Metropollerin Gölgesinde Bölgeselleşme ve Klasik Devlet Biçimlerinin Kalkınma İle İmtihanı: Türkiye’deki “Demokratik Özerk Komünal Yerel Yönetimler” Tartışmasına Bir Katkı Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da, bölgelerin ve bölgeselleşmenin geleceği üzerine uluslararası bir kolokyum düzenlendi.[1] Almanya, İspanya, İtalya, Belçika, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde, bölge yerel yönetimlerinin gelinen aşamada üstlendikleri roller ve nasıl bir geleceklerinin olduğu, oldukça zengin ve bir […]
Metropollerin Gölgesinde Bölgeselleşme ve Klasik Devlet Biçimlerinin Kalkınma İle İmtihanı:
Türkiye’deki “Demokratik Özerk Komünal Yerel Yönetimler” Tartışmasına Bir Katkı
Geçtiğimiz haftalarda Fransa’da, bölgelerin ve bölgeselleşmenin geleceği üzerine uluslararası bir kolokyum düzenlendi.[1] Almanya, İspanya, İtalya, Belçika, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde, bölge yerel yönetimlerinin gelinen aşamada üstlendikleri roller ve nasıl bir geleceklerinin olduğu, oldukça zengin ve bir o kadar çatışmalı bir şekilde ele alındı. Konuk araştırmacı olarak bulunduğum Yerel Yönetimler Araştırma Merkezi’nin (CRDT-Fransa) düzenlediği toplantıda, Kanada ve Benin ile birlikte durumunu tartıştığımız, Avrupa dışındaki sınırlı üç vakadan birisi ise Türkiye idi.
Kürt sorununun çözümü süreci dolayısıyla ortaya konulan taslak metindeki on maddenin özellikle ikisi, “demokratik kurumların yerelde inşası” ve “çözümün sosyoekonomik boyutları” olarak formüle edildiğinden, Kolokyum’da ortaya konulan bazı tespitleri, Türkiye zeminine taşımak ve mümkünse konunun ilgililerinin olası yol haritasını tartışmaya açmak bu yazının temel hedefidir.
Sempozyumda öncelikle, bölge kavramının ülkeler düzleminde hukuki tanımı ile siyasi, ekonomik boyutları ele alındı. Ortaya çıkan sonuç ise beklenen; fakat sorunun derinliğini tespit açısından sıkıntılar arz eden bir alana kapı araladı. Buna göre, ne uyumlaştırılmış topluluk politikası hedefi güden Avrupa Birliği düzleminde, ne de topluluk üyesi olup aynı devlet biçimlerini (üniter-bölgeli-federal) benimsemiş ülkeler arasında ortak bir bölge kavramı vardır. Dahası, ideal bir bölge yapılanması örneği de yoktur. Birleştirme yoluyla sayıları 22’den 13’e düşürülen Fransa bölgeleri ile diğer Avrupa ülkelerindeki bölgeler arasında, nüfus-yüzölçümü-yetkiler bakımından, oldukça ciddi farklar bulunmaktadır. Kaldı ki bölgeselleşmede temel argüman, ekonomik kalkınma ve kamu politikalarının bölge düzeyinde yeniden yapılandırılması olduğundan, ayrışma ve farklılık daha da önem kazanmaktadır. Bölgesel değerlerin, yerel kaynakların öne çıkarılması, bu sayede bölgeler arası rekabetin sağlanması ve büyüme hedefi, bir başka deyişle “ekonomik temelde bölgesel kimliklerin yaratılması”, bu yöndeki ivmenin temel dayanaklarını oluşturmaktadır.
Fakat tam bu noktada, Strazburg Üniversitesi’nden Profesör Robert Herzog tartışmayı bir adım öteye taşımış ve şunu sormuştur: Devletler ekonomi politikalarında bu kadar başarısız, sosyal devleti ifade eden kamu politikaları, sınır ve devlet biçimi tanımaksızın bu denli erozyona uğramışken, yerel yönetim birimi olarak bölgeler, merkezden bağımsız ve sürekli bir ekonomik kalkınmayı nasıl ve hangi araçlarla gerçekleştireceklerdir? Soruyu doğuran temel dinamik haklı olarak, ekonomik krizler Avrupa’sında kalkınma işlevi yüklenen bölgelerin, merkez karşısındaki yetki ve kaynaklarının bu misyonu kaldıramayacak güçte olmasıdır. Endişe ise, bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarının bir sonraki aşamada, gerilim ve kopuşlara neden olma ihtimalinin ciddiyetinden kaynaklanmaktadır.
Kopma endişesini gidermek üzere, geçmişte anayasa değişiklikleri ile bölgeli devlet modelini benimsemiş ve siyasi yerinden yönetimi derinleştirmiş İspanya, İtalya gibi ülkelerin otonom bölgeleri arasındaki tarihsel çatışma bugün halen varlığını korumaktadır. Bu da Profesör Herzog’un sorusunun haklılığını ortaya koymaktadır. Öte yandan üniter devlet yapısından federale evrilmiş olan Belçika, federe yönetimleri bölgeler olarak tanımlamakta; fakat Profesör Francis Delpérée’nin ifadesiyle gelinen durumda, “işbirliği yerine çatışmanın yönlendirdiği bir federalizmden (fédéralisme d’opposition)” öteye geçemediğinden, bölgeler arası denge arayışı hala güçlü bir ihtiyaçtır.
Fransa ise, Kolokyum’un farklı katılımcılarına göre, katı bir merkeziyetçi yapıdan çıkıp, bugün üniter devletler arasında bölgeselleşmeyi önemli ölçüde sağlamış ve hatta bir yoruma göre, en çok bölgeselleşmiş ülke olarak tanımlandı. Fransa üzerine nispeten kalıplaşmış idare hukuku bilgimiz karşısında bu tespiti, ben oldukça ezber bozucu olarak görüyorum. Zira Tanzimat’la başlayıp, Osmanlı Vilayet Nizamnamesi ile devam eden ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde nihayet 1924 Anayasası ile anayasal boyut kazanan merkeziyetçilik sürecinde, model olan Fransa’nın bugünkü yerinden yönetim gündeminin, artık farklı bir yönde ivme kazandığını söylememiz gerekecek.
Türkiye ile bir dönem (ve aslında hala) devlet biçimi noktasında benzer kaygıları taşıyan Fransa, nasıl oldu da, böyle bir kendine özgü kategorinin öznesi haline geldi? Bunun için, artı ve eksileriyle 30 yıldır aralıksız devam eden, yerinden yönetim reformu sürecinin nasıl gerçekleştiğine bakmak gerekecek.
Fransa ve bölgeselleşme tartışmasının kökenleri, 1980’lerde ivme kazanan ve halen tartışmaları devam eden 3 büyük yerinden yönetim reformu dalgasının öncesine, Charles de Gaulle’ün siyasi kariyerini sona erdiren 1969 referandumuna kadar gitmektedir. Lyon’da, 1968’de yaptığı konuşmada, Cezayir Savaşı sonrası ulusal birliğin sağlandığını, Fransızların bölge yönetimlerinin kabulünün zamanı geldiğini belirten De Gaulle, bölgelerin tanınması oylamasını plebisite dönüştürüp, siyasi kaderini referandum sonuçlarına bağlamış ve nihai olarak da oylamanın sonuçlarına katlanıp istifa etmiştir. Mayıs 1968 gösteri ve grevleri düşünüldüğünde, Fransızların kullandığı “hayır” oyunun bölge yönetimlerine değil de, De Gaulle’e yönelik olduğuna ilişkin bir yorum da mevcuttur.
Fransa’da yerinden yönetime ilişkin reformlar tarihinin ilginç yönü, hangi siyasi akım tarafından başlatılırsa başlatılsın, az ya da çok bir süreklilik arz etmesidir. Tıpkı De Gaulle’ün sözlerinin, yansımasını, sosyalist devlet başkanı Mitterand’ın Temmuz 1981 tarihinde yaptığı konuşmada bulması gibi. Mitterand’a göre, Fransa’nın geçmişte var olmak için, güçlü ve merkezi bir devlete ihtiyacı olmakla birlikte, gelinen süreçte artık dağılmamak için yerinden yönetime dayanan bir güce ihtiyacı vardır.
1982’de başlayan Birinci Yerinden Yönetim Reformu (Acte I) ile bir yandan bölgeler yerel yönetim birimi olarak tanımlanmış, öte yandan yerel yönetimlerin birbiri üzerindeki idari vesayet yetkilerine son verilmiştir. Fakat yerinden yönetimin başka bir boyutu daha vardır: 1979 yılında Sosyalist Parti milletvekilleri tarafından parlamentoya sunulan yasa önerisinin izleri taşır. Öneriye göre, yapılacak yerinden yönetim reformu, kapitalist sistemle kesin bir yol ayrılığına gidildiğinin de göstergesi olmalıdır.[2] Bu nedenle Acte I, başarılamasa da, idari bir reform olduğu kadar aynı zamanda ekonomik krizden çıkış gibi siyasi-ekonomik bir hedefi de bünyesinde barındırır. Bu reform ayrıca, yerel seçimlere paralel olarak ülke yönetiminin de sola geçmesini sağlayan etmenlerden biri olarak adlandırılmaktadır. Reforma ilişkin yasanın Meclis’teki raportörü Alan Richard, bu durumu şöyle açıklamaktadır: Fransa’da sol, yönünü yerinden yönetime çevirmiş. Fransız halkı yönünü sola çevirmiş. Ve nihai olarak da Fransa ülke olarak yerinden yönetime doğru yönelmiştir.
Acte I ile yerel yönetim niteliğini kazanan bölgeler, 2003 Anayasa değişikliği ile de anayasal ölçekte koruma kazanmıştır. Acte II olarak adlandırılan bu reform aynı zamanda, “yerinden yönetimli devlet” kavramını da anayasallaştırmıştır. Bunun üniter yapıdan sapma anlamına gelip gelmediği ciddi tartışmalara neden olmakla birlikte, uzlaşılan sonuç, bu hükmün, yerinden yönetim alanında bugüne kadar sağlanan ilerlemeden taviz verilmemesi ve yerel yönetimlere sağlanan güvencelerin korunması zorunluluğunun, Anayasa ile koruma altına alınmasıdır.
Öte yandan 2013 yılında başlatılan üçüncü yerinden yönetim reformu (Acte III) ile de, gayri safi yurtiçi hasılanın %60’ının kaynağı olarak gösterilen metropollerin sayısının on bire çıkarılması ve metropoller çevresinde örgütlenmiş bölgelerin birleştirilmesi yoluyla sayılarının azaltılması (MAPTAM Yasası) ile yerel yönetimler arası ve yerel yönetimler-merkez arası yetki paylaşımını (NOTRe Yasası) yeniden düzenleyen yasalar gibi öne çıkan çok sayıda düzenleme yapılmıştır. Sağ partilerin karşı çıktığı, sosyalistlerin oylarıyla geçen son yasa ile kaldırılması tartışılan departmanlar (il yönetimleri) varlığını korumuş ve hatta yetki alanları genişlemiştir. Düzenlemeden en çok karlı çıkan yerel yönetim birimi ise bölgeler olmuştur. Buna göre, bölgeler, konut hakkına erişimde diğer yerel yönetimlerle birlikte yetkili kılınmış, ayrıca talep etmeleri halinde, merkezin üstün ayrıcalıklarına müdahale etmeksizin, 3 yıllık bir süre ile istihdam alanında koordinasyon rolünü üstlenmek üzere, deneme yetkisini kullanmalarının önü açılmıştır.
Bölgeselleşme bir yandan Avrupa yerel yönetim sisteminin gelecek tasarımında olmazsa olmaz eğilim olarak tanımlanırken, merkezi devletler ile yetki-kaynak-kimlik çatışması yaşamaya devam eden bölgeler, bugün bir başka fenomen ile yüzleşmek zorundadır. Bu da metropolleşmedir. “Bölge-Metropol karşıtlığı” olarak sunulan formülasyonun en önemli çıktısı, merkez-yerel yönetimler arası siyasi-mali özerklik tartışmasının eksenini değiştirmesi; klasik devlet biçimlerinin dışına taşması, onları dönüştürmesi ve hatta aynı potada eritmesidir. Çatışma ise, halen merkezle ilişkileri çerçevesinde tanımlanan, fakat öte yandan kalkınma misyonu yüklenmiş bölge yönetimlerinin; küresel ekonomi dinamiklerinin taşıyıcısı, kapitalist kent mekanını ve sermaye birikimin yoğunlaştığı alanları simgeleyen metropoller karşısında giderek geriye düşme kaygısından kaynaklanmaktadır.
Dahası, ekonomik krizlerden çıkış yöntemi olarak kullanılan hırçın kalkınma politikalarının ulus-devlet düzleminde yarattığı aşınma, üniter-bölgeli-federal ayrımı yapmaksızın tüm devletleri, yarattıkları yeni Leviathanlar olan metropolleri yönetmenin yollarını aramak üzere aynı masa etrafında toplanmaya zorlamaktadır.
Bu noktada iki bölgeli devletteki durumu ortaya koyan, Barselona Üniversitesi’nden Elisenda Maleret Garcia ile Napoli Üniversitesi’nden Alberto Lucarelli’nin tespitlerini aktarmak isterim. Garcia’ya göre, İspanya’nın tecrübe ettiği ekonomik kriz aynı zamanda kamu politikaları alanında krize dönüşmüş ve domino etkisi gibi otonom bölgelerin anayasa uyarınca korunan özerkliği de bundan olumsuz anlamda etkilenmiştir. Profesörün tespitini, merkezin, genel kamu yararı ya da supra-otonom çıkarlar diye adlandırdığı ve bu sayede özerk yetkiler alanına müdahalesinin yoğunlaşması sorunuyla[3] birlikte okumak faydalı olacaktır. Sonuç olarak İspanya’da bugün, Katalanlar ve merkez arasındaki çatışma daha güçlü bir şekilde gündemdedir. Merkez ile yaşanan bu çatışmaya bir de büyük metropoller fenomeni eklendiğinde ise ortaya çıkan sonucu İtalyan bölgeselleşmesinden yola çıkarak Alberto Lucarelli tanımlamıştır: bölgesel otonominin zayıflaması. Her iki ülkenin nihai olarak yüzleştiği sorun, özerklik temelinde var olan siyasi çatışmanın, ekonomik çıkarlar dolayısıyla yeniden ve daha çok körüklenmesidir.
Bölge yönetimlerini birleştiren Fransa’nın metropolleşme ile imtihanı ise, Alsas sorunu dolayısıyla başka bir dinamiği ortaya çıkarmıştır. Bağımsız bir bölge olan Alsas’ın, Champagne-Ardenne ve Loren bölgeleriyle birleştirilme tasarısı, Meclis’te görüşmeler devam ederken sağ ve sol partilerin destek verdiği ciddi bir katılımla Strazburg’ta protesto edilmiştir. 1990’lı yıllardan bu yana ilk kez bu kadar kitlesel bir şekilde sokağa çıkan Alsaslılar, bu birleşmeye kimlik temelinde karşı çıkmıştır. Fakat yasa kabul edilmiştir. Toplantıya katılan yerel yönetici ve akademisyenler tarafından ciddi bir hata olarak değerlendirilen bu birleşmenin 2 önemli çıktısı vardır: İlki, Sorbon Üniversitesi’nden Profesör Gérard Marcou’ya göre, Korsika’dan sonra etnik bölgecilik tartışmasının Fransa gündemine yeniden girmesi ihtimalidir. Zira 22-29 Mart’ta iki turlu çoğunluk sistemine göre gerçekleştirilen il genel meclisleri seçimlerinin ilk turunda, Bölgeci Unser Land partisi, tarihinde ilk kez, Alsas bölgesinde, Sarkozy’nin UMP’si ve Marine Le-Pen’in Front National’inin ardından, fakat iktidardaki Sosyalist Parti’nin önünde, 3. parti olarak seçimi tamamlamıştır. İkinci dinamik ise ortaya çıkan bölgecilik eğilimini daha da körükleyen metropolleşme sorunudur. Birleşme sonrası bölgelere ilişkin temel kararların alındığı ortak bir merkezde karar kılınması gereklidir. Alsas’ın merkezi ve metropol olan Strazburg’un öncelikli konumunu kaybetmesi endişesi gerilimin nedenidir.
* * *
Seçimler yaklaşırken, çözüm süreci bir ileri, iki geri muğlaklığını korurken, bu tablodan Türkiye’nin payına düşen nedir peki?
Küresel Metropoller Karşısında HDP’nin Demokratik Özerk Komünal Yerinden Yönetim Reformu Önerisinin Olabilirliği
Öncelikle hakkını vermek gerekir: Türkiye ne bölgeselleşme ne de metropolleşme eğilimlerinin uzağındadır. Bir yandan Bölge Kalkınma Ajansları, öte yandan 6360 sayılı Büyükşehir Yasası üzerinden her iki politika da son süratle derinleşmekte. Bir yandan şehirlerin marka değerlerinin öne çıkarılması adına, çevre tahribatı ve el koyma temelinde işleyen imar politikalarının sebebi mega projelerin önünü açan, öte yandan kültürel değerlerin korunması da hedefimiz deyip, iki çatışmalı çıkardan, genellikle ilki lehine tercih kullanan Bölge Kalkınma Ajansı yapılanmaları, var olan durumda Türk tipi bölgeselleşmenin taşıyıcısıdır diyebiliriz.
Öte yandan, sadece nüfus kriteri üzerinden büyükşehir tanımı yapıp, kırsal bir yerel yönetim politikası olmaksızın büyükşehirlerdeki köyleri mahalleye dönüştürüp, büyükşehir imar politikası ve yeni vergileriyle tanıştıran 6360 sayılı yasa var. İl özel idarelerini kaldırıp, yetkilerini Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı gibi, ildeki yatırımların rantabilitesini Başbakanlığa raporlamak, gerekirse hizmetlere müdahale etmek yetkisiyle donatılan bir kuruma aktaran düzenlemeler, yasanın diğer çıktısı. Sonuç olarak metropolleşme dediğimiz olgunun taşıyıcısı da bu yasadır.
Hem Bölge Kalkınma Ajanslarının hem de Yatırım İzleme biriminin başkanı ise merkezi politikaların yerelde uygulanmasını sağlayacak sorumlu kişi, her bir bakanın taşradaki gölgesi olarak tasvir edilen validir. Devletlerin yerel düzeydeki temsilcileri(genellikle valiler) üzerinde Avrupa düzeyinde bir tür monitoring işlevi gören AERTE (Association européenne des représentants territoriaux de l’Etat) yöneticilerinden Thierry Aumonier’ye göre, Avrupa ülkelerinde, valileri, mediatör rolüyle sınırlama, seçimle iş başına getirme eğilimi varken, Türkiye’de valiler, sadece “Napolyon tipi” vali kategorisine girmektedir. Oysa kendisi bu tespiti, İç güvenlik Yasası ile valilere tanınan yeni yetkilerden haberdar bile olmadan yapmıştı.
Fakat asıl sorun bu iki kurumun, aynı zamanda Kürt sorununun çözüm süreci dolayısıyla devlet tarafından atılan adımların araçları olarak sunulmasıdır.
Ülke olarak biz bugüne kadar Kürt sorununu, öncelikle devlet biçimi ve özerklik temelinde tartıştık. Bu noktada, merkeziyetçi Fransa örneği minvalinden çıkılması, mümkünse İsviçre kantonal sisteminin ya da İspanyol otonom bölgeleri modelinin benimsenmesi önerileri doktrinsel bir külliyatın öne çıkan parçalarıdır. Son olarak Rojava komünal sistemi ve halk meclisleri örneği de tartışmanın eksenine girmiş olup; hangi modelin ne kadar iyi işlediği yahut ne yöne evrildiği; dahası, bu yapıların Türkiye özelinde yapılacak bir yerinden yönetim reformuna hangi ölçüde katkı sunabileceği noktasındaki güncel eğilimlerle ilgili ise niyet okumanın ötesinde, tarafların somut tercihlerinden haberdar değiliz.
Bir süre önce Başbakan Davutoğlu, çözüm sürecinde “özerklik yok; daha çok yerinden yönetim var” beyanında bulundu. Bu iki kavramın birbirine alternatif olarak sunulması, devlet biçimine dair hassasiyetlerin göstergesi ve aslında sürekli tekrarlanan bir hatanın ifadesidir diyebiliriz. Bunun nedeni ise bu iki kavramın birbiriyle sıkı ilişkisinin bugün artık kabul edilmiş bir hukuki-siyasi olgu olmasıdır. Bizim Anayasa Mahkememiz de özerkliğe ayrı bir sonuç sağlamamakla birlikte kararlarında bu bağı kurmaktadır. Zira bir idari örgütlenme ilkesi olarak yerinden yönetim, üniter devletten federal devlete, farklı oran ve nitelikte (siyasi-idari) otonomi-özerklik barındırır.
Çözüm sürecine ilişkin on maddenin içinde “ortak vatan” ifadesi de geçmekte. Fakat Kürt hareketinin ortak vatan kavramının, ülkenin güncel durumundan farklı olarak demokratik, çoğulcu cumhuriyet gibi sıfatları da var. HDP’nin sesinin farklı siyasi oluşumların desteği ile yankı bulmasında demokrasi ve çoğulculuk söyleminin önemli bir payı olduğunu söylemek gerek.
Demokratik, özerk, katılımcı, ekolojist, toplumcu (liste daha da uzatılabilir) yerel yönetimler yaratacak bir yerinden yönetim reformu talebinin baki olduğunu, bunun sadece Kürt sorunu açısından değil; Türkiye’nin tamamı açısından bir demokratik talep olarak ortaya konulduğunu ve talebin haklılığını da dillendirmeliyiz.
Cevaplanması gereken son soru, talepler doğrultusunda derinleştirilecek bir yerinden yönetimin ekonomi-politiğinin ne olacağı, özerkliğin finansmanında nasıl bir ekonomi politikasının tercih edileceği meselesidir. Çünkü burası ya yankı bulan sesin daha da yükselmesine ya da azalmasına neden olacak olan, asıl yol ayrımının gerçekleşeceği noktadır.
2000’lerden itibaren konfederalizmden, kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite fikrine doğru evrilen çözüm formülleri, Avrupa düzlemindeki tartışmanın evrimine paralel olarak, Türkiye’de de, çözümün devlet biçiminden ziyade, sürecin ekonomik temelde inşasına ilişkin yoğunlaşmasının göstergesi olarak alınabilir.
Dillendirildiği gibi çözüme yakınsak, elimizde olanları gözden geçirmekte fayda var. Bu durumda, Abdullah Öcalan’ın kapitalist sistem yerine, demokratik modernitenin üç sacayağı olan demokratik ulus, ekolojist sanayileşme ve kullanım amaçlı sosyal pazar ekonomisinin kurulması gerektiğini belirten tezinden başlayabiliriz. DTK’nın Demokratik Özerlik Çalıştay’ında, demokratik özerklik ekonomisinde kapitalizmi sınırlandırmanın esas hedef olduğu; tekellere karşı olan, bir yanda kapitalizm dışı komün, kooperatif ve topluluk ekonomisi yöntemlerini destekleyen, diğer yanda özel sektörün belirli sınırlar dahilinde faaliyet göstermesinin mümkün olacağı sui generis bir sistem tanımı; Öcalan’ın, ekonomik özerkliği, kar ve sermaye birikimin asgariye indirilmesi olarak tanımlamasıyla paraleldir. Bir diğer referans, Kasım ayında Van’da düzenlenen Demokratik Ekonomi Konferansı’nda çözüm olarak, demokratik komünal sosyal adaletçi yerel yönetimler talebinin vurgulanmasıdır.
Çözüm sürecinde parmakla işaret edilen pratikler ise tüm Ortadoğu ve Türkiye’ye model olarak gösterilen Rojava Anayasası temel alınarak kurulan kantonlar ile 2009 Yerel Yönetimler Konferansı’nda Yüksekova, Cizre, Nusaybin, Bağlar belediyelerinin demokratik katılımcılık, ekolojik yaklaşım, kadın özgürlükçü alan ve katılımcı topluluklar ekonomisini uygulamak üzere pilot bölge seçilmiş olmasıdır.[4]
Bu durumda, kapatılan DTP’den başlayarak, BDP- DTK-HDP tarafından- farklılıkları ve ortak noktaları bir yana koyarak- tüm Türkiye için geçerli Demokratik Özerklik Projesi kapsamında özerk bölge yönetimleri (sayıları 20-25 ya da 25-26 olarak anılmakta) bakımından iki model ihtimali karşımıza çıkmaktadır: bir yanda hükümet tarafından desteklenen küresel kapitalist bir dönüşüm ve kalkınmayı temsil eden Türkiye tipi bölgeselleşme ve metropolleşme ve bunların araçları ile öbür yanda ehlileştirilmiş, sınırlı bir kapitalizme de yaşam alanı sağlayan demokratik komünal özerklik projesi.
Peki, tüm Türkiye bakımından demokratik özerklik modelinin finansmanı için elimizde neler var?
Temmuz 2014’te Ayla Akat Ata tarafından Meclis’e sunulan petrol gelirlerinden yerel yönetimlere pay aktarılması önerisi hala komisyon aşamasında olup, yerel yönetimlere kaynak sağlamak açısından dikkate değer bir öneri olarak alınabilir. Demokratik Ekonomi Konferansı’nda da buna paralel olarak, yer altı ve yerüstü kaynakların çıkarılması ve işletilmesi konusunda yerele yetki devri ve yereldeki hammaddenin ekosisteme zarar vermeden, ihtiyaç temelli üretiminin yapılması ve aracısız bir şekilde, öncelikli olarak yerel pazarlara sunulması için üretim kooperatiflerinin kurulması önerileri getirilmiştir.
Finansman noktasında bir diğer çözüm, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan mali özerkliği kısıtlayan çekincelerin kaldırılması talebidir. Bu konuda Nisan 2013’ten bu yana komisyonlarda bekleyen, Demir Çelik tarafından sunulan bir kanun teklifi de mevcuttur. Şart’ın bilindiği üzere bir denetim mekanizması yoktur. Genel bütçeden alınan payların arttırılması ve yerel yönetimlere yeni harçlar ve vergiler koyma yetkisinin verilmesi önerileri ise yerel yönetimleri mali açıdan ancak sınırlı olarak güçlendirebilir. Merkezi sistemin ekonomi politikalarının gidişatından bağımsız olarak bu alanda tam anlamıyla bir mali özerkliğin sağlanması ise mümkün olmayacaktır. Çünkü vergi koymada özerklik, finansal özerklikle aynı anlama gelmemektedir. Kolokyum’daki örnek üniter-bölgeli-federal devletlerin ekonomik gidişatının -Şart’taki güvencelere rağmen- bölgelerin mali özerkliğini olumsuz etkilediğini burada hatırlamak gerekir. Yine AERTE temsilcisi Aumonier’ye göre, bölgeler arası istikrarlı bir uyum sağlayabilen tek örnek ülke Almanya’dır. Bu da ülkenin, genel ekonomik durumunun istikrarından kaynaklanmaktadır.
Karacadağ Kalkınma Ajansı’nın, Diyarbakır ve Şanlıurfa’ya dair 2014-2023 bölgesel planındaki hedefleri inceleme fırsatınız oldu mu bilmiyorum. Tıpkı İstanbul’un ve diğer ajansların kalkınma planlarında olduğu gibi, neredeyse her sayfada vurgulanan, “illerin dışa açılması ve rekabet güçlerinin arttırılması, yatırımcıların önünün açılması” ama bu arada “sürdürülebilir büyüme, yeşile saygı” gibi kısmi ekolojik perspektifler, bu iki il için de mevcut. Bu planlar, ulusal kalkınma planlarından, hükümetin genel kalkınma politikasından bağımsız olarak hazırlanamadığı için, Ajansın karar organında her iki şehrin büyükşehir belediye başkanları yer alsa bile, ortaya çıkan metinleri bölgelere has kalkınma perspektifinden okumak maalesef mümkün olmuyor. Çünkü devletin kalkınma politikalarının son çıktısı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2015 rakamlarına göre, 2012’de 23 milyon 668 bin olan yardıma muhtaç insan sayısının, 2014 sonunda 30 milyon 500 bine yükselmesi. Bu da toplam nüfusun yaklaşık %40’ının aylık 270 liranın altında gelirle yaşam mücadelesi vermesi anlamına gelmekteymiş. Bu nedenle, Demokratik Ekonomi Konferansı’nın sonuç bildirgesinde dendiği gibi, bu ajansları kaynakların yerelde adil dağıtımı ajanslarına ya da bir adım öteye götürüp bölge meclislerine dönüştürmeye çalışmak, yirmiden fazla kere değişmesine rağmen içimize sinmeyen Kenan Evren anayasasından farklı bir sonuç getirmeyecektir.
Öte yandan, devletin merkezinin uluslararası kredi kuruluşlarıyla samimi(!) ilişkisini kıskandıracak düzeyde bir diğer gerçeklikle karşı karşıyayız: dış borçlanma yoluyla aldıkları milyonlarca Avroluk kredilerle hizmet ya da projelerini finanse eden belediyeler vakası. Avrupa Yatırım Bankası, Dünya Bankasına bağlı Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Alman Yatırım Bankası KfW belediyelere kredi sağlamada öne çıkan adresler. İzmir Büyükşehir Belediyesinin trafik sistemini yenilemesi projesi IFC tarafından 59 milyon dolarlık bir kredi ile finanse edilirken; KfW’nin Van, Batman, Siirt gibi illerde katı atık ve içme suyu projeleri ile Diyarbakır’da Güneş Evi ve atık su arıtma projelerinde desteği olduğunu görüyoruz. Ankara Büyükşehir Belediyesinin ise KfW kredilerinde zirveye doğru koştuğu söylenirken, geçmişte Malatya’nın MHP’li belediyesi de KfW kredisi kullanarak hizmet sunumuna gitmiştir. Kaynak sorununu çözmek üzere belediyeler tarafından sıkça başvurulan bu yöntem, yerel yönetimlerin, devletin merkezinden ve hatta uluslararası ekonomik düzenden bağımsız bir toplumcu, komünal ekonomiyi nasıl kuracakları sorusunun da cevabının verilmesini gerektirecektir.
Seçimler, anti-demokratik baraj ve ülkedeki baskı rejimi önceliğimiz olabilir. Fakat Van’daki konteyner evlerden Gaziosmanpaşa ve Okmeydanı’ndaki kentsel sürgün pratiklerine; Yırca ve Silopi’ye inşa edilmek istenen termik santrallerden Karadeniz derelerindeki HES’lere ve bunların sembolize ettiği sosyal adaletsiz kalkınma politikalarına karşı duruşun sesi olacak yerel yönetim modelinin ekonomik örgütlenmesinin ne olacağı, asıl soru olarak önümüzde durmaktadır. Bugün belediyelerin bir kapılarında kültüre, çevreye duyarlı katılımcılık söylemi üretilirken, diğer kapılarında ise işten atılan taşeron işçilerin eylemleri gerçekleşmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın iş kollarındaki toplam işçi ve sendikalı işçi sayısına ilişkin 2013 verilerine göre, genel iş kategorisine giren belediye hizmetleri alanında toplam işçi sayısı 655.000 civarı iken, sendikalı işçi oranı %9 ile 100.000 civarında kalmaktadır. Bu veriyi, bir de belediyelerde örgütlenen, DİSK-Genel İş Sendikasının 2014 tarihli raporuyla birleştirelim. Buna göre, sendikanın örgütlü olduğu belediyelerde çalışan işçilerin %51’i belediye şirketleri ve taşeron şirketlerin işçileridir. Belediyelerin, küresel kapitalist ekonominin yereldeki inşasını sağlayan ve bunun yarattığı güvencesizliği yeniden ürettiği bir zeminde olduğumuzu kabul etmek zorundayız.
Dolayısıyla 7 Haziran, sadece başkanlık sistemine dair bir oylama değil; aynı zamanda metropollerde, bölgelerde yeniden ve daha hırçın bir şekilde üretilen kapitalizmle ne derece yol ayrılığına gitmek istediğimizin de göstergesi olacak. Bu yüzden HDP’nin demokratik özerklik projesi önemlidir; fakat aynı zamanda kapsamlı ve açık bir şekilde de tartışılmalıdır. Çünkü vaat edildiği üzere, demokratik özerk yerel yönetimlerde, halk, usuli olarak bilgilendirilip katılmış sayılan değil; nasıl yönetileceğine karar veren öznedir.
Dipnotlar:
[1] Kolokyum’un tam başlığı: “Quelle oganisation pour les grandes régions en France et en Europe”, http://crdt.univ-reims.fr/CRDT3/, 26-27 Mart 2015. CRDT(Centre de recherche sur la décentralisation territoriale), CNRS, GIS-GRALE ağının kurucu ortağı olup, Université de Reims-Champagne-Ardenne bünyesinde faaliyet göstermektedir.
[2] Pierre Bodineau- Michel Verpaux, Histoire de la décentralisation, Presse universitaire de France, 1993, s.101-102.
[3] Benjamin Pierre-Vantol, “Autonomie politique et réforme statutaire en Espagne: regards juridiques sur le « blindage des compétences » autonomes dans le nouveau statut de la Catalogne” , Revue française de droit constitutionnel, 2010/1 (n° 81).
[4] Pınar Öğünç, “Kürtler Demokratik Özerklikle ne istiyor (1): ‘Devletin el değiştirmesiyle özgürlük, eşitlik, adalet gelmiyor”, Radikal Gazetesi, 28 Nisan 2014.
* Zülfiye Yılmaz
CRDT/Fransa Konuk Araştırmacı – İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Araştırma Görevlisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.