O sabah parka doğru tüm hızımızla koşarken, bizlerin ve toplumun boyutlar arasında asırlarca öteye sürükleneceği müthiş bir yolculuğa çıkacağımız hiçbirimizin aklına gelmezdi. “Önceleri her şey gaz bulutuydu, sonrasında dünya kuruldu” diyeceğimiz türden, siyasetin ve toplumun yeniden inşa edildiği, farkında olmasak da zamanı çok hızlı eğip büktüğümüz kocaman iki yılı yakın bir zaman sonra geride bırakacağız. […]
O sabah parka doğru tüm hızımızla koşarken, bizlerin ve toplumun boyutlar arasında asırlarca öteye sürükleneceği müthiş bir yolculuğa çıkacağımız hiçbirimizin aklına gelmezdi.
“Önceleri her şey gaz bulutuydu, sonrasında dünya kuruldu” diyeceğimiz türden, siyasetin ve toplumun yeniden inşa edildiği, farkında olmasak da zamanı çok hızlı eğip büktüğümüz kocaman iki yılı yakın bir zaman sonra geride bırakacağız.
“Gezi neyi, ne kadar başardı?”, “Neleri eksik yaptı?”, “Başka neler yapabilirdi?” gibi sorular hala soruluyor; makaleler, kitaplar yazılıyor ve hatta tez araştırmaları yapılıyor. Bu gibi çalışmalar yıllar geçtikte artarak devam edecektir.
Kendimizi aniden ortasında bulduğumuz bu gladyatör arenasında; mızraklı, kalkanlı saray cellâtlarına karşı haklılığımızla kanımızı toprağa akıtarak ayakta durduk. Korkmadığımız ve Gezi’nin sembolü olduğumuz için de alanlarda bizi sindiremeyenler evlerimizi basarak, bizleri içeri atarak konuyu mahkeme salonlarına taşıdılar.
Açık söyleyelim ki; Gezi sürecinde kendi aramızda yaptığımız konuşmalarda, hükümetten komplike bir dava (Ergenekon gibi) beklediğimizi dile getiriyorduk. Özellikle Ankara’da Erdoğan ile yaptığımız görüşmede kendisinin öfkesi ve ruh hali (“Gezi sosyolojik bir olgu haline geldi” deyince DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun üzerine yürümüş, araya kızı Sümeyye girmişti) bizi bu düşünceye sevk etmişti. Haksız da sayılmazdık; o kadar korkuyorlar ki, devletin en üst tehdit unsurlarının girebildiği “kırmızı kitap”a Gezi tipi ayaklanmaları da eklediler.
Beklentimizin aksine, oldukça amatör bir soruşturma neticesinde Gezi’yi mahkûm etmek istediler. 8 Temmuz 2013 tarihinde mahkemenin “Gezi Parkı park olarak kalacaktır” kararı doğrultusunda İstiklal’den parka doğru gitmek isterken anlamsız bir saldırı neticesinde tartaklanarak gözaltına alınmış, üç gün boyunca Vatan Emniyet’in rutubetli nezarethanelerinde tutulmuş, dayak ve çıplak arama dâhil türlü işkenceden geçirilerek bu intikam mücadelesinde ilk hamleyi görmüştük. Üç günün sonunda savcılıktaki sorgularımızın ardından 38 kişi serbest bırakılmıştı. 12 kişi ise tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmiş, akşam saatlerinde mahkeme kararıyla onlar da serbest kalmıştı.
Kadın yoldaşlarımıza gözlerimizin önünde yapılan taciz ve küfürleri; parmak izi vermiyoruz diye (ki adi suçlar dışında parmak izi alma hakları yoktur) nezarethaneye iki otobüs çevik kuvvet indirip, (ki bu da kanun dışıdır) kişi başına dört çevik kuvvet polisi düşecek şekilde bizleri ağır biçimde darp ederek parmak izi almalarını; makattan yapılan kontrolleri (ki uyuşturucu şüphelileri dışında yapılması kanun dışıdır); “elimize düştünüz artık çıkışınız yok kodesten” şeklindeki psikolojik işkencelerini vs. tüm bunları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdık. Çıplak arama sırasında polisin birine “Bu yaptığınız kanun dışıdır” demiştim, aldığım cevap hala beton bloklar gibi zihnimde dimdik durmaktadır: “Burada kanun geçmez yeğenim!” Nezarethanedeki işkenceci polis doğru fakat eksik söylemişti. Kanun sadece orada değil, tüm ülkede geçmiyordu.
Işığın olmadığı, havalandırmanın çalışmadığı, kapısı olmayan tuvaletin tam karşısındaki hücrede tutulduğumuz, günde sadece iki sefer tuvalete çıkma hakkımızın olduğu, işkenceler sırasında boydan boya yırtılan tişörtümle (avukatlarımızın getirdiği tişörtler tahliye olunca tarafıma verildi), zaman kavramından bihaber olarak geçen zor günlerden belki de en zoru üçüncü günün sabaha karşı sularında yaşandı diyebilirim. O gün akşam saatlerinde CHP ve HDP’li vekiller bizleri ziyarete geldiler. Özellikle Melda Onur’la yaptığımız konuşmada kendisine daha önce belirttiğimiz kötü şartlar ve işkence konusunda ne gibi gelişmeler olduğunu, akıbetimizin ne olacağını sorduk. Kendisinin o anki mahcup yüz ifadesini asla unutamıyorum. Titreyen bir ses tonuyla “Şimdi savcının yanından geliyoruz. Şartları söyledik, kendisinin yapacak bir şeyi olmadığını Ankara’dan talimat olduğunu söyledi. Durum budur arkadaşlar, güçlü olun” demişti. O gün bu soruşturmayı derinleştirmek istediklerini anladık. Sabaha karşı nöbetçi polisler bize haberleri vermeye başladılar. Evlerimiz kapılar zorla kırılarak basılmaya başlamıştı. Avukatlarımız neredeyse her evde bu kanunsuz aramaları durdurmak için göğüslerini siper etmişlerdi, ancak hükümete yakınlığı herkes tarafından bilinen bir hâkim tarafından verilen arama emri hukuksuz olsa da uygulanıyordu. (Bu kanunsuz arama emri için daha sonra açtığımız davayı kazandık ve o hâkim nezdinde devlet tazminat ödemeye mahkûm oldu.) Muhtemeldir ki evlerimizde silah, bomba vs. bularak bizi yıllarca içeriden çıkarmamayı planlamışlardı. Bizi hala tanımıyor, Gezi’yi zerre kadar anlamadıklarını bir kez daha gösteriyorlardı.
Olayın üzerinden 8 ay geçtikten sonra soruşturma tamamlanmış ve hükümet bu defa sert bir iddianame ile karşımıza çıkmıştı. Ben dahil yirmi bir yoldaşım için 3 yıldan 10 yıla kadar, Mücella Yapıcı’nın aralarında bulunduğu beş kişi için de 44 yıla kadar hapis cezası istenmişti. Dosyada AKP İstanbul İl Teşkilatı da müşteki olarak yer alıyordu. İstanbul 33. Sulh Ceza Mahkemesi ilgili dosyayı “Bu insanlar neden örgüt kursun, amaçları ne?” gerekçesiyle savcılığa iade etmişti. Ardından dosya başka bir savcıya verildi ve suçlamalar ilk iddianameye göre nispeten azaltılarak yeniden mahkemeye sunuldu. Bu defa iddianame kabul edilerek dava aşamasına geçildi ve sonrası hepinizin malumu.
Gezi toplumsal bir isyan haline geldiği günden beri biz bunun neticesini ve sorumluluğunu tahmin ediyor ve üstleniyorduk. Duruşmalarda bunun bilincinde olarak Gezi’nin haklılığını asla başımızı eğmeden yargı mensuplarına anlatmaya çalıştık. Hükümet ve polis Gezi’yi o kadar anlayamamıştı ki yazdıkları iddianame de bunu açıkça ortaya koymaktaydılar. Hepimiz oradaydık, olanları gördük.
Aşağıda iddianameden bazı bölümler yer almaktadır:
“ … Taksim Dayanışma Platformunun twitter, facebook ve internet sitesi üzerinden yapmış olduğu çağrılar üzerine Taksim dayanışması organizesi içerisinde KESK, Halkevleri,
Dev- Lis, TMMOB, Gezi parkı koruma ve güzelleştirme derneği gibi kuruluşlar ile bazı siyesi
parti gruplarının bir araya geldiği ve gezi parkı içerisinde bekleyen güvenlik kuvvetlerine tas ve şişelerle saldırıların başladığı, bu arada parka yakın bir çok ticari işletmenin cam ve çerçevelerinin kırıldığı ayrıca bazı kamu ve özel mülkiyete ait araçların yakıldığı bu arada parkın etrafına barikatlar kurularak “direne direne kazanacağız, Taksim bizimdir, bizim kalacak, o… çocuğu polis parktan defol, hükümet istifa” şeklinde sloganların atılmaya başladığı…”
“…Eylemlere desteği ve katılımı arttırmak amacıyla başta sosyal paylaşım siteleri ve çeşitli internet sitelerinde olaylara ilişkin olarak “eylemde görevli polislerin silahlarını ve kimliklerini bırakarak istifa ettikleri, ölülerin ve yaralıların olduğu, polis tarafından gerçek mermi kullanıldığı, polis panzeri altında kalarak can verenlerin bulunduğu” şeklinde çeşitli halkın duygularını tahrik edecek şekilde haberler yayıldığı ve bu haberler aracılığıyla herkesin Taksim’e çağrıldığı ve bu şekilde olayların devam ettiği belirlenmiştir.”
“08/07/2013 tarihinde akşam üzeri saat 18:30 sıralarında Beyoğlu Galatasaray Meydanı önünde kendilerine Taksim Dayanışması Platformu adını veren Örgüt Üyeleri…
“her yer Taksim, her yer direniş, direne direne kazanacağız, bu daha başlangıç mücadeleye devam, hükümet istifa” şeklinde sloganlar atarak istiklal Caddesinin Taksim’e çıkan girişine kadar geldikleri…
Burada Emniyet görevlileri tarafından şüphelilere “Tünel meydanı Istiklal Caddesinin
ve Taksim Meydanının Istanbul Valiligince belirlenen toplantı ve gösteri yürüyüşü alanlarından olmadığı, dağılmaları gerektiği aksi takdirde zorla dağıtılacakları ” konusunda birçok kez anons yapıldığı…”
– İddianameden alıntılanan yukarıdaki bölümlerde yer alan imla hataları hiç değiştirilmeden buraya aktarılmıştır. (İ.S)
Hepiniz oradaydınız… Kararı sizler verin…
Öncelikle şunu belirtelim ki bize illegal örgüt diyen emniyet yetkilileri daha bu örgütün (!) adını bile yanlış biliyorlardı. Taksim Platformu, Taksim Dayanışması’nın bir bileşenidir. Taksim Dayanışması Platformu diye bir şey yoktur.
Bizler mi polise saldırdık yoksa polis mi bizlere saldırdı? Parkta şarkı söyleyip eğlenen insanlara biz mi saldırdık polis mi saldırdı? Beyder (Beyoğlu’ndaki esnafların oluşturduğu STK) bile bizim üyemizken esnafa kim zarar vermiştir? Parkta bekleyen polise insanlar mı saldırmıştır yoksa parkta bekleyen insanlara polis mi saldırmıştır?
Olaylarda polis tarafından yapılan saldırılar sonucu gerçekleşen ölümler olmadı mı? Ethem’i, Berkin’i ve diğer şehitlerimizi vuran Yunan polisi miydi? 13 kişinin gözünü kim çıkardı? Hal böyle iken kimin yalan konuştuğu gayet net anlaşılıyor.
8 Temmuz 2013 günü Taksim Dayanışması’nın Galatasaray Lisesi önünde toplandığını gösteren tek bir mobese kaydı göstersinler tüm suçlamaları kabul edeceğiz dedik ancak bunun da yalan olduğu ortaya çıktı.
Taksim ve İstiklal’in valilikçe belirlenen gösteri alanları olup olmadığı bizleri pek de ilgilendirmiyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34. maddesi bizlere önceden izin almaksızın istediğimiz yerde gösteri yapma hakkını vermiştir.
Bir savcının bu denli lakayt bir iddianame yazabileceğini bekliyor ama yakıştıramıyorduk. Ergenekon, Oda Tv, Balyoz gibi davalardan olan tecrübemiz bizleri her şeye hazırlıklı hale getirmişti. Üzüntümüz, Türk yargısının nasıl bu hale gelebildiği üzerinedir. Mahkemede tüm bu saçmalıkları dile getirerek hukuk önünde de haklılığımızı kanıtladık, tüm sanıklar hakkında beraat kararı verildi. Şunu da eklemek gerekir ki, hükümet ile cemaat arasındaki kırılma olmasaydı İsmail Saymaz’ın deyişiyle: “Gezi Parkı’ndaki her ağacın altından bir darbe planı yaratacaklardı.”
Tüm yaşananları biliyorsunuz, hepimiz oradaydık. Hem dönemin başbakanı Erdoğan’ın hem de Bülent Arınç’ın yüz yüze görüştüğü Taksim Dayanışması’nı terör örgütü ilan etmedeki amaçlarını bizler çok iyi biliyoruz. Bizim nezdimizde, sokağa çıkan herkese bir gözdağı vererek isyanı söndürme girişimiydi bu. Korkmadık ve korkmuyoruz da. Şu bilinmelidir ki, Taksim Dayanışması Gezi sürecinin önderi değil sadece sembolüdür. Gezi, organize olmayan ve doğaçlama gelişen muazzam bir olaydır. Başkanı ve önderi yoktur. Zihinleri karanlık kişilerin bunu anlayamaması ise gayet doğaldır. Gezi süresince, cebinde sigara alacak parası bile olmayan milyonları, ‘borsa düşüyor, ülke para kaybediyor’ diye kandıran yalancılara da en iyi cevabı Gezi gençliği vermiştir ve daha da verecektir. Gezi, “her istediğimi her şekilde yaparım” diyen bir diktatöre atılmış ilk çiziktir. Ve emin olun bu tek adamcı anlayışın çöküşü Gezi’yle başlamıştır. Bizler ne faiz lobisi biliriz ne dış mihrak… Evindeki paraları sıfırlayanlara karşı otobüse binecek Akbil parası bile olmayan milyonlar olarak günlerce direndik.
Enerji birikir ve deprem olur. Gezi sadece öncü bir sarsıntıydı. Asıl depremi yaşadıklarında Gezi’nin barışçıllığını ve akılcılığını mumla arayacaklar. Ve şu bilinmelidir ki “emri ben verdim” diyenler hakim karşısına çıkıp Berkin’in ve Ali İsmail’in annelerinin gözlerine bakmadan Gezi süreci bitmeyecektir. O ana kadar “Her Yer Taksim Her Yer Direniş!”
* İsmail Sürücüoğlu
Taksim Dayanışması Davası Sanığı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.