşamak istemeyeceği, içinde bulunmak bir yana yanından bile geçmek istemeyeceği mekanlar Suriyeli konuklarımız sayesinde değer kazanmış ve ülke ekonomisine eklemlenmiştir. Buraların sahipleri ve hatta buraların sahibi bile olmayan bileği kuvvetli vatandaşlarımız buraları Suriyeli konuklarımıza değerinin çok çok üstünde bir fiyata kiraya vererek aile bütçelerine ve dolayısıyla ülke bütçesine katkıda bulunmaktadırlar. Çökmekte olan çökmesi an meselesi olan inşaat sektörü de bu konuklarımızın biraz daha yüksek gelir düzeyi olanlar için her gelir düzeyine uygun konutlar sunmakta ve hayatta kalmaktadır. Bütün bunlara ek olarak ve bütün bunlardan daha önemli olarak Avrupa ülkelerinin Frontex ile daha da güçlendirdikleri sınırlarını delme işlemi de bu kutsal Anadolu topraklarından başlamaktadır. Frontex, Avrupa Birliği’nin sınırsız yetkilerle donattığı ve tüm coğrafyalarda işlev görebilen mülteci püskürtmeyle görevli korkunç polis gücüdür. Temel işlevi insan tacirlerinin piyasasının, çocuk ve kadın ölümleri başta olmak üzere mülteci ölümlerinin korkunç bir grafik seyrederek artmasına hizmet etmektedir. Olan budur. Frontex bunu gerçekleştirmektedir. Avrupalının bu gücü oluştururken amacı mülteci ve göçmen geçişini durdurmaktır ve bu tabii imkansızdır ve imkanlı olduğu durumun korkunçluğunu da Stefan Zweig’i yetiştirmiş bir kültüre benim anlatmam da çok acı ve komik kaçmaktadır. Diyelim Avrupa yarattığı bu canavar polisle tüm sınırlarını kapattı ve hiçbir geçirgenlik kalmadı, bu zaten can çekişen Avrupa uygarlığının ölümü manasına gelecektir. Hiç şüphe yoktur ki hiçbir yaşayan organizma geçirgen olmadan ve deliksiz yaşayamaz. Her canlı organizma, her kültür delikli ve geçirgen olduğu oranda giriş çıkışlara farklılıklara izin verdiği oranda hayatiyet kazanır, hayatta kalır, sağlıklı kalır…
Ama biz gaddar vicdansız Yunan ve kafası çalışmayan Avrupalı öncesinde gene bize dönelim. Suriyeli konuklarımızın ülkemizin güneyinde oluşturduğumuz tabirimi mazur görünüz toplama kamplarında yaşadıkları, uğradıkları ayrımcılıkları, Sünni olmayan tüm grupların çektiği eziyetleri tamamen bir tarafa bırakarak onların İzmir Basmane’de, Kemeraltı’nda İstanbul Karaköy’de, Sultan Ahmet’te şurada burada ve diğer birçok ilde en kötü otel bile diyemeyeceğimiz otellerde genel raicin üstünde ücretler ödeyerek kalarak, kahvaltı edip yemek yiyerek ve lastik bot, can yeleği satın alarak ülke ekonomisine katkıları sürmektedir. Olaya ekonomik açıdan baktığınızda bir Suriyeli on Alman’a ve yirmi Rus’a bedeldir demek abartı olmayacaktır. Bir Alman üçbeşyüz avroya Antalya’nın yedi veya yetmişyedi yıldızlı otellerinde her içkiyi ve her yemeği istediği kadar öğünde istediği miktarda yiyerek ve içerek kalmakta ve kimse tarafından dövülmemekte sövülmemekte aşağılanmamaktadır. Halbuki biz Suriyelilerden yararlanırken birkaç aşamada fayda sağlarız. Önce onları çok küçük ücretlerle çalıştırır ve sıklıkla döverek korkutarak bu ücreti ödemezken bir kere önemli bir ekonomik aktivitenin birinci aşamasını tamamlamış oluruz ama durunuz dahası var. Bu insanlara çalışırken komik ücretlere çalıştırdığımız bu insanlara verilen her türlü hizmet ve malın fiyatı da normalden daha fazladır. Böylece iki aşamalı bir fayda sağlarız: Ucuza veya bedava çalıştırır ve elindeki parasını da tüm hizmet ve malları çok pahalıya satarak alırız ama bütün bunlar bize yetmez.
Bu insanlar ülkemizde kalmak istememektedirler. Savaştan kaçabilenlerin ülkemize gelerek canını kurtarmaktan dolayı her şeye rağmen bir şükran duygusu paylaştığını da ekleyerek -bu konuklarımızın temel amaçlarının ya ülkelerine dönmek ya da Avrupa veya Amerika, Avustralya, Kanada gibi ülkelere gitmek olduğu açık bir gerçektir. Nedense Katar veya Suudi Arabistan’a gitmek isteyen Suriyeli yoktur veya yok gibidir. Neden bir din kardeşinin ülkesine değil de ısrarla bir gavur ülkesine gitmek istiyorlar acaba? Belki de şu nedenle, haberi hiç değiştirmeden Avaaz.org sayfasından paylaşıyorum:
Suudi Arabistan 21 yaşındaki bir genci kafasını keserek idam etmek ve ardından cesedini halka açık bir alanda sergilemek için çarmıha germek üzere. Bu ülke, kısa süre önce Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin bir komitesinin başına getirildi. Eğer mesele çok ciddi olmasaydı, bu duruma komik bile diyebilirdik.
Ali Mohammed al Nimr hükümet karşıtı gösterilere katıldığı gerekçesiyle gözaltına alındı ve işkence altında alınan itirafıyla mahkum edildi. Ne yazık ki, Ali’nin vakası Krallıkta görülen tekil bir durum değil. Suudi Arabistan bu yıl 100’den fazla kişiyi idam etti. Bu, iki günde bir, bir idam anlamına geliyor!
Suriyeli konuklarımızın ve aslında tabii Afganların, Myanmarlıların ülkelerindeki savaş(lar), açlık, yıkım ve katliamlar daha uzun süre sürecektir. ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin çıkardığına tereddüt olmayan bu savaşlarda sonuçta çocuklar ve kadınlar ve erkekler babalar anneler kızlar oğullar ölmekte, ıssız kumsallardaki küçücük bedenleri herkese malzeme olmaktadır ve kameramanlar onları çelme takarak kucaklarında bebekleriyle yere düşürürlerken bu zavallı babaya İspanya’dan iş teklifi gelerek Rilke’leri, Hesse’leri, Dürenmatt’ları çıkaran batı medeniyetinin bütün bu kutsal gelenekten örneğin büyük Stefan Sweig’den bir damla bile vicdan ve akıl almadığını görüyoruz diyerek bu cümleden gramer olarak beceremesem de çıkmak istiyorum ve çıkıyorum ama acının içinden çıkamıyorum tabii ki.
Yukarıda yazdığım bütün bu ekonomik sosyal katkıları bize sağlayan Suriyeli konuklarımızın ülkemize bıraktıkları en önemli gelir kalemini sürpriz olsun diye sona sakladım ki sokakta gördüğünüzde bu pis, aç sefil çorapsız ve hatta ayakkabısız insanlara artık belki daha az küçümsemeyle bakabilirsiniz diye. Bunlar birkaç gün önce Edirne valimizin de geri püskürttüğü gibi tek bir yolla ülkemizden ayrılabiliyorlar; Ege Denizi bu geçiş yolu ve artık mavi değil kızıl bir deniz, biliyorsunuz ve en ucuz ücret kişi başına 1000 avro, bunun 5000 avro düzeyine kadar çıktığı da oluyor. Yalnızca bu yıl Yunan Adalarına ikiyüzbin mülteci geçmiş ve ölenler de bu parayı ödüyor, geçemeyenler de. Geçenlerde geçemeyen iki yavrunun bedenleri bütün gazete ve televizyonlarda idi ve Avrupa bile gördü sonuçta. Gördü de ne oldu diyeceksiniz ve bu soru bizi yazının başına döndürecek. Avrupalı insanlar çok ciddi bir sivil itaatsizlik başlattı ve mültecileri sahiplendi ama devletlerin tavırlarında Frontex anlayışı sürüyor. Bu sivil itaatsizlik de yakında sönecektir, çünkü bu sürdürülebilir bir durum değildir. İşinden, vatanından, sevdiklerinden koparılan bu insanlara kim ne kadar süreyle destek olabilir. Yunan adalarında “sonsuza dek” diyen ve hakikaten de bu desteği, bu olanaksızı sağlayan komşularımız var. Onları gördüm, onları tanıyorum. Her gün sahilden çıkıp evinin önünden geçen insanlara ilaç, ekmek, varsa yemek veren bir Yunanlı tanıyorum. Sabah çocuğunu okula bırakıp Midilli Limanı’nda ıslak ve üşümüş bekleşen insanlara simit poğaça ve sarınmak için battaniye götüren bir kadın tanıyorum, on yıldır sürdürüyor bunu.
Yani deliksiz bir ortak Avrupa sınırı, içeriye hiçbir şey sokmayan ve dışarıya bütün atıkların atılabildiği bir sınır bu yaratmak istedikleri sınır. Hiç adil olmayan, sağlıklı ve yaşamsal olmayan bir sınır. İçeriye hiçbir şey özellikle de çaresiz insanların -ki bu çaresizliğin temel sebeplerinden biri olan ekonomik çaresizlik, işsizlik, açlık, insan hakları ihlalleri, iç savaşlar, savaşlar gibi gerçeklerinde baş sebebi ABD ve onun eteğinin altına gizlenmiş olan bir Avrupa olduğu halde- hayatta kalmaya, yalnızca hayatta kalmaya çalışan insanları giremeyeceği ve ama dışarıya her türlü silahın, nükleer atığın ve sanayi atığın, her türlü uyuşturucunun çıkabileceği bir sınır bu. Üçüncü dünyalı insanların özgürce diledikleri ülkeye, diledikleri zaman, diledikleri şartlarda çıkabilmeleri durumundan bahis bile komik olur, çünkü yaratılan fiili durumda bütün az gelişmiş ülkeler bu batılı insanları bekliyor. Bu turistleri. Ama dediğim gibi onların on tanesi bile bir Suriyeli kadar döviz bırakmıyor ülkemize.
Charlie Hebdo katliamının ardından Avrupalılar kentlerin banliyölerinde yaşayan ve artık çoğu Alman, İngiliz, Fransız vatandaşı olmuş Müslüman azınlıklarda biriken çok şiddetli kini algılamak yerine bu mahallelere birkaç park daha yapıp, işsizlik aylığını ve sosyal yardımları arttırmak gibi çözümler düşündüler, düşünüyorlar. Halbuki bu nefret orada oluşmuyor. Brezilya’nın yağmur ormanlarında yüzyıllardır yaşadıkları yörelerden dev çokuluslu maden, su, monokültür tarım şirketlerinin ekosistemi daha rahat sömürebilmesi için sürülen yerliler, İsrail’in ezdiği Filistinliler, Nijerya’da Ogoni kabilesinin BP ve Shell tarafından yok edilen içme suları, kirletilen tarım alanları ve ırmakları, Nestle’nin Güney Afrika’daki yerel su kaynaklarını satın alarak susuzluğa ve hastalığa mahkum ettiği köylüler, Libya’da yaratılan, yalnızca batılı politikalar için yaratılan, Kongo’da yaratılan ve yaklaşık on milyon insanın öldüğü batılı sömürgecilerin ateşlediği iç savaş ve süregelen sömürü bu nefretin asıl nedeni. Bu sömürü sürdükçe bu nefret sürecek ve New York’ta, Madrid’de, Londra’da bombalar patlayacak, masum insanlar ölecek. Batılı doğuyu ateşe verip bir de üstüne sınırlarını kapatıyor. Doğulu içine düştüğü perişanlıkla birbirine akla hayale gelmeyecek tuzaklar kuruyor.
Bizim Suriyelilere yaptığımız tam da budur. Şimdi bütün bunlar yetmezmiş gibi, her gece kamplarda veya kentlerde veya yok pahasına çalıştırıldıkları tarım alanlarında, pavyonlarda ve kuma gittikleri evlerde korku içinde uykusuz ve ağlayarak sabahı bekleyen Suriyeli kardeşlerimizi son büyük bir işte de işlevselleştirileceklerinden korkarım: Acaba oy oranı sorunlu yörelere kitleler halinde yerleştirip çözümün bir parçası olarak kullanılabilirler mi. İşte o vakit herhangi bir insanı, bizim gibi duyguları olan bir insanı bir malzeme olarak sonuna kadar kullanmanın şahikasını yaratmış olacağız. Şahdık, şahbaz olacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.