Papa’nın orak çekiç ve haçı birleştiren ilk kişi olan ve 1980 yılında sağcı milisler tarafından katledilen Cizvit rahibi Luis Espinal’in mezarını ziyaret etmesi ve Morales’in yoksullara yönelik uyguladığı sosyal güvenlik politikalarından övgüyle bahsetmesi Henryk Jablonski ile Papa II. Jean Paul’ün kucaklaşması gibi bir milat sayılır mı bilinmez 13 Mayıs 1981 günü saat 17.17’yi gösterdiğinde Sen […]
Papa’nın orak çekiç ve haçı birleştiren ilk kişi olan ve 1980 yılında sağcı milisler tarafından katledilen Cizvit rahibi Luis Espinal’in mezarını ziyaret etmesi ve Morales’in yoksullara yönelik uyguladığı sosyal güvenlik politikalarından övgüyle bahsetmesi Henryk Jablonski ile Papa II. Jean Paul’ün kucaklaşması gibi bir milat sayılır mı bilinmez
13 Mayıs 1981 günü saat 17.17’yi gösterdiğinde Sen Piyer alanında bir silah peş peşe iki kez patladı. Kuşkusuz bu ses 20. yüzyılın en önemli olaylarından biriydi. Katolik kilisesinin ve Vatikan’ın ruhani lideri Karol Wojtyla, nam-ı diğer II. Jean Paul vurulmuştu. Hem de Türkiye siyasetinin yakından tanıdığı, gazeteci Abdi İpekçi’yi katleden Mehmet Ali Ağca tarafından.
Soğuk savaşın en ateşli olduğu yıllarda, Sovyetler Birliği’nin yumuşak karnı olan Polonya doğumlu ilk Papa’nın böylesi bir terörist tarafından halkın ortasında vurulması ilk anda ve sonrasında da Sovyetler Biriliği’ni şüphe altında bırakıyordu. Sovyetler Birliği suikast girişiminin ilk saniyesinden itibaren olayla ilgisi olmadığını defaatle deklare ediyordu.
II. Jean Paul’ün makamına oturduğu ilk yıllarında ABD’ye yakınlığı ve komünizm karşıtı sert ve kontrolsüz açıklamaları (hatta taşrada yaptığı anti-komünist konuşmalarında bir süre sonra konuşma metnini bırakıp doğaçlama olarak, daha da ateşli konuşma yapması dikkat çekiciydi) ve suikasttan 1 yıl öncesinde Polonya’da büyük grevler örgütleyen, komünizm karşıtı olan ve Katolikliği öne çıkaran Dayanışma Sendikası’na Vatikan bankalarından olan IOR’nin büyük mali destek sağlaması, dahası bu sendikanın Lenin Tersanesi’nin girişine II. Jean Paul’ün ve Vatikan’ın bayraklarını asması Sovyetler’i en olağan şüpheli konumuna getiriyordu. Ancak bu söylentiler dışında yaklaşık 13 yıl süren soruşturmanın ardından, suikast ile Sovyetler Birliği’nin en ufak bir bağı bulunamamıştı. Zaten bugün bilinenin aksine Haziran 1979 tarihinden itibaren Papa II. Jean Paul Vatikan’ın siyasi tercihlerinde radikal bir dönüş yapmış ve Sovyetler Birliği ile olumlu bir tür diyalog geliştirmeye başlamıştı. O tarihte Papa’nın komünist bir devlet başkanına sahip olan Polonya’yı ziyareti kapitalist batı tarafından heyecanla karşılanmış, Doğu Bloku’nda Sovyetler Birliği’nin hakimiyet sınırlarının sonsuz olmadığını göstermesi açısından ders verici olacağı düşünülmüştü. Ziyaret düşünüldüğü kadar heyecan vericiydi, Papa’nın uçağına binmeden önce komünist başkan Henryk Jablonski ile samimi kucaklaşması kapitalist dünya için hayal kırıklığı yarattı. Ve bu tarihten sonra esas kırılma başladı. Birkaç ay sonra ABD’de yapılan Birleşmiş Milletler toplantısında konuşan Papa, insan hakları üzerine yaptığı konuşmasını Marksizm’in insan hakları görüşüne yakın bir referansla yapması ve sonrasında ABD’nin yoksul mahallelerini gezerek oralarda gelir dağılımının adaletsizliği temalı yaptığı konuşmaları ciddi rahatsızlık yaratmıştı. Ancak temel vurgusu yine Sovyet yanlısı bir yola değil, Kapitalist dünya ve Sosyalist dünya dışında “üçüncü bir yola” dairdi.
Papa’nın militan bir anti-komünistten bu noktaya gelişini elbette ki naif bir aydınlanma ile açıklamak aynı şekilde naif olacaktır. Dünya tek kutuplu olsa idi Vatikan’ın gücünü yitireceği net bir şekilde söylenebilir. Dolayısıyla Papa da tercihini denge siyasetinde görüyordu. Bu nedenle 1981’in Mart ayında Sovyetler Birliği’ni derinden sarsabilecek bir genel grev kararı alan Dayanışma Sendikası ile Sovyetler Birliği’nin arasını bulma işi yine Papa’ya düşüyordu. Bunun için Polonya başpiskoposu Wysznski’ye telgraflar atıyor, işçilerin greve çıkmak istemediği duyumları aldığını, bu nedenle olayların yatıştırılması gerektiğini vurgulayarak, Kardinal’i görevlendiriyordu. Nitekim öyle oluyor, arabuluculuk işe yarıyor ve kriz çok büyümeden önleniyordu. Vatikan’ın mutlak varlığı hem ABD’nin hem de Sovyetler’in olduğu bir çift kutuplu dünyaya bağlıydı. Ancak nihayetinde hala aydınlatılamamış bir suikast ve Vatikan ruhbanlarından Monsignore Marinelli’nin “Papa artık suikasttan önceki II. Jean Paul’ün bir gölgesiydi” sözleri var elimizde.
Leninist bir düsturla ifade edersek, siyaset ittifaklar meselesidir. İttifaklar ne kadar akıllıcaysa o kadar güç vardır. Papa Francis de Latin Amerika kökenli ilk Papa olmasının yanı sıra bugünlerde bu açıdan dikkat çekicidir. Ve bir parantez açarsak bugün dünyamız artık tek kutuplu değildir. Öncelikle Papa’nın geçtiğimiz yıl Kasım ayındaki Türkiye ziyareti, ABD’nin ideolojik olarak “hala” temas kurmakta güçlük çektiği Ortodokslar dolayısıyla Doğu Bloku üzerinde bir etki alanı girişiminin ispatıdır. Yine Ocak ayında ABD’nin zor zamanlar yaşadığı Pasifik hattındaki ülkelerden biri olan Filipinler ziyareti ilginç görünmektedir. İlginç arabasıyla halk arasında ve halkın çığlıkları eşliğinde gezerken çekilen görüntüleriyle Papa’dan çok bir rock yıldızını andırıyordu. Elde var iki diyebiliriz.
Mursi düşüp Sisi gelirken Esad şu sözleri dile getiriyordu: “Siyasal İslam çökmüştür.” Charlie Hebdo katliamının ardından yapılan o meşhur ABD’nin katılmadığı Avrupalı liderler resmigeçidi fotoğrafında (arkadan birilerini iterek ön sıralara geçmeye çalışanları saymıyoruz tabi) gördüğümüz de budur, artık Avrupa da siyasal İslam’ın çöktüğüne inanmaktadır. Yani “Fransa’nın 11 Eylül’ü” derken de bunu anlıyoruz. Papa Francis “Biri anneme küfrederse yumruğu yer” diyerek bu insanlığa karşı işlenen saldırıya neredeyse arka çıkmış hatta Cameron’ın “pek laik” cevaplarına maruz kalmıştı. Bu da üçüncü işaretimizdir. Son açıklamayla beraber Papa’nın, bitkin ABD’nin yardımına koşmakta olduğunu anlıyoruz. “Eğer müsaade edilirse, birlikte bir şeyler yapabiliriz” havası vermektedir. Müsaade edilir mi bilemeyiz ancak çok ilginç durumlarla karşı karşıya olduğumuz ortada. İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD’nin dünya kaynaklarının büyük bölümü karşılığında oynadığı jandarmalığı rolünün sonuna doğru yaklaşıyor gibi görünüyoruz (büyük sancılar yaşanmadan bu gerçekleşmeyecektir tabii ki). Çünkü ABD hala pastadan büyük pay alıyor ve görevini yerine getiremiyor. Üstelik artık siyasal İslam’ı nezih Batı’nın başına bela ediyor.
Latin Amerikalı Papa’nın Bolivya ziyaretini 4. işaretimiz sayabiliriz. Üstelik bu ziyarette Morales’in hediye ettiği orak-çekiç şeklindeki haç bütün dünyanın en çok konuşulan konularından biri oldu. Ayrıca Papa’nın orak çekiç ve haçı birleştiren ilk kişi olan ve 1980 yılında sağcı milisler tarafından katledilen Cizvit rahibi Luis Espinal’in mezarını ziyaret etmesi ve Morales’in yoksullara yönelik uyguladığı sosyal güvenlik politikalarından övgüyle bahsetmesi Henryk Jablonski ile Papa II. Jean Paul’ün kucaklaşması gibi bir milat sayılır mı bilinmez. Ancak rahatlıkla ifade edilebilir ki, Papa Francis, Papalar arasında son 50 yıldaki ikinci sapmadır. İlk sapmada, yani II. Jean Paul döneminde ve hemen öncesinde dünyada büyük değişimler yaşanıyor, art arda Türkiye dâhil birçok ülkede askeri darbeler eliyle dincileştirme politikası başlıyordu. Şimdi ise elde bu politikaların iflası ve çöküşü var. Yeni bir döneme giriyoruz.
Hızlıca birçok şeyi anlatmaya çalışan bu yazıdan sonra, 1977–1982 arası birinci kırılma ve bugünlerde yaşanan ikinci kırılmanın ayrıntılı içeriği ise ikinci bir yazıya kalıyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.