Sağaltılmayan yara dokundukça kanar, kanadıkça tazelenir. Anadolu’nun, toprağımızın yarası da öyle… Ermeni halkının derin yarası, soykırım acısı tam 100 yaşında. “Zaman acıların ilacıdır” denir ya bunu geçmek gerekir. Böylesine bir acı karşısında hükümsüz kalmıştır zaman… Topraklarımızın suyunun sıkılıp çoraklaştırıldığını öğrenerek büyüyen bizler etrafımızda soykırımdan geriye kalanları didiklediğimizde onun kadar acı gerçekler ve bunlara ait kalıntılar […]
Sağaltılmayan yara dokundukça kanar, kanadıkça tazelenir. Anadolu’nun, toprağımızın yarası da öyle… Ermeni halkının derin yarası, soykırım acısı tam 100 yaşında.
“Zaman acıların ilacıdır” denir ya bunu geçmek gerekir. Böylesine bir acı karşısında hükümsüz kalmıştır zaman… Topraklarımızın suyunun sıkılıp çoraklaştırıldığını öğrenerek büyüyen bizler etrafımızda soykırımdan geriye kalanları didiklediğimizde onun kadar acı gerçekler ve bunlara ait kalıntılar buluverdik. Kimimizin babasının annesi, kiminin annesinin annesi öksüz ve yetim kalmış bir Ermeni’ydi aslında. Dona’ya Döne, Maria’ya Meryem deni vermişti. Aram, adı gibi ibadetini de saklayarak kendi yurdunda kimliksiz yaşamayı öğrenmişti. Kimi öldüğünde ak yerine kara kefeni vasiyet etmişti. Ermenilere ait köy, kasaba, şehir isimleri ustalıkla unutturulup, yenisi öğretilmeye çalışılmıştı. Acı, sessizliği kendine yatak yaparak tazeliğini söndürmeden yoğunlaşınca kuşaktan kuşağa etkisini sürdürüp ateşiyle günümüzü de kavuruyordu.
Unutmak, insanın yüz bin yıllık geçmişi biline bile gittikçe küçülttüğü bir devirde hiç de kolay olmuyordu. Hele hele etrafımızda “gavur”lardan kalma mezarlarda, kilise ve hamam kalıntıları altında gömü arayan insanlar olduktan sonra…
Saklanarak veya himaye altına alınarak tek tük sağ kalıp ama nice sonraları Ermeni olduklarını öğrendiğimiz bir ulusun insanlarına ilişkin sağımızda solumuzda o kadar çok hayat hikâyesi dolaşmaya başladı ki, tarihimizi karartmaya, onun üstünden “es” geçmeye çalışan resmi ideolojinin uğraşı da tıpkı zamanda olduğu gibi hükümsüz kaldı.
Gerçek yalın ve yakıcıdır. Ermeni halkının yaşadığı soykırım gerçeği de böyle… Resmi ideoloji olayları en iyimser halle arşiv belgelerine indirgese bile bu neyi değiştirir ki? Çünkü kırılmış ve kırımdan sonra “kılıçartığı” denilen hayatlar yanında, arşiv kâğıtları olsa olsa ağacın kendisi yanında sadece basit bir yaprak gibi kalır. Sonra o yaprak, o arşiv belgesi olsa ne yazar olmasa ne yazar! Dün bu katliamı emperyalistler ve onların işbirlikçisi İttihatçılar planlayıp gerçekleştirdi. Ondan sonraki süreçte yani 100 yıldır da bir halkın yaşadığı acı üzerinden politik manevralarla diplomatik dengeler kurma hesapları devam ediyor. Madalyonun diğer yüzünde ise bir vatanı ortak olarak paylaştığımız Ermeni halkıyla birlikte gerçek demokratların, sosyalistlerin yüreği kanarken; soykırımla hesaplaşmanın en demokratik bir talep olduğunu, bunun geleceğe ertelenerek de üstünün karartılmayacağına olan inancımız bulunuyor.
Ya sağ kalabilenler…
Ermeni halkına ait gerçek hayat hikâyeleri demiştik ya resmi tarihin bir eklentisi olmadan geçip, gitmiş çevresini etkilemiş hikâyelerin her biri bir ulusun kendi tarihinin paralel birer parçası gibidir. Birçok hayat hikâyesi ülkemiz ve ülkemiz dışında (ABD, Fransa başta olmak üzere) sözlü tarih çalışması şeklinde kitaba dönüştü. Resmi tarih arşivinde her ne saklıyorsa saklamaya devam etsin ancak soykırımın birer parçası olan Ermeni halkından insanların her birinin hayat hikâyesi bu toprağın gerçek tarihini örerek oluşturmaya devam ediyor. Hani her biri bir ulusun tarihinden de bir parçadır ya bu bakımdan ayrı bir önem taşırlar. Böylesi hikâyelerden birini arkadaşım Ali Adıgüzel şöyle yazdı:
Elinize diken batmışsa iğneyi alır çıkarırsınız ama yüreğinize batan dikeni cerrah bile çıkarmakta zorlanır. Acısı da başkadır. Dinmek bilmez, durur durur sancır. 1976 yılında Haydarınoğlu Musa’nın Ford motoru (‘motor’ kasıt traktördür- NB) peşinde patozla Körpah’a doğru yol alırken yorgun bir ağustos gününün ikindi vaktiydi. Hergimatı atıp motordan inince göz göze geldik. Hosrof’la. İnce çeneli, kısa boylu çekingen… Konuşmak istemeyen Arabınoğlu Hosrof buydu işte! Yüreğindeki dikeni, yüreğindeki sancıyı hissetmemek elde değildi. Hacıhasan’ın oğlu rahmetlik Niyazi’nin Haydarınoğlu Musa’ya, “Alırsın Fort olursun lort” şakalaşmasına Musa’nın taşı alıp motora savurarak “Bu a… koyduğum mu beni lort yaptı, anamı ağlattı anamı. Kırk yıldır borcunu ödeyemedim” diye sitem etmesine gülmekten kırılmıştık. Musa Emmi hiç gülmeyen Hosrof’u da güldürmüştü. Hosrof, Hasan Ağa’nın kapısında Körpah’ta marabaydı. Boğaz tokluğuna zor bela bu günlere gelmişti.
Hosrof’un akrabaları Sivas’a bağlı Kangal Ermenilerindenmiş. Buradan kalkıp önemli bir Ermeni yerleşim birimi olan Arapgir’e yerleşmişler. Hosrof Ermeni katliamında 2 yaşındaymış. Olanları hatırlaması mümkün değil! Ona anası anlatmış. Müfrezeler geldiğinde oğlunu ahırda bir sepetin altına sokmuş, “gurk tavuk var” diye müfrezeleri kandırmış. Sonra Çeki köyüne gitmişler. Hasan Ağa’nın babasına sığınmışlar. Boğaz tokluğuna yıllarca dağdan odun sökmüşler, mal altı temizleyip, ekin biçip, harmanda çalışmışlar. Ne iş verilmişse boğaz tokluğuna yapmışlar.
1936 yılında Şatıruşağı aşiretinin Körpah köyüne yerleşmişler. Ağaların üç evine bekçilik yapıp, marabalıkla günlerini gün etmişler. O yürekteki sancı var ya hiç dinmemiş… Hele dolunayın ışıkları odaya düşünce, Körpah’ın sessizliği bir nebzecik olsun soluk aldırmış Hosrof’a. Tıpkı kartalın elinden kurtulup soluk soluğa kalıp arada nefes alan kuş misali…
Yörede hiç kimse konuşmak istemezmiş. Resmi makamlara 3 sefer işi düşmüş. Arguvan jandarması 1968 yılında nüfus kaydı için ağustos sıcağında bahçede tam 6 saat bekletmiş. Sonra komutan alaylı bir şekilde seslenmiş “osuruk mu Hosrof mu” diye gülmüş. “Hosrof olmaz Husuruf olarak yazayım” demiş. Hosrof’un çok zoruna gitmiş ama hiç belli etmemiş. Hayatın çarkları hep zalimce dönmüş. Yüreğindeki dikene hiç aldırmamış, ha bire üstüne gelmiş. Oğlu Ecevit ve Demirel Çiftlikli (-Çiftlik- bir köy-NB) çocuklarla Arıt’ta (-Arıt- bir tarla mevki adı NB) şakalaşırken “siz Ermeni dölüsünüz” diye bağırınca zorlarına gitmiş çocukların. Taşlaşmaya başlamışlar. Gecekondulu Küçük Cuma uzaktan bağırmış “Ula kavga etmeyin ayıptır” diye. Dinlememiş çiftlikliler. Ha bire taş, küfür. Demirel’in attığı taş, Çiftlikli Battal’ın oğlunun kafasını yarmış. Çocuklar eve dönüp anlatınca Hosrof paniklemiş. “Çiftlikliler öc alır yakamızı bırakmaz” demiş.
Atına binip varmış Battal Ağa’nın kapısına, “biz ettik sen etme” demiş. “Aha geldim. Sen de beni döv. Kafama taşla vur demiş.” Battal, Hosrof’a küfür edip kocaman çakmak taşıyla başına vurmuş. Burnundan kan gelmiş. Sıçandikenlerinin arasına yuvarlanıp, bayılmış. Geldiği atın üzerine sarmışlar baygın bedenini Hosrof’un. Bir ara at giderken ayılır gibi olmuş. Bir kartalın kovaladığı can derdindeki kertenkele ile göz göze gelmiş; o da can derdinde! Gece geçmiş, kuşluk vakti at sırtından atmış Hosrof’u. At Hosrof’suz gelince oğlu şüphelenmiş. Bir de bakmış atın eyeri hep kan. Babasını az ilerde gözenin yakınında sıçandikenlerinin arasında bulmuş. Ağzı gözü kan içinde. Ölmüş Hosrof.
Hosrof’un ölümü Körpah Arıtında bir hikaye olarak yazılıdır. İnce uzun cılgaları vardır, kepirdir toprağı. İnsanlar, kurtlar, kuşlar acından ölürken Körpah’ın ambarları, odaları Gunduru ve Sarıbursa (-gunduru ve sarıbursa bir buğday cinsi-NB) doludur. Bağında, bahçesinde Hosrof’un teri vardır. Hosrof acıktığı zaman göze başında ayrıkotu yemiştir.
Battal Ağa hiç hapse girmedi. Ölüm olayı kapatıldı. Arguvan jandarması Hosrof’un ölüsüyle dalga geçti. Basit ölüm tutanağı “ürken atın sırtında sürüklendi” şeklindeydi. Sonra Hosrof’un çoluk çocuğu Körpah’ı terk ettiler. Başlarına gelecekleri anladıkları için Arapkir’e gittiler.
Hosrof’un hikayesini anlatan Ali Adıgüzel, “Susmak suça ortak olmaktır, Erdemli yüreklerin yükü ağır olur dostum” diye vurguladıktan sonra “Yöremizin en trajik öykülerinden birini kaleme aldığım için mutluyum” deyiverdi.
Hepimizin yükü duyarlılığımız ölçüsünde ağırlığını koruyor. Yükümüzü sonraki nesillere bırakıp geleceğimizin gölgelenmesini istemiyorsak katliam ve soykırım gerçeklerini kabullenme ve yüzleşmeyi ikiyüzlü, şoven burjuva siyasetinin dışında tutarak yaklaşım sergilemeliyiz. Emperyalistlerin ve burjuvazinin alçak siyaseti her zaman halkın bilincini, kişilerin vicdanını kendi kirli emellerine endekslemeye yöneliktir. Resmi tarih de egemen sınıfın ayıkladığı tarihtir. Yaşananlar ise tarihin kendi tuğlasıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.