sana darbe yaptırmayacağız! – ayşe düzkan

akp karşıtı safların bütün kesimleriyle temas edebilecek bir cepheye, hızla üstümüze gelen ve akp’nin savaş ortamında göğüslemeyi tercih edeceği ekonomik krize karşı emekçilerin yanında, onların silahı olabilecek, başta sendikalar olmak üzere tüm araçları hazır etmeye, yaklaşan sürekli direniş döneminde, haber alma hakkımızı ve araçlarımızı savunmaya, forumlarımızı belki canlandıramasak da yerel örgütlenmelerimizi kurup güçlendirmeye ihtiyacımız var

geçtiğimiz günlerde, suruç’ta sosyalistlere karşı 1 mayıs 1977’den beri en büyük saldırı gerçekleşti. yaşı yetenler bir kabus gibi, yetmeyenler bir korku anlatısı olarak 1990’lara dönüldüğünü vurguluyor. gerçekten de, hızla yükselen çatışma ortamı o yılları hatırlatıyor. bunun yanı sıra, hükümetin, bir kısmının milletvekili bile olmamasının gayrimeşruluğuyla, siyasal baskı konusunda aldığı kararların cüreti 1980’li yılları andırıyor. öte yandan, zaman zaman yargıyla ehlileştirme opsiyonu da elinde bulunmak üzere, sivil bir silahlı gücü bulundurmak anlamında 1970’li yılların –aslında bir anlamda kökeni de olan- milliyetçi cephe ve adalet partisi hükümetlerine benzediği de aşikâr.

yeni türkiye, başka bir çatışma

bütün bunlar, gerçek yani adil bir barış olmadan gerçekleşen bir ateşkesin durumu daha da geriye götürebildiğini düşündürüyor. akp hükümeti, zaman zaman, özellikle kürtlerin oyuna göz koyduğu dönemlerde, farklı söylemler kullansa da barıştan hep “başlarını ezmek”i anladı. şimdi bunun bir kere daha açıkça dillendirildiği bir dönemdeyiz.

öte yandan, bugünün 1990’lı yıllardan birkaç önemli farkı var; pkk eskisine göre –sadece, rojava’da gerçekleşen değişim ve ışid’e karşı savaşmasının etkisiyle uluslararası alanda değil, askeri olarak da- daha güçlü. bunun bir sonucu olarak, gerillanın güvenlik güçlerinden kat be kat fazla kayıp vermesine rağmen mücadeleyi sürdürdüğü bir süreçten ziyade, iki tarafın da benzer kayıp verdiği/vereceği bir dönemden geçiyoruz. diğer yandan, özellikle de bedelli askerlik yasası’nın üzerinden bu kadar kısa süre geçmişken türkiyelilerin bilincinde önemli bir değişim oldu; ciddi bir çoğunluk oğlunu feda etmeyi kabul etmiyor, savaşın sarayları değil konduları vurduğunun ve vatan savunmasıyla falan ilgisinin olmadığının farkında. şehit evlerinden, 1990’lardan farklı sesler yükseliyor. daha önce şehit yakınları arasında bunu söyleyen vardıysa da, siyaset ve medya sansürü sebebiyle haber olmuyordu, artık durum böyle değil (bu vesileyle, o yıllarda sesini yükseltmiş o cesur kadını, tomris özden’i sevgiyle anayım).

ama en önemli fark şu bence, devletin ateşkesi ihlal ederek başlattığı bugünkü çatışma ortamı esas olarak devletin kürt politikasından değil, hükümetin dış politikasından ve iktidarda kalma çabasından kaynaklanıyor. ve geniş kesimler bunun da farkında.

akp’nin neden kendini iktidarda kalmak zorunda hissettiğini anlatacak değilim. ama her şeye rağmen iktidarını korumak için toplumu kutuplaştırma ve kendi tarafında olan çoğunluğu tahkim etme stratejisine sık sık başvurduğunu hatırlatmak isterim. bu noktadan bakıldığında, “teröristler ve destekçileri” toplumun milliyetçilik hafızasında yeri olan, kullanışlı bir “düşman”; iktidarın, ülkenin farklı illerine gidecek şehit cenazelerinin manipülasyon imkânlarına nasıl bir umut bağladığına seçim öncesi hdp yöneticileri de dikkat çekmişti.

üstünkörü bir bakış bizim açımızdan epeyce umutsuz bir tablo koyuyor ortaya; çatışma ortamında bir erken seçim ihtimali!

olup biteni nesnel kaynaklardan izleyen bir göz ateşkesi kimin bozduğunu açıkça görebilir ama devletin saldırılarını pkk’nin eylemlerine dayandırdığı demagojisi itibar görüyor ve devlete söz geçirmek tahayyüle sığmayıp pkk’ye talimat vermek akla uygun bulunuyor ki pkk’ye koşulsuz silah bırakma çağrıları yapılıyor. bilindiği gibi bu kalkışma 38. kürt isyanı, eğer bundan önceki 37 isyana silah bıraktırılmamış olsaydı, onlar başarıya ulaşsaydı, bu isyanda hayatını kaybeden 40 bin kişi bugün aramızda olacaktı. çünkü barışın tek garantisi adaletin sağlanması ve sömürgeci politikaların son bulması; isyandan vazgeçilmesi değil. o yüzden devletin müzakere masasına oturması için bu tür koşullar öne sürmek kürt halkının dostlarının işi olamaz diye düşünüyorum.

öyleyse ne yapacağız?

eleştiri, sol içinde zaman zaman bir güç gösterisi, bir ezme, diz çöktürme aracı olarak kullanılageldi. bunu gereksiz ve kendi içimizde şiddete dayanan bir siyaset izleme anlamında yanlış buluyorum. ama önümüzdeki dönem üzerine düşünürken yakın geçmişimizi değerlendirmekte yarar olduğunu düşünüyorum.

haziran direnişi, akp’yle mücadelenin elitlerle –paşalar, hukukçular, gazeteciler, bürokratlar, cumhuriyet seçkinleri- işbirliği yaparak değil kitlesel bir hareketle gerçekleşebileceğini göstermişti. 7 haziran seçimleriyse bunun kürt ve türk halklarının ortak mücadelesiyle mümkün olabileceğini ortaya koydu. ama ikisi arasındaki geçiş daha az sıkıntılı olabilirdi.

bayrakları bayrak yapan…

bugün devletin, burjuvazinin ve erkeklerin elinde çok güçlü ideolojik aygıtlar var. solcuların işi, ne bunlara maruz kalan ve bunlar sayesinde bilinçleri kendi aleyhlerine olacak şekilde çarpıtılan geniş kitleleri bu durumdan sorumlu tutmak ne de bu çarpılmaya tabi olmak. bize düşen bu araçlara karşı sabırla mücadele etmek.

kim olduğunu da, hangi mecrada okuduğumu da hatırlamıyorum, beni bağışlasın, bir arkadaşımız, haziran direnişine türk bayraklarıyla katılanlar için, bayrak, halkın elinde devletin elinde olduğundan farklı bir işleve sahiptir, mealinde bir cümle sarf etmişti. bütünüyle katılıyor ve eklemek istiyorum; ulusal bayrak, bir sol örgütün elinde, halkın elinde olduğundan çok farklı bir anlam ifade eder. solun dünyanın her yerinde ulusal bayrağı kullandığı doğru değil, ikinci dünya savaşı gibi açık işgal durumlarında ulusal direniş hareketleri ulusal simgeleri kullanmıştır, evet (emperyalizm değil açık işgal diye altını çizeyim) ama “sol”dan sosyalistler, komünistler ve anarşistleri anlıyorsak hepsinin enternasyonal geleneğinin olduğunu hatırlarız. haziran direnişi sırasında politikleşen kitleler, ulusal bayrağı ellerinden bırakacak çünkü kürt halkının gerçekliğini kavrayacak bir bilinç sıçramasının ya içinde ya eşiğindeydi ama onları kolayına saflarına katmak için ilksel bilinçlerine sahip çıkanlar oldu. aynı hatada ısrarın, önümüzdeki günlerde geçmiştekinden daha büyük sıkıntılar yaratacağı çok açık diye düşünüyorum.

senin allahın var mı?

geçtiğimiz 12 yıl boyunca iktidarın, allah inancı ve günah korkusu olanların uzak duracağı bir sürü ameline şahit olduk. sadece yolsuzluklardan, makaralardan söz etmiyorum, inançlı bir topluluk, her kimin olursa olsun, cenazeye saygısızlık edebilir mi mesela? şu çok açık, akp için din, bir ritüeller toplamı ve yönetim aracı. yönetim aracı olması iki noktada ortaya çıkıyor; bunlardan, tarihsel olarak yeni olan şu; dünyanın dört bir yanında birbirine omuz vererek iktidarlarını güçlendirecek ortaklar bulabilme imkânı (küreselleşme, emeğin göçü ve avrupa ve kuzey amerika başta olmak üzere güçlenen islamofobi de buna güç veriyor; bununla, türkiye’de islamofobi bulunduğunu kastetmediğimin altını çizeyim) yani örneğin abd’de, müslüman bir ailede dünyaya gelmiş bir gencin, sınıf arkadaşlarının haritada yerini zor gösterecekleri bir ülkede islam devleti kurulabilmesi için kendisini feda edebilmesi, körfez ülkelerinin petro-dolarlarıyla silahlanabilmesi…

diğeriyse en az cumhuriyet tarihi kadar eski, yönettiği insanların dini inançlarına hitap etme ve onları yönlendirmek için bu inançları kullanma. yani örneğin emek gücünün büyümesi için yürütülen nüfus politikaları kürtaj yasağını mı gerektiriyor, bunun günah olduğunu iddia ederek geniş kesimleri yanına çekme (iktidar, erkek egemen ideolojiyi de benzer biçimde kullanıyor, ailelerin oyunu belirlediğine inandığı erkek nüfusun gururunu, iktidarını, egemenliğini okşayan sözlerle onları kendi safına çekiyor. nitekim, iktidar partisi çevresindeki kadınların ciddi bir kısmı –en azından isimlerini, yüzlerini bildiklerimizin çoğu- hiç de iktidar sözcülerinin öngördüğü şekilde yaşamıyor).

bütün bunlar ortadayken ve bölgede siyaset ve çatışma dengeleri, esasen, bir emperyalizme direniş eksenine (bu terime, yaygın olarak kullananlar gibi tek belirleyen olma önemini atfetmemekle birlikte görmezden gelmenin mümkün olmadığını düşünüyorum) işaret ederken ve akp ve onu eleştiren islamcıların da pek çoğu bölgeyi din ve mezhep çatışması üzerinden açıklamak isterken türkiye’de solun mücadele eksenini laiklikle çizmesi ne derece doğru? bunun, cumhuriyet’in kazanımlarını, örneğin kadınların başını açmasıyla özdeşleştiren, dar ama şu konjonktürde kolay ulaşılabilen bir kesime hitap etmek dışında bir işlevi olabilir mi? allah inancı olan, kendini müslüman olarak tanımlayan ama akp siyasetinin büyük zarar verdiği geniş emekçi, kadın ve hatta lgbti kesimlere bu çizgiyle ulaşmak mümkün mü?

sürekli seçim sath-ı maili

birkaç gün öncesinde diyarbakır mitinginde patlayan bombanın canlarından, kollarından, bacaklarından ettiği insanların acısıyla gölgelense de, 7 haziran seçimleri çoğumuzda büyük bir sevinç ve zafer duygusu yarattı. yüzde 13,5’ta, o alandaki dehşeti yaşayanlar başta olmak üzere, hdp’li olsun olmasın seçim çalışması yapan, müşahit olan, ev ev oy toplayan, sandık sandık oy koruyan insanların emeği var.

çoğunluk hdp’ye, programını ya da politikalarını benimsedikleri için değil, selahattin demirtaş’ın o veciz deyişindeki “seni başkan yaptırmayacağız” saikiyle oy verdi. hdp’nin radikal demokrasi olarak tanımlanabilen programıyla ilgili tartışmaları bir kenara koyabiliriz ama bu programın hdp’nin oyların çoğunluğunu alması durumunda bile hayata geçirilebilmesi mümkün mü?

bu seçim önemliydi evet, ama genel olarak seçimler tam da bu yüzden önemli değil. devrimciliği de, daha cesur, daha onurlu, daha radikal bir pozisyon olduğu için değil, bu sebeple benimsiyoruz. özel mülkiyetin ortadan kalkması vb. bir yana, bugünkü yasal sınırlar içinde mümkün görünen bazı değişimlerin bile, devrimci bir örgütün müdahalesi, koruması olmadan gerçekleşmesi mümkün olmadığı için. inanmayan yunanistan’a baksın!

o yüzden, başta marksizme referans yapanlar olmak üzere, hdp dışındaki sol grupların hdp’ye verdikleri desteği “onu başkan yaptırmamak”tan daha ileri hedef ve taleplerle (ki onun bile seçimle mümkün olamadığını maalesef görüyoruz!) açıklamış olmalarını anlamakta güçlük çekiyor ve yanıltıcı buluyorum.

biz var ya biz…

öte yandan, herkesin çok iyi bildiği bir gerçek var; seçim dönemi geniş halk kitlelerinin en fazla siyasetle ilgilendiği, siyaset konuştuğu dönem olduğu için propaganda imkânları genişler. sol hdp’ye mutlak bir angajmanla ve gerçekleşebileceğine kendisinin de inanmadığı taleplerle bu dönemi bir miktar çarçur etmemiş olsaydı bugün çevremizdeki daha geniş halkalar bilinç anlamında daha donanımlı ve önümüzdeki döneme daha hazırlıklı olmaz mıydı? çünkü politikleşmek, “bizim” talep ettiğimiz yönde hareket etmek değil, olguları ve siyasal durumu kavrayabilecek ve müdahale edebilecek bir bilince ulaşmak anlamına geliyor. solun geniş bir kesimi bir süredir kendini cesaret, onur, ahlak gibi manevi değerlerle tanımlıyor. oysa siyaset bunlardan çok daha fazla, güç ve akılla yapılır. Propagandanın tanımı da, siyasal gerçekleri açıklamak, ahlakımızı methetmek değil (hele son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan “iyiler/kötüler” metaforunun en hafif terimiyle apolitik olduğu ortada değil mi?). o yüzden, hem bugün hem de olası bir seçim için, daha ayrıntılandırılmış ve gerekçelendirilmiş tahlil ve önerilere ihtiyacımız var. karşımızdaki devasa yalan makinesiyle başka türlü baş etmemiz mümkün görünmüyor.

bir şey daha var; akp karşıtı cephe hdp ile kapsanamayacak kadar geniş ve genişlemeye müsait. bizler “partici” değiliz, hdp’li bile olsak “partici” olmamalıyız. bu cephe içinde yer alan, hdp dışındaki parti ve siyasal akımların büyümesi, solculaşması, gelişmesi “eyvah oylarımızı çalacaklar” endişe ve refleksini yaratmamalı. farklı eğilimlere, politik hatlara ve eylem biçimlerine bu cephede yer var. ve bugün değerli olan, en keskin “duruş” değil, en geniş hareket imkânını sağlayacak bir çizgi.

bütün bunları ve yakın gelecekteki muhtemel gelişmeleri hesaba katınca, ihtiyacımızın, odağında barış olsa bile, bu talepten daha geniş ve kapsamlı bir mücadele olduğunu düşünüyorum. akp karşıtı safların bütün kesimleriyle temas edebilecek bir cepheye, hızla üstümüze gelen ve akp’nin savaş ortamında göğüslemeyi tercih edeceği ekonomik krize karşı emekçilerin yanında, onların silahı olabilecek, başta sendikalar olmak üzere tüm araçları hazır etmeye, yaklaşan sürekli direniş döneminde, haber alma hakkımızı ve araçlarımızı savunmaya, forumlarımızı belki canlandıramasak da yerel örgütlenmelerimizi kurup güçlendirmeye ihtiyacımız var bence.

ve birlikte hareket etmenin iki temel şartını hatırlamamız gerekiyor: farklı toplumsal mücadele alanlarıyla, yönetilebilecek, yönlendirilebilecek, ancak “bizim olduğunda ve bize benzediğinde değerli olabilecek” güçler olarak değil kendi özgün yapılarıyla, saygılı bir ilişki kurmak ve ilişkilerimizde rekabeti değil dayanışmayı temel almak.

akp’yi gönderip sıranın düzene geleceği günün hatrına!


Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur