90’lara geri mi dönüyoruz? Yaşanan son gelişmeler, 90’ları yaşayan herkeste aynı duyguyu yaratmış olmalı. Evet, acaba Çiller-Güreş ikilisinin “Topyekun Savaş” günlerine geri mi dönüyoruz? Hemen söyleyelim ki, hayır. Mevlana’nın güzel deyişindeki gibi; “Düne ait ne varsa dünde kaldı a cancağızım, şimdi başka bir şeyler söylemek lazım ”. Neden? 90’larda sosyalist sistemin çöküşüne bağlı olarak dünya […]
90’lara geri mi dönüyoruz?
Yaşanan son gelişmeler, 90’ları yaşayan herkeste aynı duyguyu yaratmış olmalı. Evet, acaba Çiller-Güreş ikilisinin “Topyekun Savaş” günlerine geri mi dönüyoruz?
Hemen söyleyelim ki, hayır.
Mevlana’nın güzel deyişindeki gibi; “Düne ait ne varsa dünde kaldı a cancağızım, şimdi başka bir şeyler söylemek lazım ”.
Neden?
90’larda sosyalist sistemin çöküşüne bağlı olarak dünya devrimci güçlerinde yaşanan dağılma ve bozgunun yerinde; şimdi, kapitalizmin küresel krizinin sermaye güçlerinde yarattığı zayıflama ve anti-kapitalist güçlerde dünyanın farklı yerlerinde öfkeli patlamalar biçiminde açığa çıkan tepkiler yaşanıyor.
İkincisi, ülkede o günlerde atomize olmuş, zayıflamış ve moralsiz olan halk güçlerinin yerinde; şimdi, Gezi direnişinde patlayan toplumsal güçlerdeki özgürlük arayışı zayıflayarak da olsa devam ediyor ve siyasal alana güç aktarıyor. Henüz herhangi bir siyasal özne tarafından “komünist” zeminde bir öncülük yapılamasa da, HDP-HDK ekseni o güç aktarımının “halkçı ve demokratik” bir siyasal alanda toplanmasını sağlayabildi.
Üçüncüsü, 90’lardakinden çok daha geniş askeri-politik güce ve toplumsal desteğe sahip bir Kürt halk hareketi gerçekliği var. Üstelik, o dönemde Ortadoğu’da eğilip-büküldüğü bin bir biçime girerek ancak ayakta kalıp- bölgeye tutunabilen Kürtler; şimdi, bölgenin en itibarlı, meşruiyeti ve askeri gücü yüksek politik güçlerinden biri. IŞİD’e karşı süren savaş bu iki olguyu güçlendiriyor ve meşruiyeti küresel bir yayılıma sıçrattı.
Dördüncüsü, “sistem güçleri”; 90’larda az çok oturmuş bir Kemalist rejimin anayasal normal-günlük işleyişini bir güç alanı olarak arkalarında bulurken; şimdi, kapitalizmin küresel krizi tarafından “dışarıdan” zorlanırken, “içeriden” de, oligarşik-totaliter rejimde AKP öncülüğünde yaşanan dönüşüm anayasal bir statüye kavuşamadığı için yaşanan “rejim krizi” tarafından zorlanıyor.
Beşincisi, yaşanan yüksek gerilimli sürecin baskısıyla, Kemalist rejimi “değiştiren” öncü güç olan AKP –Cemaat “ittifak alanı” arasındaki bağlar parçalandıktan sonra, şimdi de AKP’nin içinde bir Erdoğan-Gül çatlağının oluştuğunu görebiliriz. Erdoğan’ın “marazi” sivriliklerinden/yönelimlerinden rahatsız olan ve olası “hesap sorma” günlerinden korkan kimi AKP’liler, küresel ve yerel sermaye güçlerinin de arkalarından itmesiyle ürkek bir arayış içindeler.
Altıncısı, AKP’nin doğrudan kontrolünde olan MİT ve Polis teşkilatı 90’ları akla getiren bir “asabiyete” sahip olsalar da, savaşın esas yükünü taşıyan Ordu içinde aynı düzeyde bir “asabiyetten” bahsedilemez. Hatta, hepimizin gözü önünde yaşanan “Yarbay” olayı, Ordu içinde bir çatlağı açığa çıkarttı. Erdoğan/AKP ile Ordu arasında güçlü bir uyum olmadığı saptanabilir.
Ancak, savaşın öncü gücü olarak Erdoğan/AKP gözükse de, devletin “derin” güçlerinin de kendi tarihsel duruşlarının bir devamı olarak mevcut savaşın içinde ve önünde olduklarını ve savaşın bu iki ana gücün “ittifakı” tarafından yürütüldüğünü saptamalıyız.
Bu iki gücün hangisinin üstün geleceğini önümüzdeki aylarda göreceğiz.
Zaten “sıkışmış” olan Erdoğan’ın “kullanılıp-atılma” olasılığı yüksek görünüyor. ABD- NATO merkezli “derin” güçlerin, oldukça zayıflamış olan Erdoğan’a “son tekmeyi” vurma şansını yakaladıkları anda kullanacaklarından emin olabiliriz. İşte, bu “şans” dolayımıyla bakarsak, Erdoğan bir “seçim darbesi” adımlarını gün be gün atarken, derinlerde ilerleyen başka bir “darbe mekaniğinin” de işler durumda olduğunu saptayabiliriz.
Evet, “yüzeysel” bir bakışla kolayca görülebilen kimi benzerliklere rağmen; biraz “derin” bir bakışla görülebilen kimi güçlü gerçekler, 90’ların “Topyekun Savaş” koşullarından tümüyle farklı toplumsal-siyasal ve askeri gerçekliğin içinde hareket ettiğimizi ve her ne kadar Erdoğan süreci öyle bir hedefe doğru yürütmek istese de, 90’ların bir tekrarının imkansız olduğunu gösteriyor.
7 Haziran seçimlerinde istediği sonucu alamayan Erdoğan, kendisini “başkan” yapmayan sonuçları hiçe sayan bir yasa dışı konuma yerleşti. Yürüttüğü entrikalar ve yaptığı hilelerle, kaybettiği seçimleri “geçersiz” duruma sokarak, aslında hiçbir meşruiyeti olmayan ve keyfi bir “erken seçim” dayattı.
Muhaliflerinin ( elbette HDP’nin de) zayıflığından faydalanarak, onları şaşkın ve çaresiz bırakan bir cüret ve hızla hareket ederek, karşıtı partilerin içine elini atarak ve “havuz medyasını” kullanarak yol alıyor.
Yetmedi, kazanamayacağını bildiği iki savaştan birini başlattı, diğeri için Meclis’ten yetki aldı.
Şimdi, Kürtlerle savaş sürüyor ve Suriye’ye uygun zamanda “girmek” için tezkere çıkarıldı.
Ne yapmak istiyor?
Peki, AKP/Erdoğan ne yapmak istiyor?
AKP, aslında eski/”Kemalist” rejimdeki CHP’nin konumuna yerleşmek istiyor. Yeni rejimin kurucu gücü olarak bir statü-dokunulmazlık kazanmak ve (tıpkı eski Ordu-MİT güç alanı gibi) bir askeri güce (Polis-MİT güç alanı) dayanarak ve “Başkanlık” kurumunun koruyucu “kalkanını” inşa ederek, “öncü güç” olarak kazandığı statünün kalıcılığını garantilemek istiyor.
Evet, elbette yapılan yolsuzlukların ve işlenen cinayetlerin hesabını vermekten korkma ve bir biçimde iktidarda kalarak olası yargılamaların önünü kapatmak da isteniyor. Ama, onlar zaten burjuva politik alanına içkin-normal şeylerdir. Siz bakmayın muhaliflerinin koparttığı gürültülere, onları da görmedik mi ve aslında, hangi burjuva iktidarı yolsuzluk yapmaz ki?
AKP, esas olarak kurduğu rejimi ve onun “İslami” kimliğini topluma ve devlete geri dönülmesi zor olacak eşikleri aşıp en derinden işleyeceği ve özgün kurumlarla koruyarak kalıcı statüye kavuşturacağı bir konuma yerleşmek istiyor. “Başkanlık” ve “Yeni Anayasa”, inşa sürecinin zirve hedefi olarak sivrilip önem kazanıyor.
Öne çıktığı gibi bir kişisel kariyer hesabı olsa da, o hesabı da içine alan çok daha büyük hesabın içinde; “Başkanlık” ve “Yeni Anayasa”, ülkeyi hedeflenen bir yapıya yerleştirmenin bir aracı-aleti olarak kullanılacaklar.
İslam
Toplumun ve devletin “İslamcılaştırılması”, yani, İslam’ın yeni “normalite” haline gelmesi ve günlük yaşamın bu zeminde akıp gitmesinin hedeflendiği çok açık.
Ama, bu hedefe yürünürken, aynı zamanda, daha derinden ve bakışımlı işleyen bir süreç içinde, yoruma ve dönüşüme açık bir tarihsel/toplumsal doku olan İslam’da kapitalizmle tam bir uyumlulaşma için engeller çıkaran ve bir türlü temizlenemeyen kimi “tarihsel pürüzler” olabildiği kadar temizlenmeye çalışılıyor.
İşte, aslında, “İslam’ın” “yeniden üretilerek” küresel kapitalizmle daha uyumlu ve daha derinden ilişkilenebileceği bir yapıya “dönüştürülmesi” sürecinin de içindeyiz. En çok öne çıktığı ve parlatıldığı günümüzde, “İslam”, AKP eliyle, komünal-dayanışmacı kimi tarihsel köklerinden tümüyle koparılarak, “Batı” tarafından bir kez daha fethediliyor.
O noktada, yüzeyden bakınca birbirini dışlar gibi gözüken, ama gerçek yaşamda her ikisinin bir arada var olduğu bir konumlanma inşa ediliyor.
İlkin, İslam küresel kapitalizmle daha uyumlu bir yapıya dönüştürülerek iktidarın küresel dengelere yerleşmesi ve egemenler nezdinde meşruiyet kazanması sağlanıyor.
İkincisi, ilk “hizmetin” yarattığı olanaklar ve meşruiyete dayanıp, küresel hegemonyada yaşanan güncel boşlukların yarattığı fırsatlardan faydalanarak ve küresel egemenler arasındaki güncel gerilimleri kullanarak, bölgesel hegemon güç/ “Yeni Osmanlı” olmak hedefleniyor. “Taşeron” olmanın sağladığı “sınırlı-kontrollü” olanakların ötesine geçmek ve kendi güncel çıkarlarını ve yönelimlerini de bölgeye dayatabilen kısmen “bağımsız” bir bölgesel güç konumuna sıçranmak isteniyor.
Seçim darbesi
İşte, “4’lü çete” ya da “Saray çetesi” olarak anılan, Erdoğan ve Akdoğan, Davutoğlu, Ala’dan oluşan öncü ekip/”Sivil Cunta”, kendisini böylesi bir konsepte ve hedefe yerleştirerek yol alıyor. Küresel ve yerel sermayenin çıkarlarını savunarak, neo liberal tüm önlemleri gözü kara tarzda hayata geçirerek ve ( “dünya nimetleri” yüzünden o çok çatıştıkları Cemaat’le birlikte) “İslam’ı dönüştürerek” sistem içi meşruluk kazanıyor ve rakip siyasal partilerin acizliğinden ve korkaklığından faydalanarak egemen kalmayı başarabiliyorlar.
4’lü çete/”Sivil Cunta”, hedefine doğru yürürken, “mazlum edebiyatı” ile kendine acındırmak, devlet terörünü sonuna dek kullanmak, hile ve entrika yapmak, bölgesel terör gruplarını yoğun biçimde desteklemek, Kürt halkı üzerinde oynayarak ve Alevileri nefret nesnesi haline dönüştürerek etnik ve mezhep çatışmasını körüklemek, kendi sermaye gruplarını yaratarak yolsuzluk ve türlü hırsızlıklarla hızla büyümelerini sağlamak, çeşitli “Göbels” özentileriyle doldurdukları medyayı tek sesli haline getirmek gibi bir dizi süreci aynı anda devrede tutuyorlar.
Hile ve entrika yoluyla devreye sokulan 1 Kasım seçimlerinin, gerçek bir seçim olmadığını ve bir “sivil darbe” olarak dizayn edildiğini görüyoruz.
Şiddet düzeyi gittikçe artan savaş sürecek ve o koşullarda şayet bir seçim yapılabilecekse-ki, gün geçtikçe bu ihtimal zayıflıyor; o seçim, olağanüstü koşullarda, HDP seçmeninin oy kullanamadığı, sandık başında her türlü hilenin açıkça ve göstererek yapıldığı ve malum “400 vekilin” AKP tarafından kazanıldığı “resmi açıklamasının” resmi ve sivil silahlı şiddet kullanılarak topluma zorla kabul ettirileceği bir biçimde yaşanacak.
Ancak, öyle görülüyor ki, bir faşist diktatörlük kurabilmek için yeterli güce henüz sahip değiller ve böyle bir diktatörlük için gerekli toplumsal onayı da henüz üretebilmiş değiller. Ek güç kazanabilmek için olağanüstü bir çaba sarf etseler de, henüz bunu başaramadılar.
Egemenler ve onların farklı rejimleriyle bir biçimde anlaşamayan toplumsal güçler açısından da yeni bir başlangıcın içindeyiz.
Evet, Gezi’den ve şimdi yeniden başlayan savaştan başlangıç ivmelerini alan yeni bir dönemin içine girdik.
Önceki dönemi, 2010’da başlayan ve “Devrimci Halk Savaşı” (DHS) olarak adlandırılan savaş, arkasından gelen “Çözüm Süreci” ve Gezi ayaklanması, birbirini yaratıp güçlendiren toplumsal süreçlerdir. Bunların yarattığı sert sarsıntılar, egemen iktidar alanındaki AKP-Cemaat ittifakını dağıttı.
O dağılma, Gezi’de başlayan AKP’nin düşüşüne ivme verdi ve son seçim sonuçları, Erdoğan için hayallerin bitişi anlamına geldi. Bitişin kabullenilmemesi ve yasa-dışı hilelerle dayatılan erken seçimde kazanabilmek için kışkırtılan savaş ise, zaten Gezi ile başlayan bir yeni döneme güç kazandırıyor.
Öncekinden daha üst bir zeminde başlayan savaş, esas olarak şehirlerde yaşanıyor ve yaratabileceği sonuçlar itibariyle, Gezi’nin hareket halindeki toplumsal dinamikleriyle ve sanayi işçilerinin direnişleriyle ortaklaşabileceği bir zemine yerleşmeye çalışıyor.
“Genel ve üsten” bir bakış, bir “Özgürlük” ve “Hak” arayışının ve bu arayışın politikleşmiş hali olarak “Halk Meclisleri” ve “Demokratik Cumhuriyet” yöneliminin, hareket halindeki farklı toplumsal dinamiklerin ortak özlemi olduğunu görüyoruz.
Şüphesiz, sadece“yüzeyden” bir bakış atarsak, savaş gerçekliği, Kürt halkı, sanayi işçileri ve Gezi’nin toplumsal dinamikleri arasındaki ilişkileri zorlaştırıyor ve hatta kimi zaman birbirinden çok uzağa itebiliyor. Ancak, bu uzaklaşmalar o toplumsal güçlerin nesnel olarak ortak bir stratejik yönelim içinde oldukları gerçekliğini değiştirmez. Ortaklaşmaları yönündeki nesnel toplumsal dinamikler zayıf olsa da çalışıyorlar ve öncü bir gücün usta müdahaleleri sürecin hızla ve sonuç alıcı tarzda akışını sağlayabilir.
Zaten, sanayi işçileri henüz katılmamış olsa da, Kürt halkı ve Gezi güçleri arasındaki yakınlaşmanın somut bir göstergesi olarak, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin aldığı oy oranını gösterebiliriz.
AKP’nin askeri saldırılarının onun Kürt halkı içindeki hala süren etkisini azaltacağını ve en son savaş tezkeresine verdiği kabul oyunun CHP’nin özellikle Arap Aleviler başta olmak üzere bütün Aleviler içindeki etki alanının da aynı biçimde daraltacağını öngörebiliriz.
Açık ki, her iki gelişme de, HDP’nin etrafındaki güç alanını büyütüp derinleştirmeye adaydır. Ancak, savaşın derinleşmesi, HDP’yi de aşan toplumsal ve politik odaklaşmaları yaratabilir.
Egemen güçler
Devletin kritik noktalarındaki hakim konumunu kullanarak, “Gezi” sonrasında yerleştiği eğik düzlemdeki düşüşünü durdurmaya ve kurduğu rejim içindeki öncü rolünü kalıcılaştırmaya çalışan AKP; “Demokratik Cumhuriyet” yönelimine karşı, yeni rejimi üstüne yerleştirdiği oligarşik-totaliter statükonun bütün olanaklarını kullanarak hamle yapıyor ve faşist bir devlete/rejime doğru sürükleniyor.
Bu sürüklenişin, amacına ulaşarak bir faşist diktatörlük kurabileceği toplumsal güce ve meşruiyete henüz sahip olmadığını saptayabiliriz. Ek güç ve meşruiyet üreterek hedefe ulaşmanın bir aracı olarak kışkırtılan etnik ve mezhep farklılıkları ve somut olarak da Alevilere ve Kürtlere dönük yaratılan düşmanlıklar, kazananı olmayacak bir iç savaşı körüklüyor.
AKP’nin askeri güç alanı MİT ve polis teşkilatı tarafından oluşturuluyor, ele geçirilen yargı ise yapılanlara hukuki kılıf geçiriyor. Bu güç alanı, etrafını saran gerginlik eksenlerini, onlara ters yönde ve yıkıcı gerginlikler yükleyerek ve yetmediğinde askeri-polisiye hamleler yaparak geriletmeye çalışıyor. En büyük avantajı ise, burjuva güç alanı içinde rakibinin ve seçeneğinin olmaması.
Ancak, yine de, bir savaş haline sıçrayan saldırılar giderek sayısı ve ağırlığı artan suçlar işlenerek ve yolsuzluklarla yürütülebildiği için; gerilimin yükselişinin belli eşiğinde yoğunlaşıp sertleşecek olan AKP üstündeki baskının zorlamasıyla, şimdilik Gül etrafında toplanmaya çalışan muhalefet odağının şu ya da bu biçimde parti içinde güçlü bir çatlak ve yarılma yaratması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Gündeme giren savaşta PKK’ye vurulacak ağır darbeler ve yaşatılacak askeri yenilgi, AKP’ye nefes aldırarak iktidarını sürdürebilmesi için peşinde olduğu ek gücü kazanmasını sağlayabilecekken; tersi yönde ve gerillanın inisiyatifinin güçleneceği bir zeminde yaşanacak gelişmeler, AKP’yi uçuruma doğru itecektir.
Sermaye, CHP ve Ordu
Gerçekte sistemin egemeni olan sermayenin acizliği ise, onun serbest rekabetçi dönemin dinamizmini genetiğine alamayıp doğrudan finans-kapital biçiminde gerçekleştiği “doğum hatasının” sonucu olan “şahsiyetsizliğinin” ve “güçsüzlüğünün” günümüzdeki izdüşümü.
Sermaye, ABD-NATO ekseni arkasında olmasına ve eski “haddini bilmeyen” dokuları “ameliyatla” temizlenip atılan ve NATO ile eskisinden daha derin bir kaynaşma içinde olan Ordu da bu eksenin içinde konumlanmasına rağmen; mevcut rejim krizine güçlü bir çözüm yaratamıyor.
Öyle ki, mevcut krizin çözümsüz kalıp sürdükçe yayılıp derinleşmesinin; Kürtlerde ve Alevilerde “kopuş” iradesi oluşturması, “Ordu’da huzursuzluk” yaratması ve giderek sistemin koruyucu gücü “devletin gücünün sınırlarını ortaya çıkarması” gibi kimi ağır sonuçları, sadece “rejimin” değil “sistemin” kalıcılığını da riske atmasına rağmen; sermaye, çözüm gücü olamıyor.
Sorun şu ki, “Evdeki hesap çarşıya uymadı!”
Rejimin oligarşik-totaliter yapısıyla bir sorunu olmayan ama zirveyi Ordu ile paylaşmaktan rahatsız olan sermaye, AKP’yi “maşa” olarak kullanarak Ordu’yu oligarşik egemenliğin alt basamaklarına itmek ve zirvede kendisinin mutlak egemenliğini kurmak istemişti. Eh, o konuda başarılı olundu.
Gelin görün ki, “maşa” “dişli” çıktı ve “gök kubbenin altında kendi yerinin” ne olacağı konusunda oldukça iddialı. “Git!” deyince gitmiyor; “peki o zaman, yönet!” deyince, kendi kapasitesi/yetenekleri artık yetmediği için, onu da beceremiyor.
O zaman, sermaye güçleri ve AKP arasında hepimizin gözünün önünde bir itiş-kakış yaşanıyor.
Erdoğan/AKP’ye karşı, TÜSİAD ve onun hizmetindeki Doğan medya grubu tarafından yürütülen “demokrasi” kampanyasının ve çoğu soldan dönme liberal kalemşörler tarafından yapılan “diktatörlük” suçlamalarının gerçek yaşamda hiçbir karşılığı yok.
Orta yerde çokça duyulan “demokrasi” söyleminin, sermaye açısından hiçbir önemi yok. O, cebine girene bakar ve yapısal olarak demokrasiye değil, kendisi için kurulmuş fideliklerde “el bebek-gül bebek” oluşup büyüdüğü oligarşik-totaliter statüye bağımlıdır. O, demokrasiyi ancak halkın zoruyla ve o zorun gücü oranında kabul eder, daha doğrusu “tahammül eder” ve üstelik ilk fırsatta “geri püskürtmek” özlemiyle doludur.
O içi boş “demokrasi” söylemlerinin, AKP’ye kurdurduğu yeni rejimini “tümüyle ele geçirmek” isteyen sermayenin mutlak iktidar hedefli yürüyüşünün toplumsal güç ve meşruiyet oluşturma araçları olmaktan başka kıymet- i harbiyesi yok. Sermaye hedefine ulaşabilirse, o sözler “uçan balonlar” gibi gökyüzünde kaybolup gidecek.
Neo iberal önlemlerin üstelik kapitalizmin küresel krizi koşullarında derinleştirilerek uygulanması ile demokratik bir rejim, birbirini dışlayıp ret eden olgular.
Sermaye, şayet güçlü seçenek yaratamazsa, Erdoğan’ın iktidar ısrarını pekala kabullenebilir; hatta gerekirse beş vakit namaz kılmaya da başlayabilirler! Üstelik, Erdoğan’ın “Nankörler!” ithamı hiç de haksız değil; O’nun döneminde önceki uzun on yıllarda kazandıklarının kat be kat fazlasını kazandılar, rakamlar ortada!
Sorun; ilkin, sermayenin kriz koşullarında daha da aciliyet ve önem kazanan mutlak iktidar isteği; ki, böylece istedikleri her şeyi “rahatça” yapabilmenin en güçlü zeminini oluşturmuş olacaklar. İkincisi, AKP’nin Erdoğan liderliğinde gidebileceği yere ulaşması ve sonrasında yapılmaya başlanan ve çapı giderek artan hataların, rejime ve sisteme verdiği hasarların artık kabul edilemez bir noktaya ulaşması.
Evet, sermaye açısından, Erdoğan/AKP bütünleşmesinin parçalanması ve Erdoğansız bir AKP’nin oluşması ya da artık pek mümkün gözükmese de Erdoğan’ın “yola gelip hizaya girmesi” gerekiyor.
Sermaye, esas olarak bir CHP-AKP koalisyonu istedi, halen de o isteğini sürdürdüğü görülüyor.
CHP bu “görevi” hemen kabullense de, koalisyon üzerinden “eğitilip hizaya çekilmeye” zorlanacağını gören Erdoğan’ın bu seçeneği reddetmesi, koalisyonun önünü tıkadı. Aynı “görevi” vererek arkasından itekledikleri Gül’ün “tüccar” kafasının çapsızlığı ve korkaklığı, Erdoğan’a karşı hamle yapmasını engelliyor. O, ama bekliyor; üç vakte kadar ve inşallah, armut pişecek ağzına düşecek!
Peki, başka yollar yok mu? Var; Ordu, eskisinden farklı bir tarzda olsa da, “hizmete hazır” ve zamanını bekliyor.
İçindeki kimi “marazi” ve “sivri” unsurların “Ergenekon” operasyonuyla temizlenmesiyle, sermaye ile oligarşinin zirvesinde “ortak” olma düzeyinden bir kerte “aşağı” bir konuma yerleştirilen ve bakışımlı olarak, ABD ve NATO tarafından daha derininden “fethedilerek” doğrudan “kaynaşma” sağlanan Ordu; mevcut kaotik ortama “müdahale” için hazırlıklarını yapmaya başlamış olmalıdır.
İşte, şayet bir biçimde Erdoğan/AKP’nin şimdiki sürüklenişi kontrole alınamazsa ve sermayenin hareketinin hızı ve yoğunlaşmasını engeller hale gelirse; operasyonlarla “terbiye” edilerek eski zamanlara göre oldukça “kullanışlı” hale getirilmiş olan Ordu; sermaye ve onun askeri gücü olan NATO ile emir-komuta düzeyinde doğrudan bağımlı olacağı uygun bir “askeri müdahale” ile devreye sokulabilir.
CHP ve MHP’nin güçsüz, kısır ve sönük bir duruşu aşamamaları, sermayenin seçenek yaratmasının önünü tıkıyor.
“Asabiyeti” güçlü, kurnaz ve saldırgan Erdoğan, CHP ve MHP’yi sürekli tokatlayıp serseme çevirerek mağlup ve kendilerine güvensiz hale soktukça; Gül, “taşralı tüccar” kafasının çapsızlığıyla yükseklerdeki güç dengelerinin soğukluk ve sertliğinden korktukça; kendisini rakipsiz ve önünü boş gören Erdoğan çoşuyor, sınırlarını ve yetmezliklerini göremeyerek her şeyi yapabileceği sanrısına kapılıyor.
O’nun gücünün fazlalığı, esneklik ve kapsayıcılığı besleyerek hegemonya kapasitesini arttıracak olan, soğukluk, bilinç ve kültür birikimi ve bakış zenginliğiyle beslenemediği için, kendisini boğabilir.
Öyle ki, tıpkı ısınmak için evini yakan ahmak gibi, etnik ve mezhep çatışmalarını kışkırtarak kimsenin kazanamayacağı bir ”iç savaşı” körüklüyor. Yetmiyor, Ortadoğu bataklığında gücünü aşan inisiyatifler alabilmek için buradan oraya doğru fütursuzca açtığı sözümona “gizli” yollarla, aynı zamanda orada insan kanıyla ve büyük yıkımla beslenen yüksek gerginliğin Türkiye’nin içine doğru akacağı kanallar inşa ediyor.
İşte, doğrudan NATO güdümlü bir Ordu darbesi, (tıpkı olası bir AKP-CHP koalisyonunda deneneceği gibi) böylesi bir derin açmaz ya da tıkanma içine düşen siyasal rejimi ve onun siyasal partiler yelpazesini “restore ederek yenilemek” hedefiyle yapılabilir.
Kapitalizmin Türkiye’deki gelişme düzeyi ve bağlı olarak sermaye güçlerinin yüz milyarlarca dolarlık menfaatleri; rejim krizinin, sözgelimi Libya ya da Suriye’de olduğu gibi büyük bir yıkıma doğru sürüklenmesini engelleme girişimlerinin önünü açıyor.
Ancak, Ordu’nun da işi zor. İşler, karargahta planlandığı gibi gitmeyebilir, koşullar 12 Mart ya da 12 Eylül’den oldukça farklı.
Bir Ordu darbesiyle iktidardan devrilecek AKP’nin direnişi, şimdi “uyuyan” el-Kaide ya da IŞİD hücrelerinin muhtemelen başlatacakları silahlı eylemler, Gezi’de patlayarak gücünü gösteren halk güçlerinin “özgürlük” arayışı, sanayi işçilerinin neo liberal uygulamalara karşı “bıçağın kemiğe dayandığını” gösteren son direnişleri ve oldukça güçlü bir konuma yerleşen PKK’nin yürüteceği savaş; açıktır ki, yapılan askeri darbenin etrafını çok farklı gerilim eksenleriyle saracak ve sürekli zorlayacaktır.
İşte, “Görünen köy kılavuz istemediği” içindir ki; sermaye, askeri darbeyi son çare olarak görüyor. Diğer seçenekler sonuna dek zorlanacaktır.
D- PKK ne yapmak istiyor?
PKK, son askeri hamlesini, içine derinlemesine kök saldığı Orta-Doğu’nun çok yönlü bir karmaşa olarak kendisini gösteren kaotik ortamında yaptı.
Herkes biliyor; PKK, artık sadece yerel değil aynı zamanda bölgesel bir güç ve her hamlesini aynı zamanda bölgenin koşulları terazisinde de tartmak ve dengelemek zorunda.
İşte, yapılan son askeri hamleyi de, sadece “yerel” değil, aynı zamanda bölgede şekillenen gerçek güç ilişkileri içinde anlamlandırabiliriz.
O, böylesine kapsamlı bir hamleyi, kimilerinin iddia ettiği gibi sırf “macera” olsun diye veya “savaş ya da iktidar fetişistliği” yüzünden yapmıyorsa; güncel kaotik ortamın kendi iradesini dayatabileceği boşluklar yarattığını ve buraları fethederek, Türkiye devletiyle olan ilişkileri başta olmak üzere kendi hedeflerine doğru yol alabileceğini saptamış olmalıdır.
Mevcut kaotik ortama müdahale eden diğer güç alanları gibi PKK’nin de, bölgedeki koşulların kendi iradesine yol verdiğini gördüğü ve güncelliğin ötesine sıçrayarak tarih-yapıcı kapsamda bir hamle yapmaya zorlandığını ve hatta böyle davranmaya mecbur olduğunu saptadığı anlaşılıyor.
Şimdi, onların durduğu yerde konumlanarak ve doğrudan kendi tarihlerine ve güncel açıklamalarına dayanarak, bölgesel ve yerel koşullarla içe geçmiş bir gerçek konumlanma içinde olan PKK’nin ne yapmak istediğini anlamaya çalışalım.
Yazının ikinci bölümü önümüzdeki günlerde yayımlanacaktır : Neler Oluyor-2 (D-PKK ne yapmak istiyor, E- Ne yapmalı?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.