AKP’nin geriletildiği, başkanlık sisteminin engellendiği, HDP’nin barajı geçtiği bir ülkenin sokaklarında hiç kuşkusuz direniş de başka türlü olacak Türkiye sosyalist solunun önünde iki haziran var. Biri Gezi direnişinin ikinci yıldönümüyle simgelenen “sokağın haziranı”, diğeri de 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşmasıyla ortaya çıkmasını umduğumuz “sandığın haziranı”. Sosyalistlerin önemli bir kesimi, bu iki hazirandan birini diğerine […]
AKP’nin geriletildiği, başkanlık sisteminin engellendiği, HDP’nin barajı geçtiği bir ülkenin sokaklarında hiç kuşkusuz direniş de başka türlü olacak
Türkiye sosyalist solunun önünde iki haziran var. Biri Gezi direnişinin ikinci yıldönümüyle simgelenen “sokağın haziranı”, diğeri de 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşmasıyla ortaya çıkmasını umduğumuz “sandığın haziranı”. Sosyalistlerin önemli bir kesimi, bu iki hazirandan birini diğerine karşı yüceltmek yerine diktatörlüğü hem sokakta, hem de sandıkta yenmenin önemini vurguluyor. Örneğin Halkevleri, tarihsel olarak sandıktan çok sokağı ön plana çıkaran bir siyasi gelenekten geldiği halde, önümüzdeki seçimlerin sokak hareketi açısından taşıdığı kritik önemin bilinciyle HDP’ye destek çağrısı yapıyor. Öte yandan, Halkevleri’ne göre tarihsel olarak sandığı çok daha fazla önemseyen bir dizi oluşumun içinde yer aldığı Birleşik Haziran Hareketi, Türkiye siyasi tarihinin en kritik seçimleri öncesinde Gezi direnişinin mirasını sahiplenme iddiasıyla “sandığın değil sokağın” önemine vurgu yapmayı tercih ediyor. Oğuzhan Müftüoğlu’nun 25 Nisan 2015’de muhalefet.org’da yayınlanan “Benim Çağrım Haziran” başlıklı yazısındaki şu sözleri bu tutumun tipik bir ifadesi olarak okunabilir: “Evet, AKP geriletilsin, başkanlık sistemi engellensin, HDP de barajı geçsin…Ama hangi sonuç olursa olsun, bu şekilde ülkenin içinde bulunduğu koşullarda esaslı bir değişim olacağına inanmıyorum.” Bu yazıda söz konusu tutumun arkasındaki gerçek nedenleri sorgulamaksızın, içinde bulunduğumuz konjonktürde sandıkla desteklenmeyen sokak mücadelelerinin neden yetersiz olduğunu Marksist düşünür Nicos Poulantzas’ın 1978 yılında yazdığı Devlet, İktidar, Sosyalizm kitabına referansla anımsatmaya çalışacağım.
Poulantzas adı geçen kitabında 1970’lerin krizinden sonra Avrupa’da kapitalizmin özgün çelişkilerini içermek üzere yeni bir devlet biçiminin ortaya çıktığından söz eder. Siyasal alanın daralması, devlet aygıtının güçlenmesi ve devlet aygıtı içinde yürütmenin özerkleşerek ön plana çıkması gibi eğilimlerle tanımlanan bu devlet biçimini “otoriter devletçilik” olarak adlandırır ve bu biçimin faşizm gibi olağanüstü bir devlet biçimini değil, “günümüz kapitalizminin geldiği aşamada burjuva cumhuriyetinin yeni ‘demokratik’ biçimini temsil ettiğini” belirtir. Poulantzas’ın tanımladığı eğilimler, daha sonra özellikle neoliberal politikaların hızla uygulanmasına yönelik işlevsellikleri nedeniyle daha da belirgin hale geldiği için, Marksist analizlerde otoriter devletçilik kavramı günümüz kapitalist devletinin anlaşılmasında temel bir kavram olarak yaygın kabul görmüştür. Ancak aynı kitapta Poulantzas’ın otoriter devletçiliğe karşı mücadele biçimi olarak önerdiği “demokratik sosyalizm” kavramı aynı ilgiyi görmemiştir. Aksine, özellikle sosyalist hareketin Stalinist gelenek etrafında biçimlendiği ülkelerde Avrokomünizm ve reformizmle özdeşleştirilerek rafa kaldırılmıştır. Oysa Poulantzas’ın demokratik sosyalizm kavramı, otoriter devletçilik kavramının mantıksal uzantısıdır ve güncel önemi giderek daha da artmaktadır. Örneğin Syriza’nın politik stratejisinin tam da Poulantzas’ın belirttiği anlamda demokratik sosyalizmin temel ögelerini taşıdığı söylenebilir. O halde söz konusu ögelere daha yakından bakalım.
Poulantzas’ın demokratik sosyalizm anlayışına göre günümüzde kapitalist devletin aldığı özgün biçim olan “otoriter devletçiliğe” sadece doğrudan demokrasiye dayalı toplumsal hareketler yoluyla karşı koymak olanaksızdır; doğrudan demokrasiyi siyasi partilere dayalı temsili demokrasi ile birleştirmek gereklidir. Temsili demokrasiyi bir kenara bırakıp sadece doğrudan demokrasiyi vurgulayan “ikili iktidar” stratejisi devletin radikal dönüşümünü sağlayamaz. Lenin’in ve daha sonra Üçüncü Enternasyonel’in savunduğu bu stratejide devlet aygıtının parçalanması için önce iktidarın devlet dışında bir odakta, halkın doğrudan söz sahibi olduğu sovyet tipi örgütlenmelerde birikmesi gerekir. Daha sonra bu örgütlenmeler devlet aygıtını ele geçirir ve ikili iktidar durumu sona erer. Poulantzas’a göre otoriter devlet biçimini bu strateji ile ortadan kaldırmak olanaksızdır. Çünkü devlet manevra ya da mevzi savaşıyla fethedilecek bir kale değil, bir güç ilişkisidir. İktidar devletten alınıp bir başka odağa devredilecek nicelleştirilebilir bir madde değil, toplumsal sınıflar arası bir ilişkidir. Otoriterleşme liberallerin kurguladığı anlamda devletin toplum üzerindeki tahakkümünün artmasıyla ilgili değil, devletin kendi aygıtları arasındaki güç ilişkilerinin köklü bir dönüşüme uğraması ile ilgilidir. Bu dönüşüme karşı ikili iktidar yoluyla mücadele edilemez, zira ikili iktidar sadece “kalenin fethedilmesi” anlamına gelir ancak kalenin içini dönüştüremez. Otoriterleşmeye karşı mücadele ancak kitlelerin temsili demokrasinin kurumlarını kullanarak devlet içi güç ilişkilerini yeniden biçimlendirmesi ile mümkündür. Bunun için de doğrudan demokrasi yoluyla güç biriktiren toplumsal hareketlerin aynı zamanda siyasi partiler üzerinden temsili demokrasi yoluyla söz konusu ilişkileri dönüştürmeye çalışması gerekir. Dolayısıyla söz konusu olan “devlet içi mücadele” ile “devlet dışı mücadele” arasında yapay bir tercih değildir, devlet dışı mücadele devlet içindeki güç ilişkilerini de etkiler. Devletin geniş kapsamlı dönüşümü ve uzun vadede sönümlenmesi ancak kitlelerin temsili ve doğrudan demokrasiyi bir arada kullanarak devlete sürekli olarak müdahalede bulunması ile mümkün olabilir. Poulantzas bu anlamda “sosyalizmin ya demokratik olacağını, ya da hiç olmayacağını” belirtir. Rosa Luxemburg’un Lenin’i doğrudan demokrasiyi ihmal etmekle değil, tersine sadece sovyet tipi konsey demokrasisine dayanıp temsili demokrasiyi tamamen ortadan kaldırmakla eleştirdiğini anımsatır. Luxemburg’un 1918’de kaleme aldığı Rus Devrimi adlı kitaptan şu sözlerini alıntılar: “Lenin ve Troçki, genel seçimlerle oluşturulan temsili kurumları ortadan kaldırarak sovyetleri emekçi kitleleri temsil eden tek gerçek kurum olarak öne çıkardı. Ancak ülkede siyasi hayatın baskılanmasıyla, sovyetlerdeki yaşam da giderek felce uğradı. Genel seçimler olmadan, sınırsız basın ve toplantı özgürlüğü olmadan, düşünce özgürlüğü olmadan, bütün kamusal örgütlenmelerde yaşam ışığı sönüp gider, sadece bürokrasinin aktif olduğu kötü bir kopya kalır.”
Türkiye’nin önünde iki haziran var. Gezi direnişinin kazanımlarını korumanın, nostaljik bir yıldönümünden yaşayan bir mücadeleye dönüştürmenin yolu öteki haziranı, 7 haziranı da ciddiye almaktan geçiyor. AKP’nin geriletildiği, başkanlık sisteminin engellendiği, HDP’nin barajı geçtiği bir ülkenin sokaklarında hiç kuşkusuz direniş de başka türlü olacak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.