Türkiye’de, 1980’den sonra sosyal mücadelenin yerine geçirilmeye çalışılan (onu ikâme eden) bir “eylem biçimi” türedi: “Hukuk mücadelesi.” Hiç kuşkusuz bu konuda bir öncü aranacaksa bu sendikalar olacaktır. 1983 sonrasında, sendikal harekette hemen hiçbir mesele yoktur ki “hukuk mücadelesi” ifadesi ile ele alınmamış olsun. Aslında hukuk, bütünüyle sosyal mücadelelere mündemiç (içinde olan) bir olgu. En küçük […]
Türkiye’de, 1980’den sonra sosyal mücadelenin yerine geçirilmeye çalışılan (onu ikâme eden) bir “eylem biçimi” türedi: “Hukuk mücadelesi.”
Hiç kuşkusuz bu konuda bir öncü aranacaksa bu sendikalar olacaktır. 1983 sonrasında, sendikal harekette hemen hiçbir mesele yoktur ki “hukuk mücadelesi” ifadesi ile ele alınmamış olsun.
Aslında hukuk, bütünüyle sosyal mücadelelere mündemiç (içinde olan) bir olgu. En küçük bir çevre eyleminden, bir işyerindeki greve kadar, bütün sosyal mücadeleler, mevcut egemen hukukun (yazılı kuralların, mevcut kanunların, anlaşmaların, alışkanlıkların, yazısız davranış biçimlerinin ön yargıların) değiştirilmesi, en azından sosyal taleplere göre ele alınması) sürecidir.
Fakat “hukuk mücadelesi” uzun bir süredir, yerleşik hukuk sisteminin dar yorumuna indirgenerek, sosyal mücadelenin dar bir alan hapsedilmesine yol açmıştır.
“Hukuk mücadelesi” ifadesi, zaman içinde sosyal mücadeleden arınarak, kanunları “iyi yorumlamak”, kanunlardaki “çelişkileri sergilemek”, devleti ve kapitalistleri “kendi kanunlarına saygıya davet etmek”, uluslararası sözleşmeleri “dikkate alma çağrısı yapmak” anlamı kazanarak, özellikle sendikalar için son derece elverişli bir araca dönüştü.
“Hukuk mücadelesi” için malzeme
Geçen hafta, Metal Grevi kararının yasaklanması meselesini (Danıştay’ın hükümetin grevi erteleyen kararını onaylamış olmasını) Aziz Çelik, iki ayrı makalede ele aldı. Çelik’in makaleleri, “hukuk mücadelesi” kavramına mükemmel olmasa da, dikkate değer örnek oluşturdu. (‘Greve son darbe Danıştay’dan’ Birgün-2 Nisan 2015; ‘Danıştay’dan grev tabutuna son çivi’, 9 Nisan 2015.) Makalelerde kamu idaresinin yasal grev hakkını nasıl ihlâl ettiği anlatılırken “MESS, [Sermaye] hükümet ve Danıştay [Yargı] el ele grev hakkını ortadan kaldırdı” görüşü savunuluyor.
Çelik, ilk makalesinde “Türkiye’de artık grev hakkından söz etmek mümkün değil. (…) Lafı dolandırmadan söyleyelim. Grev artık hukuksal güvenceye, yargı güvencesine sahip değil! Grev söz konusu olunca hukuk işe yaramıyor!” değerlendirmesini yaparken, şu sonuca ulaşıyor: “Hukuk zemininde son bir umut Anayasa Mahkemesi’nde. (…) Anayasa Mahkemesi’nin grev erteleme kararının hak ihlâli olduğuna karar vermesi durumunda grev hakkının önündeki engel aşılabilir. Aksi halde işçi sınıfını grev hakkını tekrar kazanmak için uzun ve fiili bir mücadele bekliyor.”
Çelik ikinci makalesinde Danıştay’ın kararını, “Grev hakkını ortadan kaldıran ve hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek karar” olarak niteliyor. Makalenin sonunda “Toplumsal mücadele ile kazanılan hakların masa başı kararlarıyla yok edileceğini düşünenler hep yanıldı, şimdi de yanılıyor. Grev hakkını gömmeye kimsenin gücü yetmedi, bugünden sonra da yetmez…” uyarısında bulunuyor.
Kuşkusuz Çelik’in, “yasal grev hakkı”nın ihlâl edildiğine işaret etmesi doğrudur. Yasal (toplu sözleşme sürecinin bir parçası olduğu için yasal kabul ettiği) grev hakkı ihlâl edilmiştir. Ama grev hakkının ortadan kaldırıldığından şikayet etmesi yersizdir. Bu nedenle de fiilen yeniden yeniden-kazanılmasına gerek yoktur. Şalterlerin inmesi (üretimden gelen güç) ile meşru grevin hayata geçirilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Yani işçi sınıfı sadece toplu sözleşme sürecinin tıkanmasıyla greve çıkmaz.
Dolayısıyla Grev, yasal toplu sözleşme sürecinin bir parçası olsa veya olmasa da, ve nihayet “hak grevi” yazılı bir kural olmasa dahi, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye İşçi sınıfının da tarihi, haklı, meşru temel bir hakkıdır.
Kanunlarla, yönetmeliklerle, demeçlerle, kararlarla, yasaklamalarla, yorumlarla belki engellenebilir, ama ortadan kaldırılamaz. Grev yasaklarının “bir şalter indirme” kadar canı vardır, dersek abartmış olmayız…
O şalterin başlattığı sürecin gerçek bir “mücadele hukuku”nun yaratılmasına, mücadelenin genelleşmesine, işçi tabanının insiyatifi ele almasına, sendika yönetiminin (bürokrasinin) işi savsaklamamasına bağlı olduğunu söylemeye gerek yok.
“Hukuk mücadelesi”nin dar alanı
“İş hukuku uzmanımız” Aziz Çelik’in hukuk mücadelesini öne çıkarmasını, Anayasa Mahkemesi sürecine verdiği önemden de anlıyoruz. Fakat işçi sınıfının tarihi tecrübesi, mücadelenin gerilediği koşullarda, mevcut burjuva hukukunun, emekçiler lehine yorumlanmadığının örnekleriyle doludur. Bu nedenle, sendika yönetimi mücadeleyi yükseltecek çabaya girmeden (işçiler fiilen harekete geçmeden) dava, Anayasa Mahkemesi’ne götürülse de olumlu bir sonuç çıkması istisna olacaktır.
Aziz Çelik arkadaşımız, Anayasa Mahkemesi’nin olumsuz karar vermesi halinde ise “Aksi halde işçi sınıfını grev hakkını tekrar kazanmak için uzun ve fiili bir mücadele bekliyor” gibi karamsar bir sonuç çıkarıyor. Çelik bu değerlendirmesi ile bir yandan, yine işçi sınıfının tarihi, meşru grev hakkını mevcut yazılı kanunlar içinde tanımlamış oluyor ki, burjuva hukukunun bile gerisinde kalmak anlamına gelir.
Dar ve sığ “hukuk mücadelesine” hapsolmanın mantıki sonucu…
Halbuki grev hakkı, işçi mücadelesinin yükselmesi ile burjuva hukukunda sokulduğu dar ve sığ alandan çıkar. İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi ve uluslararası bütün kazanımlarını, tarihi tecrübelerini içeren bir geniş bir zemin içinde gerçek anlamına kavuşur. Şunu da belirtelim ki işçi sınıfı kazanımlarının Türkiye’den çok gerisinde olduğu Mısır’da bile “Arap Baharı”nın maddi temelini oluşturan “yasadışı işçi eylemleri” genel grevleri meşru ve yasal hale getirmiştir.
Çelik’in, Metal Grevi’nin yasaklanmasını ele alan her iki makalesi, işçi sınıfı kitlesinin ve öncü işçilerin değil, aslında yıllardır “hukuk mücadelesi” verdiklerini ilan eden (zaman zaman bu mücadeleyi hukuk zaferi olarak da “taçlandıran”) sendika yöneticilerinin ihtiyaçlarına cevap veriyor. Hakkını yemeyelim büyük sendikaların kongrelerindeki yasaların yetersizliği, kurumların taraflı olması, haksızlık yapıldığı gibi şikâyetlere benziyor. Bu şikâyetleri bıkmadan usanmadan tekrarlayan sendika bürokrasisi, hemen her zaman gerekirse işçiler ayağa kalkarlar ikazında bulanmayı da ihmal etmez. Çelik’in makalesinin sonunda “grev hakkı engellenemez” “grev hakkı gömülemez” uyarıları da yine bürokrasinin “gürlemesine” benziyor dersek herhalde abartmış olmayız.
Oysa metal grevinde bir kez daha anlaşıldı ki tabandaki işçiler, fiilen greve çıkmaktan başka çareleri olmadığını görmüşlerdir. Talepleri, genel bir mücadelenin örgütlenmesine imkan vermekteydi. Ama sendika yönetimi bir kez daha, süreci burjuva hukukunun dar ve sığ alanına sokarak, işçilerin enerjisinin “hukuk mücadelesi” süreci içinde tükenmesine yol açmıştır. Aziz Çelik arkadaşımız da bu sürece kendine göre lojistik destek vermekten öteye gidememiştir.
Burjuva hukuku ve işçi hareketi
Metal Grevi’nin hukuk mücadelesinin dar alanı içinde cereyan etmesinin mahzurlarını, şimdi daha genel biçimde ele alabiliriz. Önce burjuva hukuku ile işçi sınıfı mücadelesinin diyalektik birliğini kısaca irdeleyeceğiz. İzleyen kısımda ise Türkiye işçi sınıfının tarihi önemi büyük olan mücadelesinin burjuva hukukundaki etkilerine değineceğiz.
Hiç kuşkusuz, burjuva toplumunda yerleşik hukuki sürecin en önemli parçası olan yasal mevzuatı işletmek bile, bireysel veya kitlesel, bütün sosyal mücadelelerin vazgeçilmez bir boyutunu oluşturur. Bu özellikle sınıf mücadelesinin gerilediği bir dönemde veya kriz koşullarında “yerleşik hukukun” sermaye tarafından ihlâl edilmemesi için büyük önem taşır.
Aslında bütün burjuva hukuku, Karl Marx’ın daha işin başındayken (Güney Almanya’da orman kaçakçılığı ve köylülere getirilen yükümlülükler) ortaya koyduğu gibi, egemen sınıfların çıkarlarını ifade eder. Ama aynı zamanda diyalektik olarak, ezilen sınıfların mücadelesini de yansıtır. Genel anlamda burjuva hukuku sınıf mücadelesinin damgasını taşırlar.
Mesela, burjuva hukukunun mülkiyet alanından sonra en önemli kısmını oluşturan “İş Hukuku” aslında işçi hareketinin eseridir! İşçi hareketinin mücadelesi, Çartistlerden bu yana, kuralsız, kontrolsüz, dizginsiz “çalışma hayatının” adım adım bir hukuk sistemi tanımlanmasına yol açmıştır. Bütün bu süreç aslında bir bakıma “mücadelenin hukukunun” yaratılması olarak ifade edilebilir. Bu nedenle, kapitalistler için iş hukuku, kendi hukukudur ama zorlayıcı unsurlarıyla külfettir ve her zaman ihlâl edilmesi gerekmiştir.
Bütün dünyada milyonlarca işçinin kayıtsız, sigortasız, sendikasız, kuralsız, hatta köle statüsünde çalıştırılması ihlâlin aşırı biçimde yapıldığını gösterir.
Egemen sınıflar için uymak zorunda kaldıkları sahici-zorlayıcı-maddi, yasalar, sadece sermaye birikiminin yani kapitalizmin nesnel yasalarıdır. Bunun dışında kalan kendi Meclis veya hükümetinin kağıt üzerinde ilan ettiği kanunların, kararnamelerin, sözleşmelerin, yönetmeliklerin, yönergelerin vs. çiğnenmesinde (üstelik açık biçimde) hiçbir mahzur yoktur. Yeter ki işçi sınıfı bu ihlâle rıza göstersin. Yani tepki vermemiş olsun.
Diğer yandan ihlâl, çoğu kez, iş hukukunun sarih-belirgin hükümlerinin açık açık çiğnenmesi ile yapılmaz. İşçi sınıfı mücadelesinin geriye çekildiği koşullarda, iş hukukunun işçi lehine olan çok açık kuralları bile (Mesala çalışma süresine uyulması) hayata geçirilmez. Yasa maddelerini patronlara hatırlatmak için bile mücadele gerekir. Hatta Mesele mahkemelere intikal ettiğinde, davalar işçi sınıfı lehine sonuçlanmaz. Kanun maddeleri tartışmaya yer vermeyecek biçimde işçi lehine olsa ve işçilerin haklılığı delillerle kanıtlansa ve de benzer meselelerde, daha önce işçi sınıfı lehine çıkan kararlar olsa bile.
Egemen sermaye (ve devlet) kendi hukukunu böylesine açık biçimde çiğnemiş olmaktan dolayı da hiç rahatsız olmaz. Bu ihlâllere rıza gösterilmesi uğruna, siyasal sistem, devlet biçimleri değişikliklere uğrayabilir, savaşlar çıkabilir, sert devlet terörü hakim hale gelebilir. İşyerleri tasfiye edilebilir.
Şu halde görülüyor ki çoğu zaman, kapitalistleri kendi yasalarına uymaya zorlamak bile önemli bir kazanımdır. İşçi hareketinin moralinin bozulmaması, kendine güven duyması için vazgeçilmez önemdedir.
Bu gereklidir kuşkusuz. Ama kesinlikle yeterli değildir. Çünkü gerek kapitalist sermaye birikiminin zorunlulukları (nesnel nedenler) gerekse işçi sınıfının ihtiyaçları (öznel unsurlar) karşısında mevcut-yerleşik hukuk sınıf mücadelesini tümüyle kavrayamaz
Şimdi bu nesnel ve öznel unsurları inceleyelim.
Nesnel ve öznel nedenler
Nesnel nedenler, kapitalist sermaye birikiminin dünya çapında işleyen tarihi yasalarından kaynaklanır. Eğer iş hukuku, mevcut koşullardaki sınıf dengesini bir şekilde yansıtıyorsa, -ki yansıtır- üretim süreci ve üretim ilişkilerinin zorlayıcılığı (kapitalistlerin rekabet baskısı kaşsında yeni ihtiyaçların oluşması) karşısında kapitalistler açısından işlevsiz hale gelir. Bu işlevsizlik, kapitalizmin nesnel yasaları karşısında oluşmuştur.
Çünkü üretim süreci ve üretim ilişkileri yerinde saymaz, donmuş değildir. Kriz ve rekabet baskısı sonucu oluşan üretim sürecinin zorlayıcılığı karşısında iş hukuku, kapitalistler için kurumsal bir engel haline gelir.
Patronların kendi yasalarının, kendileri için engel hale gelmesinin arka planında kapitalist sermaye birikiminin ihtiyaçları var. Bunlar, kapitalist rekabetin yoğunlaşması, iktisadi krizin derinleşmesi, proleterleşmenin ve yoksullaşmanın genişleme eğilimi, işsizliğin devasa boyutlara ulaşması, (yedek işçi ordusu tutma zorunluluğu) geçim koşullarının asgari şartlarının değişmesi… gibi nedenlerdir. Kapitalistler, bu nedenle, iş hukukunun vazettiği kuralları, sermaye birikiminin selâmeti için sürekli ihlâl ederler. Etmek zorundadırlar!
Mesela Türkiye’de günümüzde mevcut iş mevzuatı sermayenin esnek üretim-esnek istihdam talebi karşısında açık bir engel haline dönüşmüştür. Halbuki 2003’te yeni iş mevzuatı, tamamen sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanmışa Sendikal hareket, toplumsal muhalefet ve burjuva muhalefeti yasanın sınıf kazanımlarını ciddi ölçüde budayan hükümlerine engel olamadı. Ciddi hiçbir genel eylem örgütleyemeyen sendikalar, sermayenin baskısına boyun eğdiler. (Hatta “Laik Cumhurbaşkanı” Necdet Sezer, önüne gelen diğer AKP yasalarına karşı gösterdiği hassasiyeti iş kanununa karşı göstermedi.)
Gelgelelim daha 5 yıl geçmeden sermaye şikayet etmeye başladı. Nitekim 2003-2013 arasında yeni iş kanununda 10’un üzerinde değişiklik yapıldı. Maalesef büyüklü küçüklü, laik veya İslamcı sermayemizin bütün kesimleri bu değişiklikleri yeterli görmüyor ve “reform” adı altında üretim sürecinin ve emek piyasasının tamamen esnekleşmesini talep ediyor.
Sermayenin saldırısı, karşısında mevcut-yerleşik hukukunun işçi sınıfı kazanımlarını nispeten koruması işlevsiz hale gelir. Ama mevcut-yerleşik hukuk kurallarının sermayenin yeni saldırısı karşısında hayata geçirilmesi bile işçi sınıfı için büyük önem taşır. Bu çelişki aşağıda göreceğimiz gibi işçi hareketinin mücadeleyi yükseltmesi ile işçi sınıfı lehine çözülebilir.
Diğer yandan sermayenin saldırısı karşısında mevcut-yerleşik burjuva hukuku, işçi sınıfının çıkarlarını yansıtıyor gibi gözükür. Sendika bürokrasisi de sermayenin yeni saldırısı karşısında, işçi sınıfının mücadelesini yükseltecek adımlar atmak yerine, yerleşik hukuka sarmaşık gibi sarılması (ve Aziz Çelik gibi lojistik destek verilmesi) “hukuk mücadelesi” olgusunun doğru, zorunla hatta tek mücadele biçimi gibi görünmesine yardım eder.
Öznel nedenler
Eski-yerleşik hukuka dayanmak, hatta onu fetiş hale getirmek işçi sınıf çıkarlarını korumak için yetersiz kalır. Daha kötüsü bu yetersiz, yerleşik hukukun uygulanması bile, sermayenin saldırısı karşısında (Mesela taşeron istihdamını sınırlayan hükümler) çok güçleşir. Halbuki sermayenin yeni-saldırısı karşısında yetersiz kalan hukuk sisteminin, işçi sınıfı lehine değiştirilmesi gerekmektedir. İşte işçi sınıfının mücadeleyi yükselterek bir yandan, eski hukukun kendi lehine yorumlanmasını sağlaması, öte yandan, yeni saldırılar karşısında iş hukukun yine kendi çıkarlarına uygun değiştirmesi gerekir. Dolayısıyla sınıfın mücadeleyi yükselterek sürece müdahalesi öznel ögeyi oluşturur. Eğer mücadele yükseltilmezse bırakalım yeni hukuki kazanımlar elde etmeyi, mevcut hukuk sisteminin en kötü yorumları ile ciddi hak kayıplarına uğrar.
Diğer yandan ekonomik konjonktürün yükseldiği, iş hukukunun nispeten sınıf çıkarlarını yansıttığı dönemlerde bile işçi sınıfı lehine yorumlanması, eğer işçi mücadelesi geriye çekilmişse söz konusu olmayabilir.
İş hukukunun, işçi sınıfının reform taleplerine uygun radikal biçimde değiştirilmesi ise mücadelenin genelleşmesine, örgütlülük düzeyine, iktisadi konjonktüre göre gündeme gelecektir.
Kısacası kapitalist sermaye birikim sürecinde işçi sınıfının “mücadelenin hukukunu” yaratması ve koruması için kesintisiz bir şekilde mücadeleyi sürdürmesi gerekir.
İki tarihi örnek
“Hukuk mücadelesi” ve “mücadelenin hukuku” kavramlarına Türkiye işçi sınıfının zengin tarihinden iki örnek vererek makaleyi tamamlayacağız. İlki “hukuk mücadelesi” için mükemmel bir örnek oluşturan özelleştirme mücadelesi (daha doğrusu yenilgisi) ile ilgili.
Türkiye işçi sınıfı, bir işçi kuşağını çalışma hayatından tasfiye eden, sermayenin sistemli saldırısı olan özelleştirmeye, esas olarak 1985-2005 arasında maruz kaldı. Hükümetlerin her özelleştirme kararından sonra, sendika yöneticileri, uygulamayı yargıya götüreceklerini, dava açacaklarını, “hukuk mücadelesi” başlatacaklarını ilan ediyorlardı. “Hukuk mücadelesi” vermekten, sendika yöneticilerinin sözetmesi, “genel işçi mücadelesinin yükseltileceği” gibi bir “tını” da içermiyor değildi hani. Sendika yöneticisi, eni konu binlerce işçiyi temsil ettiğine göre, tek bir işçinin veya haksızlığa uğramış aydının “mücadelesi”nden çok daha farklı bir anlamı olmalıydı “hukuk mücadelesi”nin.
Süreç içinde “hukuk mücadelesinin” işçi hareketinin taleplerinin, ihtiyaçlarının ve nihayet yükseltilen mücadelenin, son derece dar bir zemine hapsedilmesi anlamına geldiği ortaya çıkacaktı. Tabanda özelleştirmeye karşı her şalter indirildiğinde, (fiili grev) sendika bürokrasisi meseleyi hukuka havale ediyor, işçi tabanına davanın sonucunun beklenmesini telkin ediyordu. Davalar uzadıkça uzuyor, işçi tabanının örgütlü gücü zayıflıyor, mücadele ateşi sönüyordu. Davalar kazanılıp, özelleştirme geçici olarak durdurulduğunda (kısa süre sonra daha güçlü biçimde sermaye ve devlet saldırmaya devam edececektir) sendika bürokrasisi “hukuk zaferi”nden söz ediyordu.
Tabandaki onbinlerce işçinin özelleştirmeye karşı mücadelesi, sendika yöneticilerinin (sendika bürokrasisi) özelleştirmeye karşı açtıkları yasal davalar içine hapsedilerek, yavaşlatıldı veya sona erdirildi. Aziz Çelik’in bugün yaptığından çok daha mükemmel makaleler, dava dilekçeleri, kamuoyuna mektuplar yazıldı o dönemde. (Tespitlerime göre özelleştirmeye dair çoğu hukuk yorumlar içeren kitap ve broşür sayısı 300’ün üzerindedir) Yasaların nasıl ihlâl edildiği haykırıldı. Ama mücadeleyi fiilen sermaye kazandı, kamu işçileri ve kamu işletmeleri tasfiye edildi. Mücadele etmenin, fiziki maddi zemini kalmadı.
Biz özelleştirme mücadelesini böyle kaybettik.
1989-91 Genel Grevleri
İkinci örneğimiz 1989-91 (Bu genel grevler hatalı biçimde hâlâ “Bahar Eylemleri” olarak tanımlanıyor) Genel Grevleri. Bu genel grevler “mücadelenin hukuku”nun yaratılması kavramına mükemmel bir örnek oluşturuyor.
12 Eylül darbesi ile işçi sınıfı ücret, çalışma koşulları, çalışma süresi, örgütlenme bakımından itilebildiği en alt noktaya geriletilmişti. Sendikalı işyerlerinde bile yasal hakları gerekçe göstererek itiraz etmek işten atılma nedeniydi. Türk-İş’in temsil ettiği sendika bürokrasisi ise, adeta fabrikalardaki iş disiplinini sağlayan bir araca dönüşmüştü. Fakat 9 yıl içinde milyonlarca işçinin fabrika ölçeğindeki tepkisi kısa sürede fiili bir genel greve dönüştü.
Başlangıçta sendika bürokrasi işçi taleplerine “bu yasalarla grev yapılmaz” gerekçesiyle engellemeye çalıştı. Yine dönemin sendika uzmanları ve akademisyenleri, bugün Aziz Çelik’in yaptığı gibi hukukun ortadan kaldırılmış olduğundan, bu yasalarla grev yapılamayacağından hareketle “mükemmel” eserler ortaya koydular.
Fakat işçi sınıfının örgütlenme yeteneği, yaratıcı mücadele gücü ile kanunların (hukukun) engelleri son derece yaratıcı biçimde aşıldı. Bir kuşak önce 1965’lerde birkaç tane işyerinde hayata geçirilen eylem biçimi, bu kez binlerce işyerinde ve milyonlarca işçinin katılımıyla hayata geçirildi. Bu yüzbinlerce işçinin aynı anda, hastane vizitesine çıkma gerekçesi ile işyerlerinde üretimi durdurma eylemi idi. Yüzbinlerce işçinin, binlerce fabrikada işi durdurması mevcut iş kanununa göre suç olamazdı. Suç olsa da milyonların meşru eylemi, yeni bir hukuk yaratarak “o suçu” tedavülden kaldırmış oluyordu. Nihai olarak işçi sınıfı sadece tek bir işyerindeki grev hakkını değil, genel grev hakkını, ileri götüren ve kazanım haline getiren hukukunu “mücadelenin hukukunu” yarattı.
Biz grev hakkını işte böyle koruduk ve ileri bir noktaya taşıdık. Sınıf mücadelesi 2001 krizine kadar bu mücadelenin hukuku zemini üzerinde hareket etmiştir.
“Mücadelenin hukuku”
İşçi sınıfının mücadelesi, tarihi bakımdan haklılığı, ve sahiciliği ile kendi hukukunu yaratır. Bu hukuk mevcut, yerleşik, egemen hukukun, (kanunların, kuralların, anlayışın, alışkanlıkların) işletilmesi ile elde edilmemiştir. Tam tersine, bu mevcut hukukun, aşılarak, “mücadelenin hukuku”nun yaratılması ile kazanılmıştır.
Dolayısıyla “mücadelenin hukuku” mevcut (yerleşik-egemen) hukukun diyalektik biçimde aşılmasını içerir. Böylece kapitalizmde ücretlerin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, örgütlenmenin genişletilmesi, işsizliğin azaltılması vs vs. kısaca, kapitalist sömürünün azaltılması mümkün hale gelir. “Mücadelenin hukuku” yazılı belgelere dönüşmese bile, bu kazanımlara belli güvenceler sağlarlar.
İşçi sınıfının tarihi bize her koşulda mücadeleyi ilerleten, yaratıcı çözümler olduğunu gösteriyor…
2015’in Metal İşçileri Grevinde hangi yaratıcı adımlar atılabilir?
Bunu önceki kuşakların tecrübelerini dikkate alarak bizatihi metal işçileri belirleyecek… Hayata geçirecek…
Umut ediyoruz ki, yeni kuşak Metal işçilerinin öncülüğü, sınıfın mücadele hafızasını devralarak “hukuk mücadelesi”nin dar ve sığ cenderesini yıkacaktır. Ve yeni dönemin “mücadelesinin hukuku”nu yaratacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.